1111 sayılı Askerlik Kanunu: Türkiye Cumhuriyeti tebaası olan her erkek, işbu kanun mucibince askerlik yapmaya mecburdur.
Anayasada vatan hizmetiyle yükümlü olan tüm yurttaşlarken, bu hizmetin fiiliyata geçişinde belirleyici olan 1111 sayılı Askerlik Kanunu, sadece erkekleri yükümlü kılarak yurttaştan kimin kastedildiği konusunda biraz daha açıklayıcı oluyor.
Erkek olmak da yetmiyor
Tabii ki asker olabilmek için erkek olmak da yeterli değil. Uygulanan kıstaslar, aslında arzu edilen vatandaşın bir stereotipini ortaya çıkarıyor gibi.
Şüphesiz çürüğe sevk edilen eşcinsel, sakat, hasta, yaşlı erkekler ya da zaten doğrudan var oluşları nedeniyle yükümlü kılınmamış olanların yani kadınların da birilerini öldürebilme yeteneğine sahip olduklarını biliyoruz.
Kaldı ki anayasanın 10. maddesi de yasalar karşısında herkesin eşit olduğunu belirtiyor ve özellikle cezai ehliyet belirlemede uygulanan kıstaslar, bedensel durumdan çok zihinsel gelişime odaklanıyor.
Ordu benzeri bir örgütlenme biçiminin tüm yaşama tezahürü olarak kısaca tanımlayabileceğimiz militarizmi kavrayabilmek; cinsiyetçilik, karşıcinselcilik yani heteroseksizm, erkekegemenlik, milliyetçilik vb. tahakküm biçimleriyle bağlarını somutlayabilmek için doğal olarak militarizmin en somut hali olan ordudan başlayabiliriz işe.
Zorunlu askerliğin eşitlik vurgusu
19. yüzyıldan itibaren sanayi devrimiyle hız kazanan uluslaşma; bağlantılı olarak zorunlu askerliğe dayalı, başında profesyonel bir kurmay sınıfın olduğu orduları getirdi. Lejyon ya da gönüllü birlikler dönemindeki yapılanma yerine, kışlalar vasıtasıyla dış dünyadan izole edilmiş bir erkekler dünyası ortaya çıktı.
Bu kışlalarda halen olduğu gibi yurttaşlara -yurttaş dediğin tabii ki erkek olur- öldürme becerisiyle birlikte; emir alma, emir verme, sorgulamadan itaat etme; yani iradesizleşme becerileri de kazandırılıyordu.
Devletin resmi ideolojisinin topluma empoze edilmesi yanında, zorunlu askerlik, bir eşitlik vurgusu yaparak üniformaların da yardımıyla bireyi muğlaklaştırıyor ve insan onuruna aykırı birçok muameleyi de katlanılır kılıyordu.
Subayların emirlerinin sorgulanamazlığı, devleti yönetenlerin ve devletin sorgulanamazlığına; bireyin vicdani sorumluluğu, sorumsuzluğa evriliyordu elbette.
Kadını "kayıngile" bırakmama
1945'te Adolf Hitler'in kendini vurması ya da günümüzde Irak işgalinde Ebu Garib hapishanesinden sorumlu generalin görevden alınmasıyla birçok insanlık suçuna doğrudan ya da dolaylı olarak ortak olan bizleri kolayca masumiyetimize inandıran da sanırım hiyerarşinin daha üst basamaklarına sorumluluklarımızı devretmemiz.
Zorunlu askerlik hizmetinin ortaya çıkışıyla erkekegemenliğin toplumsal işbölümü adı altında perçinlendiği çekirdek aile yapılanması, toplumsal cinsiyet rolleri arasındaki kontrastın belirginleşmesi de üzerinde durmak istediğim bir diğer konu.
Askere gitmeyene kız vermeme mantığı altında da; iyi niyetle ifade edilen "kadıncağızı tek başına ya da kayıngiller eline bırakmama" gerekçesinden daha derin bir şeyler olduğuna inanıyorum.
Namus-vatan ve kadın
Er kişi askerlik hizmeti boyunca emir almayı, emir vermeyi, hiyerarşik bir yapı oluşturup kendini konumlandırmayı da öğreniyor.
Doğal olarak bu eğitimden geçen kişi kendisinden kurması beklenen aileye; yani temel birliğe iyi bir komutan oluyor. Daha önce anne, kızkardeş ya da yakın çevredeki diğer kadınlarla kurulan ilişkiler de farklılaşıyor.
Henüz yönetme yeteneği olmadığı için toplumsal hiyerarşi açısından nispeten yakın gruplarda yer aldığı kadın; namus ve vatan kavramlarıyla güya yüceltilirken, aç aç nesnesi olması bir yana, aynı kavramlar üzerinden dolaylı olarak nesneleştiriliyor.
Savaşlarda işgal edilen bölgedeki ya da mağlup tarafın kadınlarına tecavüz edilmesinin altında bu yüceltmenin olduğu oldukça açık.
Kızkardeşi bile kucaklayamamak
Onun kutsalına tecavüz düşmandan alınabilecek en büyük intikamlardan biri olarak görülebiliyor. Burada etnisiteye ilişkin sebepleri saymayı gerek görmüyorum.
Kışkırtılan ve kutsanan erkekliğin yardımıyla kadın; komutanların birlikleri yönettiği gibi yönetilebilir ve feda edilebilir piyonlara dönüşüyor.
