Belki ülkücü hareket varlığını daha uzun süre devam ettirecek ama, bu kongreyle birlikte MHP bir soğuk savaş partisi ve operasyon örgütü olarak belli bir dönemi geride bırakıyor. Bu dönem, ülkücü hareketin kimlik bunalımının derinleştiği, sancılı, gerilimli ve bir ucu ufalanmaya da açılabilecek iç çatışmanın büyüyeceği belirsizliklerle döşenmiş bir yol olacaktır.
Bu nedenle, Türk siyasal yaşamının önemli aktörlerinden biri olan MHP'nin yeni dönemdeki serüvenine temel çizgileriyle göz atmakta yarar var.
Parti içi koalisyon; çekirdek ve kabuk
Devlet Bahçeli, ülkücü harekette gelenekle yenilenme ihtiyacını buluşturan bir genel başkan oldu. Dolaysıyla Bahçeli, Alparslan Türkeş'in ölümünden sonra bir iç koalisyonun genel başkanlığa taşıdığı isimdi. Türkeş sonrasında, partide görece radikal değişim yanlılarıyla gelenekçi güçler arasındaki iktidar mücadelesinde bir pat durumu yaşanmıştı.
Bahçeli, hem geleneği hem de değişim eğilimini içermeye çalışarak parti liderliğine tırmandı. Hatırlanacağı gibi Bahçeli, Tuğrul Türkeş karşısında, ancak bütün diğer adayların lehine çekilmesiyle genel başkan seçilebilmişti. Şartların zorladığı değişim ihtiyacını zamana yayan Bahçeli ekibi, deyim uygunsa cami ve kilise arasında kaldı. Bahçeli'nin "Değişmedik geliştik" denklemi bu durumu ifade ediyordu.
Seçim yenilgisi (3 Kasım 2002) partideki radikal çekirdeği güçlendirdi. Önceleri "Başkan iyi ama çevresi kötü" diye bilinen klasik muhalefet üslubu, giderek şiddetlendi. Daha çok ülkücü hareketin içine hitap eden yayınlar (haftalık Kurultay gazetesi gibi) radikal unsurların denetimine geçti.
MHP'nin geleneksel ideolojik pozisyonlarına dönüş yönündeki baskılar arttı. Nitekim, 1997 Kongresinde Tuğrul Türkeş karşısında en yüksek ikinci oyu alan ve Bahçeli lehine yarıştan çekilen Ramiz Ongun, önce açık muhalefet yapmaya başladı, ardından da 12 Ekim 2003 kongresinde adaylığını koydu.
Soğuk savaş partisinin açmazı
MHP'yi hem kendi tarihi önünde hem de Türkiye'nin ve dünyanın içine girdiği yeni dönemde asıl zorlayan şey, içine girdiği kimlik krizi oldu. Ülkücü hareket, kendisini var eden koşullarda meydana gelen köklü değişimi doğru okuyamadı. Yeni koşullara uygun olarak kendisini ideolojik, politik ve örgütsel olarak anlamlandıramayan ülkücü hareket adeta boşluğa düştü.
MHP önümüzdeki dönemde ya faşist çekirdeğe doğru daha da büzülen dar bir parti haline gelecekti -ki bu durum bir ölçüde tarihi pozisyonuna geri dönmek anlamına gelecekti- ya ideolojik ve politik düzlemde kendisini yeniden tanımlayacaktı. Ancak, her iki yönelimin de kendi içinde çok sayıda güçlükleri vardı. Devlet Bahçeli, "yenilenme" tonu ağır basan bir ortalama aldı ve "değişimi" zamana yaymaya çalıştı.
Tuğrul Türkeş'in MHP'nin 1997 kongresinde "Türkeş" soyadına karşın Devlet Bahçeli karşısında yenilgiye uğramasının nedeni, çubuğu haddinden fazla "yenilenme" ve "liberalizme" doğru bükmesiydi. Bir tür ülkücü-liberal sentezini gerçekleştirmeye çalışan Tuğrul Türkeş, ağırlığını '60 ve '70 Kuşağı'nın oluşturduğu geleneksel kadrolar arasında tasfiye edilme korkusuna yol açtı. Sonuçta tasfiye olan Tuğrul Türkeş'ten başkası değildi.
