UEFA Kupa Finali'nin oynanacağı 19 Mayıs'a dek üç deplasmana daha gitmeyi umut ediyorum. Şimdi yolun tam ortasındayken bundan önceki deplasmanları yazmalı. Ama evvela, Ankara haricinde ikâmet edip taraftar olmak ne demek, onunla başlayayım.
Dijitürk Euro abonesi bir kahvemiz var Leiden'da: Osmanlı. Fakat müdavimleri, neden bilmem, Köylü diyorlar buraya. Çoğu Fener ya da Trabzon taraftarı. Bizim maçları Köylü'de seyrediyorum, ilk başlarda biraz zor oldu: "Tamam, Gençlerlisin de, ilk takımın ne?" Kardeşim, ne demek ilk takımın ne? Gençlerliyim diyorum ya işte! Ama gönül bağım olan bir ikinci takım daha soruyorsan, söyleyeyim: Göztepe!... Alıştılar zaman içinde. Şimdi takip bile ediyorlar.
29 Şubat 2004, Leiden. TRT 1'i dinliyorum. Günlerden pazar, hava güneşli. Yavaştan esen rüzgar, son deplasman dönüşü balkona astığım kırmızı-siyah bayrağı hafiften dalgalandırıyor. Çayım ocakta, naklen yayın az önce başladı. Takım Konyaspor'la oynuyor. Daha 4. dakikada bir tane yedik. Olsun, ziyanı yok. Birazdan toparlarız. Evet, her şey nasıl başlamıştı?..
28 Ağustos 2003, Ankara. 2002-2003 sezonunu (ne yazık ki!) üçüncü tamamladık, UEFA Kupası'nda oynayacağız.
Daha önce 19 Mayıs Stadyumu'nda iki uluslararası maç seyretmişliğim var. 1994-95 sezonunu beşinci bitirdiğimiz için o yaz Inter-Toto Kupası'nda oynuyoruz. 4-0'lık Hapoel ve 3-0'lık La Valetta Floriana maçlarında "gecekondu" tabir edilen, Gençlik Parkı'nı gören kale arkasındayım.
Ama UEFA başka. 2000-01'de Kayseri'de kaldırdığımız Türkiye Kupası sayesinde UEFA Kupası'na bir kez katılmışlığımız var gerçi. Ama ilk turdan çıkmayı başaramıyoruz. O yüzden bu sene mühim.
Kuralar çekilecek. Tribüne birlikte devam ettiğimiz arkadaşlarla Kızılırmak Sokak'la Olgunlar Sokağı'nın köşesindeki Kent Kıraathanesi'ne gidiyoruz. Biz vardığımızda sonuç belli olmuş: Blackburn Rovers!
"Tüh be" diye düşünüyorum, "çıka çıka ingiliz takımı çıktı". Zor olacak, ilk maç 24 Eylül'de Ankara'da. Ben 15 Eylül'de Hollanda'ya dönüyorum. Bir on gün daha kalsam? Hiç oluru yok. Blackburn'deki maça giderim öyleyse! Tabii ya!... Blackburn'e gitmek, Ankara'ya gitmekten daha kolay. Bu beni biraz teselli ediyor.
16 Eylül 2003, Leiden. İlk iş alkaralar.com üzerinden arkadaşlarla temas kurmak, İngiltere'de taraftarımız var mı? Ankara'daki ilk maç öncesinde Rovers taraftarlarıyla temasa geçerek bir taraftarlar arası dostluk maçı tertip edilmesine önayak olan Barış Karacasu, "asoe" takma adını kullanan üyemizin Londra'da mukim olduğunu bildiriyor. Nazik bir not yazıp derdimi anlatıyorum.
İkinci işim, Blackburn Taraftarlar Derneği'nin sitesine üye olmak. Benden önce bir sürü taraftarımız bunu yapmış bile. Taraftarlar arası dostluk maçının nasıl tertip edileceğine dair bir tartışma başlamış bile. Rovers taraftarlarına da kendimi tanıtıyorum. Blackburn'de buluşmak üzere sözleşiyoruz. Telefonlar alınıp veriliyor.
