Fahrenheit 9/11'le ilgili, Radikal'de yayımlanan beş yazı önemliydi.
Fatih Özgüven ve Haluk Şahin'in yazıları, Moore'un işinin mutfağına, sinemasını nasıl kurduğuna dairdi. Fatih Özgüven, Fahrenheit'ın Moore'un sinemacılığında bir tıkanma noktası olduğunu, filmin Bush'un kendisi yerine imgesinin peşine düştüğünü ve Moore'un çok iyi becerdiği "sosyal realizm" damarını işlemeye dönmesini beklediğini yazıyordu. Haluk Şahin, Michael Moore'un televizyonculuğu sinemadaki işine nasıl taşıdığına dikkat çekiyordu.
Yıldırım Türker' se, filmin hakkını verdikten sonra, bir süredir Amerikan sol bağımsız medyasında yürüyen tartışmayı gündeme getiriyordu. Filmdeki altık ırkçı işaretleri ve ele aldığı konuyu analizindeki eksiklikleri.
Nuray Mert, Moore'un filminin örneğini oluşturduğu popülist muhalefet/eleştirinin ciddi ve kökten eleştirinin yerini almasının yanı sıra, Müslümanlara yönelik ırkçı işaretleri sıraladıktan sonra, Moore'u muhalefet şarlatanı olarak niteleyip yazıyı da şöyle bitiriyordu: "Üzücü olan, ciddiye alınması, solun siyasal eleştiride bıraktığı boşluğu, muhalefet şarlatanlığı ile doldurmasına bu kadar iyi niyetle yaklaşılması."
Hakkı Devrim'in yazısıysa, "bu ne idüğü belirsiz nesneye Cannes'da Altın Palmiye verilmesi"yle başlayıp filmin iki cümleden ibaret olduğunu söylüyordu: "Bu Bush oy verilecek adam değildir. Ve Cumhuriyetçi Parti dedikleri de, bir katakulli tezgâhından ibarettir." Ama galiba yazının ibretlik cümlesi, sonuncusuydu: "Politikadan, birtakım insanların karşı takımı bütünüyle kötüleme gayretkeşliğinden bıkıp usanmadıysanız, hiç durmayın!
Fahrenheit 9/11'le ilgili sağlam bir eleştiri, bildiğim kadarıyla ilk olarak Robert Jensen'dan geldi. Jensen, counterpunch'taki 5 Temmuz tarihli yazısında, filmin hakkını veriyor, ancak şunu söylüyordu: "Keşke Moore yeteneğini, becerisini bu filmde ilkeli, net bir analiz için kullansaydı da, böylece film sadece Kasım seçimlerinde Bush'u alaşağı etmenin ötesinde bir işe yarasaydı."
Ardından da, filmle ilgili en kapsamlı tartışmayı başlatıp sıralıyordu: Filmde Türker'in de sözünü ettiği altık bir ırkçılık vardı. Daha da önemlisi, analizi kötüydü. İş sadece Bush'un ve şahinlerin şapşallığı, kötülüğü değildi çünkü. Çünkü Bush'u defedip "normale" dönüş, dünyayı kıvrandıran Amerikan İmparatorluğu'nun normaline dönüş demekti. Filmin Ortadoğu'ya bakışı da yetersizdi, İsrail'in adı bile geçmiyordu.
Jensen, yazısını bitirirken, Moore'un filminin potansiyelinin ancak, dürüst bir şekilde tartışılır ve eleştirilirse ortaya çıkacağını söylüyordu. Ama ne Moore'u "muhalefet şarlatanı" ilan ediyordu, ne de filmini ne idüğü belirsiz nesne.
Jensen'ın yazısı da dahil olmak üzere, özellikle soldan gelen eleştiriler filmin analizinin yetersizliği üzerinde yoğunlaşıyor. Sanıyorum bunun altında, çok ciddi bir ihtiyaç ve beklenti yatıyor.