Yenilginin yıkıcılığı
Devlet Bahçeli, parti içi bir koalisyonun ürünü olmakla birlikte -ki bu koalisyon bir ölçüde devam ediyor- 1999 seçim başarısı nedeniyle hem hareket içinde hem de örgütte gücünü arttırdı. Adeta ağırbaşlı bir "II. Başbuğ" gibi davranmaya, dolayısıyla kendisini liderliğe taşıyan koalisyonu dikkate almadan hareket etmeye başladı. Partide, Bahçeli'ye karşı gelişen muhalefetin önemli nedenlerinden biri budur.
Diğer taraftan 3 Kasım 2002 seçim yenilgisi, hem Bahçeli'nin zaten silik olan "karizması"nın -"çizilmesi"ne hem de çevresinde oluşan koalisyonun kısmen dağılmasına yol açtı. Sorun, sadece gelenekçi Ramiz Ongun'un açık muhalefetinden ibaret değildi. Bahçeli ekibinin önemli isimlerinden Koray Aydın da, yenilenme bayrağını ele geçirmeye çalışarak "gemide isyan" başlatmıştı.
Merkez sağa daha yakın bir zeminde konumlanan Aydın, geçmişte Bahçeli'nin, '70'li kuşaktan Ocaklı kadroların liderlerinden "sert" Şevkat Çetin'e karşı kullandığı bir isimdi. Bu iki adayın profili (Ongun ve Aydın) değerlendirildiğinde Bahçeli'nin sağında ve solunda bir boşalmanın yaşandığını söyleyebiliriz.
Bir tereddüdün kongresi
İşte Bahçeli bu nedenle, son güne kadar genel başkanlık için adaylığını açıklamakta tereddüt etti. Ancak, yine de Bahçeli'nin, "teşkilatları" yenileyerek partide belli bir kurumsallaşmayı sağladığını söyleyebiliriz. Daha da önemlisi, seçim yenilgisinden sonra genel başkanlıktan çekileceğini açıklayan Bahçeli'yi bu kararından vazgeçiren şey, onu daha önce parti liderliğine taşıyan koalisyonun, yara alsa bile, büyük ölçüde korunmasından kaynaklanıyordu. Bu kadro şansını bir kez daha deneyecekti, öyle de yaptı.
Devlet Bahçeli'nin, "ezici" şekilde olmasa da genel başkanlık yarışını ilk turda kazanarak "zaferle" çıkmasının, MHP'de yeniden açılan liderlik tartışmasını bitireceğini ve harekette suların durulacağını sanmak yanılgı olacaktır. Tersine, ülkücü harekette parti içi iktidar mücadelesinin devam edeceği beklenmelidir. Çünkü, Bahçeli'nin kongrede aldığı oylar ile Ongun ve Aydın'ın toplam oyları arasında sadece 200 civarında fark vardır. Daha da önemlisi MHP'de kimlik krizi devam etmektedir ve Bahçeli bir anlamda bu krizin liderliğe taşıdığı isimdir.
Tarihin izleri bugünün yüzleri
MHP'nin bugün geldiği yeri, tarihsel bir perspektiften ve bütünsel olarak değerlendirmek için şimdi biraz geriye gitmekte ve ayrıntıları ele almakta yarar var. Çünkü, 3 Kasım 2002 seçimlerinin en önemli sonuçlarından biri geleneksel siyaset sınıfının tasfiyesi ve Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) tek başına iktidar olması ise; bir diğeri de hiç kuşkusuz, MHP'nin çekirdek oylarına doğru daralmasıdır. Bu sonuç ülkücü hareketin hem 1999 seçimlerindeki başarısının anlamı hakkında hem de 3 Kasım 2002'de aldığı sonucun nedenini açıklamakta bize yardımcı olacaktır.
Bugün daha da belirginleşen (3 Kasım 2002'de ortaya çıkan) tablo, MHP'nin 1999 seçimlerindeki başarısının konjonktürel olduğunu göstermektedir. Değilse, 1995 seçimlerine göre oylarını 1999'da yüzde 143 oranında arttıran bir partinin, üç yıl içinde geleneksel tabanına doğru hızla daralarak aldığı oyların tamamından fazlasını kaybetmesini başka türlü açıklamak zordur. MHP'yi önce çıkışa, sonra da düşüşe geçiren nedenler arasında sanıldığından da daha yakın bir ilişki vardır.