18 Eylül 2003. Bir telefon: "Ben Akşit Özkural. Londra'dan arıyorum." Asoe! 12 yıldır İngiltere'de. Talebe olabileceğini düşünmüştüm. Değil, Ankara Hukuk'u bitireli epey olmuş. Bankacı. Babası eski kaptanlarımızdan. Kendisi de vaktiyle kulübün basketbol takımında oynamış.
24 Eylül 2003. İlk Rovers maçını Köylü'de seyrediyorum. Önce alkaralar.com'a bakmıştım. Taraftarlararası dostluk maçı Ankara'da tam bir olay olmuş. Laf aramızda, bizimkiler galip. 19 Mayıs tribünlerinde, boyunlarında Gençlerbirliği kaşkolü, Rovers taraftarlarını seçiyorum. Devre arası Ankara'ya telefon: Tribünlerin sesi geliyor. Öyle coşkulu ki! Maç 3-1 bitiyor. Ertesi gün ilk işim, kısa bir tebrik mektubunu kulübe fakslamak.
6-14 Ekim 2003. Düzenli olarak Rovers taraflarıyla haberleşiyoruz. Ankara haricinde Londra ve Leiden'dan da iki taraftar geleceğini biliyorlar. Bilet benim için hâlâ bir dert. Elimde tutmadıkça içim rahat etmeyecek. Rovers taraftarlarından Paul, "emin ol, dert değil; bir aksilik çıkarsa, ben kendi biletimi sana vereceğim" diye yazıyor. Yola çıkmadan taraftarlar arası maçın rövanş saatini öğreniyorum. 14:00. Biraz geç başlarlarsa yetişeceğiz.
14 Ekim, Leiden -15 Ekim 2003, Blackburn. Maazallah uyur kalır, uçağa yetişemem diye yatmıyorum. Belli mi olur? Saat çalmaz; saat çalar, ben duymam... En temizi hiç yatmamak. Sabah Akşit abiyle sözleştiğimiz gibi, Londra'da, Liverpool Street tren istasyonunda buluşuyoruz. Birbirimizi tanımak hiç güç olmuyor. Kırmızı-siyah donanımımız kuvvetli.
Yıllardan beri tanış gibiyiz. Akşit abi bizim kulübün aile ya da yatılı okul hali diyebileceğim havasından bahsediyor. Manchester ardımızda kalana dek birçok Gençlerbirliği hikâyesi dinliyorum. Akşit abinin yaşım kadar taraftarlık hayatı var. Şöyle bir düşünüyorum: Ankara'ya 1990'da yerleşmişim. Fiilî sempatizanlığım aşağı yukarı iki sene devam etmiş. Sempatizanlıktan taraftarlığa terfi ettiğimden (1992-93 sezonu) bu yana da düzenli tribün mesaim var. Yani Ankara'dayken vardı.
Yolda dinlediğim hikâyelerden aklımdan hiç çıkmayacak olanı, Akşit abinin 1979'da henüz flört ettiği kız arkadaşıyla birlikte gittiği Kırıkkale maçı. O gün bir avuç Gençlerbirliği taraftarı staddan polis-jandarma koridorunda çıkıyor! Akşit abi maçtan sonra, "yahu, kızı getirmekle hata ettik galiba" diye kendini yiyor. Hikâyeyi ertesi sabah kahvaltıda bir de eşi Sema abladan dinliyorum: "Hoş adam, bu taraftarlığını da artık olduğu gibi kabul etmek lazım diye düşündüm."
Taraftarlararası maçın yapılacağı Rovers'ın idman sahası, Blackburn'ün dışında bir köyde. Haritalar, krokiler kucağımda; biraz dikkatli olursak, elimizle koymuş gibi bulacağız. Öyle oluyor. Sahaya girdiğimizde uzaktan el sallıyorlar. Maç başlamış. Televizyon kameraları var. Taraftarlararası maç Ankara'da olduğu gibi Blackburn'de de sükse yapmış.