Zira Moore'un filmi, sol için, özgürlük yanlıları, savaş karşıtları, eşitsizlik karşıtları için büyük bir fırsat anlamına geliyor. Bütün bu İmparatorluk rezaletini, kıyımı, bu kadar büyük bir kitleye anlatma, dillendirme ve insanları harekete geçirme fırsatı. Moore'un en iyi yaptığı şeyin, kaçırılmış bir fırsat olması. Kitlelerle iletişimin.
İşin kötüsü, bu konuda çok az örnek var. En bilineni Moore'un filmi. Belki de, biraz da bu yüzden, Fahrenheit 9/11'den beklenenler çok fazla. Neredeyse, elde bir tek o var çünkü.
Tam da bu bağlamda, Moore'un gayet başarılı ve önemli bir adam olduğu söylenebilir. Çünkü, ABD'de Beyaz Saray'ın basın sözcülüğüyle beslenen, "kakılmış" gazetecilerle dolu güdümlü haber ağının ortasında, ağzını açanın suratına şaplağı yiyiverdiği bir dönemde, söylenmeyene dikkat çekmeye, bilinmesi istenmeyeni ortaya çıkarmaya cesaret eden ve bunu bir şekilde de başaran biri Moore.
Hatta, Fahrenheit 9/11'in üzerine kurulduğu bilgilerin büyük bir bölümünü aldığı araştırmacı "hafiye" gazeteci Gregory Palast'ın anlattıkları işin boyutunu daha iyi gösteriyor. Palast, Bush'un 2000 seçimlerini nasıl "arakladığını" ortaya çıkarıp haber yapan ilk kişi. Enron skandalı, Bush-Enron ilişkilerini ortaya çıkaran da o.
Ne yazık ki, ABD'de, ana medyada ne bu haberlerin ayrıntıları ciddi bir şekilde yer alabiliyor, ne de yazdığı "Paranın Satın Alabileceği En İyi Demokrasi" kitabından yeterince söz ediliyor.
Bütün bu haberleri İngiliz Guardian'a ve BBC'ye yapıyor Palast. Ve son olarak, yine BBC için çektiği "Bush Ailesinin Servetleri" belgeselinin çalışma odasında, yaptıkları haberlerin ABD'de hiçbir televizyonda yayınlanmayacağını ekip olarak konuşurlarken şu espri yapılıyor: "Olmazsa tavuk kılığına girmiş şişman arkadaşa veririz. Moore bunu sansürden 'eğlence programı' diye geçirir." Moore'un böyle bir gücü var işte.
Ötesi, Fahrenheit'ın eleştirisi bir yana, filmin ortaya çıkışının gazetecilik, belgeselcilik, eylemcilik adına, özellikle Türkiye için sağlayabileceği ipuçları. Moore, Haluk Şahin'in işaret ettiği, eylemci, televizyoncu, gazeteci karması bir yöntemle yapıyor işini. Parodiyi bir silah olarak kullanabiliyor.
Sorulmayan, en basit soruyu kamera önünde sormak gibi bir ısrarı var. Maazallah Türkiye'de olsaydı, en hafifinden haddini bilmesi üzere azarlanır, hatta daha önceki Roger ve Ben, Benim Cici Silahım filmlerindeki pek riskli konulara el atsa, faili meçhuller arasında bile yer alabilirdi.
Belki de en önemlisi, Moore'un işleriyle birlikte, bir şeylerin dile getirilebileceğinin, söyleyecek sözü olmanın geniş kitlelerle buluşabileceğinin göstergesi olması Bir şeylerin mümkün olduğunu bildirmenin, bilmenin.