MHP'nin arayışı*
Soğuk Savaş döneminin kapanmasıyla birlikte içine girilen yeni dönemde, "milliyetçiliğin yeniden tarif edilmesi" MHP'nin önünde duran en önemli sorunsaldı. Ülkede 1990'lardan itibaren girilen ortam bunu zorluyordu. Kontrol gevşiyor, Cumhuriyetçi modernleşme projesinin bastırdığı, geriye ittiği ve yok saydığı bir "kitle kültürü" patlaması yaşanıyordu. Taşranın kentlere akması ve kamusal alanda doğrudan var olma ısrarı, bu sürecin öznelerini bir süre sonra kaçınılmaz olarak siyasal ifade kanallarını da aramaya itecekti. Bu dalga bütün sistem partilerinde iz bırakmakla birlikte, sağda başlıca üç kanala aktı; muhafazakarlık, siyasal İslam, ve ülkücü milliyetçilik...
Siyasal İslam, büyük güç kazanmasına karşın kentlerde geleceğini arayan (özellikle genç) insanlar için sınırlayıcı, yaşamla karşıtlaştırıcı ve varolduğu ortamla düşmanlaştırıcı bir rol sunuyordu. Ülkücü milliyetçilik ise siyasal İslamla karşılaştırıldığında görece daha esnek, "hayatın nimetlerine" kapalı olmayan bir alan açıyordu. Batılı gibi yaşamaya çalışan, buna özenen, ama aynı zamanda "milli" olanı da sahiplenen, Türklüğünü keşfeden ve bunda tatmin arayan bir tip oluşuyordu. Eklektik ve kaygan zeminde duran bir kimlikti bu.
Bu dönem, aynı zamanda batıcı/modernist bir kentli tepkinin de oluştuğu yıllardır. Taşraya ait olan her şeyin aşağılanmaya ve dışlanmaya çalışıldığı; kuşatılmışlık duygusuna bir tepki şeklinde gelişen ve "köylü kültürüne" karşı bir direnişin başladığı dönemdir. Dönüştürücü değil, dışlayıcı bir tepkidir bu. Dolayısıyla bu dönem aynı zamanda, "liberal" bir savrulmanın, bencilleşmenin, "yerli" olanı aşağılamanın, marka düşkünlüğünün, kişiliksizleşmenin yayıldığı ve bireyciliğin yüceltildiği bir süreçtir.
Yeni milliyetçi dalga
Bir süre sonra MHP'nin kapısına dayanan yeni dalga, ülkücü hareketi muhafazakâr taşra/kasaba milliyetçiliği ile büyük kent ya da "batıcı milliyetçilik" arasında sıkıştırmaya başladı. Aslında yeni dönemde her iki kanaldan da beslenen ülkücü hareket, iki dinamiği de içermeye çalışıyordu.
Bu iki eğilimin ara yüzeyinde ise başka bir "ülkücü tipi" daha vardı; lümpen, sokak kültüründen beslenen, şiddete ve suça eğilimli, mafya çeteleriyle iç içe geçen bir ülkücülük tarzı... Sonuçta ortaya, bir yanda sarkık bıyıklı, lümpen ve irili ufaklı çeteler halinde varolan bir ülkücülük; diğer yanda "iyi aile" çocuklarından oluşan ve muhafazakârlığın hayli uzağında kentli bir ülkücü tipi yan yana varoldu. Ancak, her iki tipolojinin de ima ettiği eğilim, harekete gerçek anlamda damgasını vuramadı. Taşralı özelliklerini yitirmeyen, muhafazakâr, İslami duyarlılıkları olan geleneksel ülkücülük varlığını ve ağırlığını korumayı sürdürdü.
Muhafazakar milliyetçilik
Sanılanın aksine ülkücü hareketi yükselten olgu batıcı/modernist milliyetçilik değildir. Giderek büyüyen gelir adaletsizliği, dışlanmışlık, küreselleşmenin yıkıma uğrattığı geniş yığınlar arasında biriken tepki, güçlü bir dip akıntısı olarak "Batı düşmanlığını" da geliştiren bir sonuç yaratıyor. Üstelik bu düşmanlık Batının ima ettiği bütün değerlere, örneğin 'insan hakları' ve 'demokrasi' gibi kavramlara da yöneliyor. Ve bu tepki, önce siyasal İslamı (1995), sonra da esas olarak taşra sağcılığına yaslanan ülkücü milliyetçiliği (1999) iktidara taşıdı. Aynı olgu, 3 Kasım 2002'de ise, söz konusu her iki siyasal hareketi de aşan ve fakat bir anlamda her iki akımın özelliklerini kimliğinde buluşturan İslamcı/muhafazakar bir partiyi AKP'yi büyüttü.