Askeri birliklerin yerleştiği bölgelerde tecavüz vakalarındaki inanılmaz artışlar, tecavüzün sadece savaşta kullanılan bir yöntem değil "barış" zamanında da militarizmin ayrılmaz bir parçası olduğunu gösteriyor.
Cinsiyet ilişkinin eksenine oturuyor. Askere gitmiş birçok erkeğin kendi kızkardeşleriyle bile kucaklaşamayacak kadar kadını cinsel objeden öte algılamaktan uzaklaştığına sıkça şahit oluyoruz.
Anılar neyin göstergesi?
Şahit olduğumuz bir diğer şey de zikir ayini havasındaki bitmez tükenmez askerlik anısı anlatma seanslarıdır.
Bu seanslarda askerlikzede erkekler sıcak çatışmalardan, komutanlarından nasıl dayak yediklerine kadar birçok şey anlatırlar. Kadın-erkek, toplumsal kadınlık-toplumsal erkeklik öyle ayrışmış ve kesinleşmiştir ki dayak yeme anıları, askerlerin birbirleriyle ettikleri sohbetlerin anılarına tercih edilir.
Zaten erkekliğin göstergesi olan şiddet kurbanı olan erkek için bile üstten geldiği sürece komutanın erkekliği üzerinden katlanılır hatta gururlandırıcı bir hal alır.
Kaldı ki bu anlatılar evdeki kadına ve çocuğa da şiddet uygulama hakkının kimde olduğunu hatırlatır.
Homofobinin temelleri
Az önce sözü edilen erkek-kadın, özne-nesne ikiliğinde, cinsel özne-cinsel nesne ilişkisi açısından eşcinsellerle bu sınır bulanıyor sanki biraz. Homofobinin temellerinden olan erkek bedeninin cinsel obje olarak algılanabilirliği kabusu ya da kadının cinsel özne olmaya kalkışması densizliği militarizmden tepki alır.
Çünkü bu karmaşa süregelen kastlaşmayı ciddi şekilde tehdit eder. Toplumu kolay idare edilir kılan ataerkil çekirdek aile yapısının eşcinsellerden daha sarsıcı bir "iç düşman"ı olamaz.
Eşcinsel suyu bulandırmakla kalmaz, yeni köle üretimine de devam etmeyerek sistemin devamlılığını tehlikeye atar. Bazı batılı ülkelerde evlenme, evlat edinme ya da askerlik yapabilme gibi "hak"ların eşcinsellere tanınmasının altında normalleştirme ve tepkisizleştirme stratejisi yatmaktadır.
Eşcinsel erkeklerin "öncülüğü"
Sparta ordularından 1. Paylaşım Savaşı'nda İngiliz ordusuna eşcinsel erkekler öncü olarak kullanılmışlardı. Her ikisinde de gerekçe aynıydı. Birliklerindeki arkadaşlarına duygusal olarak bağlanan askerler birbirlerini daha iyi koruyor, koruyamadıklarındaysa intikam isteğiyle düşmana karşı daha vahşi hale geliyorlardı.
Üstüne üstlük kolay gözden çıkarılabilecek bir grup varken sistem neden kendisinin devamlılığını sağlamaya daha yatkın "normal" kitleyi tehlikeye atsın. Amerika Birleşik Devletleri'nde (ABD) ordudan atılan ya da istekleri dışında yedeğe sevk edilen eşcinsellere Irak İşgali öncesi isterlerse orduya katılabileceklerinin duyurulması "biz sizi istemiyoruz ama illa ki bizim için ölmek istiyorsanız sakıncası yok" diye okunabilir.
Belki de Küçük Bush fırsattan istifade eşcinsellerden kurtulmayı düşünüyordur.
Yeniden üretilen toplumsal hiyerarşi
Çocuk, yaşlı, hasta ya da sakat bireylerse zaten savaşlardaki insan öldürme temposuna yetişemeyecekleri hatta yavaşlatabilecekleri için ihtiyaç duyuluncaya kadar dışlanabilirler.
Askerlik hizmeti sadece ölmeyi ve öldürmeyi öğretmekle kalmıyor, toplumsal hiyerarşiyi sürekli olarak yeniden üretiyor.
Kadın Nene Hatun da, Lili Marlen gibi savaşın seyrine göre kiminde sevgilisini savaşa gönderen çileli aşık, kiminde bir parça çikolata karşılığında işgalci askerlerle yatan fahişe de, Mardinli N.Ç. de olabiliyor.
Sakatların bir günlük askerliği
Eşcinsel erkek ya ölüme gönderilme pahasına sınırlı bir kabul görüyor, ya da "çürük" raporu eline tutuşturularak varoluşuna hakaret ediliyor.
Sakatlara bir günlük simgesel askerlik yaptırtıp ne kadar yetersiz oldukları düşüncesini kafalara sokuyor, trajikomik sertifikalarla kendilerini iyi hissettiriyor.
Aileden başlayan, okul, sosyal çevre, iş hayatı derken yaşamımızı çepeçevre saran militarizm yine de ihtiyaçları dahilinde herkesten faydalanabiliyor.
Zaten insani bir şey olsaydı militarizmin bel kemiği ordu nasıl olur da birilerini ancak zorla bünyesine katardı. Askerliğin zorunlu olması kendi başına; gayrıinsaniliğinin, gayrıahlakiliğinin kanıtıdır.(MT/BA)