Önceden haberleştiğimiz Rovers taraftarlarıyla tokalaşıyoruz: Paul, Steve, John Paul ve babası, diğerleri... Maçı bu sefer onlar alıyor. Fakat, gene laf aramızda kalsın, İngilizlerin tabiriyle "on the aggregate" -toplamda- biz galibiz.
John Paul'le birlikte stadın ana kapısından girdiğimizde, görevlilerden birinin yakasında bizim ve Rovers'ın amblemlerini taşıyan bir yaka iğnesi, bir diğerinin boynunda bizim kaşkolü görüyorum. Takımları getirecek otobüslerin gireceği, stadın özel park yerini işaret ediyorlar. Hoş bir jest daha.
Çıkışta bir kaşkolcuya denk geliyorum. Maç için bir "memorabilia" yaptırmışlar: Bir tarafı Rovers, diğer tarafı Gençler, altında maçın tarihi yazıyor. "Kaça" diyorum. 5 pound. "Bir tane versene." John Paul temkinli. "Nedir" diyorum, "pahalı mı?" "Yok" diyor, "normal. Bizim kulübün mağazasında da daha ucuza olmaz böyle şeyler." Onun takıldığı şey başka: Kaşkolün Rovers tarafına işlenmiş "Union Jack"i işaret ediyor: "Bu ne ya? Biz Britanyalı değiliz ki, İngiliz'iz!"
Bu kaşkolcuyla maç sonrası tekrar karşılaştığımızda takılacağım: "Ne o, malı bitirememişsin?" Önce tebrik edecek, sonra soracak: "Daha ister misin?" "Kaça vereceksin?" "Çifti 6 pound?" "Hayatta olmaz, üçüne 5 pound veririm!" ikiletmiyor. Kaşkollardan ikisini alkaralar.com'u var eden emekçilerden Bülent Atlas'la Ankara'ya gönderiyorum. Biri Tanıl'a, diğeri Barış'a!
Stadın altındaki Rovers taraftarlar kulübü Blues'a gidiyoruz topluca. İçeri girdiğimizde ilk ve tek hayal kırıklığını yaşıyorum. Tribünün üçüncü katındayız! Bu ne ya? Aklımda o ana dek seyretmiş olduğum İngiliz maçları var. Hani taraftarın kalenin hemen on metre arkasında olduğu maçlar.
Maçtan hemen önce Gençlerbirliği Taraftarlar Derneği başkanımız Doğan beyin de aralarında bulunduğu üç taraftarımız sahada. Flamalar değişiliyor; Rovers-Gençlerbirliği arasındaki dostluk perçinleniyor.
Biz yukarıda organize oluyoruz; maç başladığı an bizim tribün inliyor: "Burası Ankara, burdan çıkış yok!" Telefonlar geliyor. Güzel, sesimizi Ankara'ya duyurmuşuz. Akşit abiyle benim başımdaki mavi şapkaların ne olduğunu soruyorlar. Bu da bizden küçük bir jest: Blackburn Rovers şapkası, ikinci tezahüratımız vaktiyle Akşit abilerin 19 Mayıs'ta, maratonun sol göbeğinden bağırdıkları: "Gençlerbirliği!...İleriiii!"
Bunu 19 Mayıs'ta tekrar tutturabilir miyiz acaba? Maç kâbus gibi. Nasıl anlatayım? Şansımız yaver gitti desem olur mu? Maçın nasıl 1-1 sonuçlandığını hâlâ bilmiyorum. Ertesi sabah iki kilo gazete alıyorum. (Eve dönünce tarttım. Şaka değil, hakikat!) Bir kısmını kesip Ankara'ya gönderiyorum.
17 Ekim-26 Kasım 2003, Leiden. Kuralar çekiliyor: Sporting CP! Londra ve Ankara'yla konuşuyorum. Lizbon'a gideceğiz. Maçın 27 Kasım günü oynanacağını sonradan fark ediyorum. O gün ders anlatmam lazım! Bir ara çözüm icat ediyorum, allahtan doktora hocam halden anlıyor. 1967'den beri Celtic taraftarı. Fakat ne de olsa Hollandalı, millî takımlardan Ajax Amsterdam'ı destekliyor. Ayrıca ASC'nin de koyu bir taraftarı.