Sınıfsal bir eksenin kurulamadığı ve solun sahadan çekildiği bir dönemde; çevrenin/taşranın, en alttakilerin, "kendisini kötü hissedenlerin" ve kent yoksulların sosyal/sınıfsal konumlarıyla, seçmen davranışları arasındaki pozitif ilişki (1999 ve 2002 seçimleri), bu sonucu yeterince açıklıyor.
Cumhuriyetin belirleyici düzeydeki kurucu ilkelerinden biri olan milliyetçilik, modernist ve batıcı bir karaktere sahiptir. Daha çok kültürel ve hukuki bir içerikle tanımlanmaya çalışılan bu milliyetçilik, Kemalist modernleşme projesinin taşıyıcı kavramlarından biridir. Ve fakat, resmi milliyetçilik, bir sentez oluşturmaktan çok, eklektik bir yapıya sahiptir. Bu nedenle sol yorumları bulunduğu gibi, ırkçı-faşist açılımlara da yol veren bir yapısı ve kurgusu vardır. Oynak merkezli bir milliyetçiliktir bu. Bu yanıyla manevra alanı hayli geniş bir milliyetçiliktir bu.
Cumhuriyet milliyetçiliğinde kültürel bir millet tanımının yanı sıra etnik/soycu bir damar da hep varoldu. Kürt sorununun büyümesi, resmi milliyetçiliğin Türkçü/etnik yanını öne çıkardığı gibi, Kürt hareketinin geri çekilmesi ise kültürel-sosyolojik bir tanıma dönüş eğilimini güçlendirdi. Resmi ideolojideki bu salınım, ülkücü harekete de yakından etkiledi.
Ülkücü milliyetçilik
Ülkücü hareket, resmi milliyetçilik anlayışının bu eklektik özelliğinden sonuna kadar yararlandı. Onun etnisist yanını Turancı-Türkçü bir yoruma tabi tutarak uca taşıdı. MHP, Anadolucu ekolden pan-türkist çizgisiyle ayrıldı ve ırkçı-turancı çizgiyi izledi. Ülkücü hareket, 19. Yüzyılın sonunda bir burjuva devrimci bir akım olarak doğan ve uluslaşma sürecini ateşleyen klasik Türkçülükten de uzaklaştı.
Otantik Türkçülük, uygarlığın evrenselliğini benimseyen, kentli, aydınlanmacı ve kültürel bir millet tanımına yatkın olduğu halde, ülkücü hareket esas olarak taşra/kasaba milliyetçiliği üzerinden yürütülen muhafazakâr ve ırkçı bir yapıya sahip oldu. Bu yanıyla ülkücü hareket, Cumhuriyet milliyetçiliğinin batıcı ve modernist yanından uzak durarak muhafazakar bir zeminde konumlandı. Bu zemin ülkücü hareketi, ideolojik evriminin belli bir aşamasında İslamcılığa doğru taşıdı. Her iki hareketin tabanları arasındaki geçişkenliğin nedenini oluşturdu.
Diğer taraftan Pan-Türkçülük sanılanın aksine hiçbir zaman MHP'nin politik hattının gerçek anlamda belirleyici unsuru olmamıştır. Bu alanda oluşan yaygın edebiyata karşın Turancılık, ülkücü hareketin tarihinde daha çok ideolojik bir motif, bir propaganda malzemesi, birleştirici bir "kutsal hedef" ve oluşturulmaya çalışılan "ülkücü kimliğin" manevi bir unsuru olmak işlevini görür. Bu tutumda, devletin "milli güvenlik siyaseti" ile çelişmeme kaygılarının önemli bir rol oynadığı açıktır.
MHP nasıl yükseldi?
Güneydoğuda 15 süren "düşük yoğunluklu savaş" ve uzayan bu çatışma ortamının ekonomik, kültürel ve siyasal yapıda yarattığı tahribat; bu tahribatın toplumsal dokuda yol açtığı bozulma, ülkücü hareketi 1999 seçimlerinde başarıya taşıyan en önemli nedenler arasında sayılabilir. Devletin bütün ideolojik aygıtlarıyla dikey ve yatay olarak milliyetçiliği teşvik ettiği, büyük medyanın Türk olan her şeyi özel olarak yücelttiği, sokağın "milli" sembollerle ve üç hilalli bayraklarla işgal edildiği, toplumun şovenist bir kuşatma altına alındığı, asker cenazelerinin kalktığı ve nihayet ülkücü hareketin kendisini, "vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü savunan" yegane siyasi güç olarak Kürt karşıtlığı temelinde yeniden ürettiği bir tarihsel evrede 1999 seçimleri yapılmıştır.