Fahrenheit 9/11'i getirileriyle birlikte tartışmak başka, getirilerini görmezden gelmek başka şey. Zira, bu durumda, "filmi izlemeden önce şunları biliyor muydunuz" serisinin yolu açılıyor:
* Florida 2000'de seçimin nasıl çalındığını, kongredeki itiraz önerilerinin hiç işleme alınmadığını,
* Carlyle Group'un ne iş yaptığını,
* James R. Bath-Bush Ailesi-Bin Laden Ailesi ilişkilerini,
* Suudi Arabistan'ın ABD ekonomisindeki payının 800 küsur milyar dolar olduğunu,
* Baba Bush'un lobi faaliyetlerini,
* Taliban'ın Teksas ziyaretini,
* Irak'a gönderilmek üzere askere alınanların nasıl yoksullar arasından seçildiğini,
* Irak'taki Amerikan askerlerinin ne dediklerini,
* ABD'deki alarm düzeyinin nasıl bir kitle psikolojisi planı olduğunu,
* Savaş ekonomisinin ayrıntılarını.
Bunları biliyorsak neden gündeme gelmiyor? "Dünyanın düzeni böyle"yle diplomasi tabiriyle "uluslararası ilişkilerde samimiyet aranmaz" arasında bir bakışla, duruma göre mevzi almamız, masaya koyacağımız üçün kaç olarak döneceğini hesaplamamız mı gerekiyor?
Türkiye'de belediye yolsuzluklarının günlerce manşette kaldığı düşünülürse, Fahrenheit 9/11'in ortaya döktükleri ne derecede büyük bir haberdir? Ne kadar görmezden gelinebilir? Bu kanıksama ölümcüldür. Neo-liberalizm bu kanıksamanın peşinde zaten. Bağımsız medya bu yüzden yaşamsal önem taşıyor.
Fahrenheit 9/11'in dikkate değer özelliklerinden biri, olguları, vakaları, karşımıza başka bir mecrada, kanıksamanın, belleksizliğe düşürülmenin zor olduğu, anlatanın tanıklıktan öte bir yerde durduğu bir mecrada getirmek. Bu bilgiler, nasıl bir gazetecilik süreci gerektirdiği de hesaba katılırsa, az buz şey değil. Bir başka bakış açısıyla bakılır ve Moore'un diğer işleriyle birlikte okunursa, yalnızca Bush'unkilerin değil, Amerikan İmparatorluğu'nun çarklarının nasıl işlediği üzerine de, birçok bilinmeyeni bilinir kılıyor.
11 Eylül üzerine yazılmış en iyi kitaplardan biri, Maymunlar Demokrasisi'nin önsözünde yazar Şahin Artan şunları söylüyor:
"Bu kitapta yer alan yazılar, o günlerde 'Neden?' sorusuyla başladı. 'Neden 11 Eylül olayları yaşandı?' değil, 'ABD yönetimi neden teröre karşı savaşa, Asya'nın tamamını hedef alan askeri bir harekâta ihtiyaç duyuyor?' sorusuydu bu..."
Bırakın yanıtı, bu sorunun kendisi bile, politika kavramının ta kendisiyle içli dışlı olmayı, usanmamayı gerektirir. Tabii, önce soruyu sormak gerekir.
Fahrenheit 9/11, belgesel hevesinde bir artış sağladı. Öte yandan, bütün bu tartışmaya, belgeselin muhalif eylemin neresinde durabileceği sorusuna biraz daha katkıda bulunabilecek iki belgeselden söz etmek yerinde olur. Zira, ikisi de ana medya tarafından fazlasıyla görmezden gelindi, geliniyor.
Biri, Nisan 2004'te İstanbul Film Festivali'nde de gösterilen tarihi bir çalışma. Venezüella'da Chavez döneminin yarattığı değişimleri belgelemek isteyen ekip, kendini Chavez'e karşı düzenlenen darbenin ortasında buluyor. "Chavez: Devrim Televizyondan Yayınlanmayacak", "The Revolution Will Not Be Televised" bol ödüllü, arşivlere katılası bir belgesel.
İkincisi de, sözünü ettiğimiz hafiye gazeteci Gregory Palast'ın BBC 3 için yaptığı son iş, "Bush Ailesinin Servetleri" . Fahrenheit 9/11'i izleyenler için "bir üst kur" niteliğinde. (BA)