Bu dönemde Refah Partisi (RP) - Fazilet Partisi (FP) oylarının (1999) Anadolu taşrasında büyük ölçüde MHP'ye kaydığı anlaşılmaktadır. Bu oy kayışında 28 Şubat sürecinin derin etkisinin bulunduğunu saptamak gereklidir. MHP, sistemle daha barışık olduğu şeklinde bir görüntü verdiği için muhafazakar/İslamcı eğilimde olan ve fakat sistemle çatışma riskini alamayan kesimlerin desteğini sağlamıştır. Servetin ve iktidarın kenarında kalan, siyasal ve iktisadi güç merkezlerine dahil olmaya çalışan taşra sermayesinin 1999'da MHP'ye yöneldiği, bir kez de bu partiyi denediği görülmektedir.
Bir dışlanmışlık ve kenara itilmişlik duygusunu yaşayan kitleler, aynı gerekçelerle 3 kasım 2002'de ise Adalet ve Kalkınma Partisi'ne (AKP) yöneldi.
Öte yandan MHP, 3 Kasım 2002'de büyük bir gerileme yaşamasına karşın, geleneksel oy havzası Orta ve Doğu Anadolu illerinde yine de yüzde 10'un üzerinde oy almayı başardı. Çünkü, MHP'nin ve ülkücü hareketin - bütün radikal ve faşist hareketler gibi - belli bir toplumsal tabana ve dinamiğe dayandığı gözardı edilemez.
MHP'nin seçimlerde temel toplumsal sorunlarla ilgili somut projelerden çok, kimlik politikasını eksenine alan bir yaklaşımla genel olarak Türklüğe hitap ettiği ve bu kimliğe oy istediği söylense de, en az bu yaklaşım kadar öne çıkan bir başka seçim siyaseti ise mağduriyet ve dışlamışlık temalarının işlenmesidir. Bu durumda ekonomik krizin derinleşme işaretlerinin büyüdüğü bir dönemde iktidara tırmanan MHP'nin, seçmen beklentileri ile sistemin ihtiyaçları arasında sıkışması kaçınılmazdı. Nitekim öyle de oldu.
Merkez sağın çöküşü
MHP'nin merkez sağdaki çöküşe de bağlı olarak beklenenin çok üzerinde oy alması, bir operasyon örgütü ve sokak gücü olarak gelişen bu partinin kentli orta-üst sınıfların, beyaz yakalıların, aydınların ve daha da önemlisi ordu ve büyük sermaye çevrelerinin öngörmediği/beklemediği bir anda iktidar ortağı olmasına yol açtı. Durumun farkında olan MHP; bir yandan egemen sınıflara güven verme, rüştünü ispatlama ve ülkeyi yönetme yeteneğine sahip olduğunu kanıtlamaya çalıştı; diğer yandan da büyük siyasal güçler arenasında kalıcı olduğunu gösterme çabasına girdi. MHP'nin "değiştiğine" ilişkin propagandanın temelinde daha çok bu kaygılar yatıyordu.
MHP'nin uyumlu, egemen sınıflara güven vermeye çalışan bir parti görünümü oluşturma çabalarına karşın; bu partinin sicili, alışkanlıkları, tabanının yapısı ve örgütsel refleksleri gibi nedenler, seçim sonrasında sistemin merkez güçleri arasında bir tedirginlik yarattı.
Seçimlerden sonra MHP tam bir açmaza girdi. Çünkü; boşalan 'merkez sağa' talip olduğunu söyleyen MHP ile bu partiye oy veren kitlelerin beklentileri arasında derin bir uçurum vardı. MHP merkeze yaklaşma stratejisi izledikçe kendi tabanının talepleriyle çatıştı, geleneksel çizgisine dönmesi durumunda ise merkez güçlerin tepkisiyle karşı karşıya kaldı.
MHP'yi gerileten etmenler
Reaksiyoner bir hareket olarak doğan MHP, kendi kimliğini karşıtına göre kuran; düşmanlaştırıcı ve çatışmacı bir politik kültür ve pratiğin içinden gelen bir harekettir. Örgütsel yapısı, gelenekleri, kadro bileşimi ve siyasal refleksleri bakımında bir sokak gücü ve operasyon aygıtı olarak şekillenmiştir. Gayri nizami harp örgütüyle içiçe geçmiş bir yapıdır. Açmazı buradadır. Özellikle, Soğuk Savaş döneminin kapanmasıyla birlikte 1990'lı yılların başından itibaren Türkeş'in öncülüğünde başlatılan yeniden yapılanma süreci; atılan bütün adımlara karşın tamamlanamamıştır. Bu süreç, Devlet Bahçeli'nin liderliğinde parti kanatları arasındaki hassas dengelere dayalı geçici bir uzlaşmayla sonuçlanmıştır.
İşte MHP'yi önce büyüten, sonra da çekirdek tabanına doğru daraltan, parti içindeki geleneksel yapı ile bu yapıyı görece değişime zorlayan dinamikler arasındaki çatışma ve salınımdır.
Komünizmin küresel ve ulusal ölçekte baş tehdit olarak algılandığı Soğuk Savaş döneminin bitimiyle birlikte; ülkücü hareket önce tarihsel olarak haklı çıktıklarına dair bir edebiyat üzerinde toparlanma yaşamasına karşın orta vadede hedefsiz kalarak boşluğa düşmüştür. Küresel ölçekteki bu gelişme, "Esir Türkleri kurtarma" ütopyasının da -Türki cumhuriyetlere yönelik bazı atraksiyonlardan sonra- çökmesine yol açmış, bu durum ülkücü hareketi siyasal alanda gereksizleşme tehlikesiyle karşı karşıya bırakmıştır.
MHP bu durumu görememiş, ülkede yaşanan büyük ekonomik yıkım ve bu yıkımın yarattığı derin yoksullaşmadan kendisini de sorumlu tutan seçmene, yine bir önceki dönemin söylemiyle seslenmeye çalışmıştır. MHP, izlediği "güven yaratma" siyasetinin bir sonucu olarak, kendisine oy veren kitlelerin beklentilerinden çok, büyük sermayenin ihtiyaçlarına uygun bir tutum takınmıştır.
MHP'nin geleceği
Bir önceki seçimlerde oylarını yüzde 143 oranında arttıran MHP, 3 Kasım 2002'de ise yaklaşık yüzde 150 düzeyinde güç kaybetti. Ancak, Demokratik Sol Parti (DSP), Saadet Partisi (SP) ve Anavatan Partisi (ANAP) ile karşılaştırıldığında, bu sonuçtan hareketle MHP'nin sandığa gömüldüğünü söylemek doğru olmayacaktır.
MHP'nin son seçimlerde aldığı yüzde 8,3 oranındaki oy düzeyi, aşağı yukarı ülkücü hareketin geleneksel gücünü oluşturmaktadır. Bu oran, MHP'nin 1995 seçimlerinde aldığı sonuçla (yüzde 8,5) hemen hemen aynıdır. Daha da önemlisi, 3 Kasım sonuçları, oran olarak MHP'nin 1979 ara seçimlerinde aldığı oylara da (yüzde 7,6) hayli yakın bir düzeye işaret etmektedir.
Bu rakamlardan iki sonuç çıkmaktadır: Birincisi, mevcut tablo ülkücü hareketin 12 Eylül'den sonra, özellikle 1990'lı yıllarda aldığı bütün oyları kaybederek çekirdek tabanına doğru daraldığını göstermektedir. İkincisi, 3 Kasım seçim sonuçları MHP'nin yüzde 7 ila 9 arasındaki bir oy oranının kararlılık kazındığına işaret etmektedir. Bu oran, yüzde 10 düzeyindeki seçim barajının hemen altındadır ve konjonktürel gelişmelere göre bu sınırı aşma potansiyeline sahiptir.
Merkez sağı MHP ile takviye etme projesi çökmüştür. Ancak, Bahçeli liderliğindeki MHP yeniden bir "takviye" sorumluluğuyla yüz yüze gelebilir. Kongre sonuçları bir de böyle okunmalıdır. Ve fakat, MHP merkez sağı takviye etmek için arkasından her itelenişinde yeni bir kriz yaşayacaktır. Önünüzdeki yıllar, MHP bakımından politik bir arayış ve iç mücadeleler dönemi olacaktır. (MY/NM)
* Makalenin bu ara başlıktan sonra gelen bölümlerinde yer alan kimi değerlendirmeler, benim daha önce yayımladığım bazı yazılarımda ve kitabımda (MHP Değişti mi? / Ülkücü Hareketin Analitik Tarihi, Gendaş Yay. Eylül 2002 İst.) daha kapsamlı şekilde işlenmiştir.(MY).
5