Çocukken kendisi oynamış. Şimdi de oğlu Otto'nun oynadığı 7-9 yaş grubunun teknik direktörlüğünü yapıyor. Çocukların deplasmanlı ligi var. Bir maçlarını seyrediyorum. ASC'de bir kıvırcık var, oğlan bayağı topçu. Maçtan sonra benim hocaya soruyorum: Şu kıvırcık diğerlerinden daha mı büyük? "Hayır" diyor, hafif sinirli, "annesi Latin Amerikalı, kanlarında var!"
Enrique'nin prensibi
Elimdeki formalardan ikisini İngiltere'de arkadaşlarıma bırakmışım. Sonuncu ekstrayı Meksikalı arkadaşım Enrigue Garcia'yla takas ediyorum. Bana karşılığında siyah bir Atlas (bilmeyen vardır belki diye: Atlas, Meksika'nın güzide kulüplerinden biri) tişörtü armağan ediyor. Takasın gerçekleştiği yer, Köylü. Birlikte Gençler-Beşiktaş maçını seyretmeye gitmişiz. O gün (9 Kasım, pazar) Osmanlı'da bir ahbabım daha var: Alekos Lamprou. AEK taraftarı. O da doktora hocam gibi Beşiktaş sempatizanı.
Enrique'nin ailesi İspanyol İç Savaşı'nda Cumhuriyetçilerin safında savaşmış. Mağlubiyetin ardından Meksika'ya göçmek zorunda kalmışlar. Komünist dede hâlâ hayatta ve inatçı, İspanya'ya tekrar bir kez olsun gitmemiş! Enrique'nin hem kendi ailesinden ötürü, hem eşi İspanyol olduğu için bir İspanyol pasaportu alma hakkı var, almıyor. Oysa doktora çalışmaları için Almanya'ya yerleşecek. Bir AB pasaportu, onu oturma izni için aylarca beklemekten kurtarır. Almıyor. Sebep, ideolojik. Pasaportunda kraliyet arması taşımaktansa, haymatlos olmayı tercih edermiş.
Ben Parma deplasmanındayken, o Valencia-Beşiktaş maçında, tribündeydi. Enrique'nin tavrını "anti-Madrid" olarak izah edeyim. Bu sezonki 1-1'lik Real Madrid-Valencia maçında da (15 Şubat) tribündeymiş. "Hayatımın en büyük maçlarından biri" diyor.
Bunlar 1-0 galipken hakemin 90. dakikada bir penaltı icat etmek için satın alınmış olduğunu yazdı bana. Bir de nasıl tezahürat ettiklerini: "[Real Madrid] iktidarın takımı ve halkın yüzkarasıdır!" (Bu tezahürat, Real Madrid marşının eğriltilmiş hali. Orijinali aşağı yukarı şöyle: "[Real Madrid] Savaşçı ve asil bir insandır!"
Sporting maçı yaklaşırken, Tanıl Bora, Yetkiner Mayda'nın koordinatlarını yazıyor. Bizim kulübün basın danışmanı Mayda. Yazıp kendimi tanıtıyorum, haberleşiyoruz. Takımın kalacağı oteli öğreniyorum. Bu sefer daha iyi coğrafya çalışmak lazım. Akşit abi gelemiyor. Lizbon'da tek başımayım. Hafızaya nakşedilecek kerterizler: Şehir merkezi, Jose de Alvalade Stadyumu, takımın kalacağı otel.
26 Kasım, Leiden -27 Kasım 2003, Lizbon. Bir önceki deplasmanda seyahat evveli uykusuzluğun iyi bir şey olmadığını tespit ettiğim için bu sefer gece yatıyorum. Hatta uyuyorum bile. Üç saat! Sabah indiğimde Lizbon'da hava pırıl pırıl. Şehir merkezinde bir otele yerleşip soluğu takımın kaldığı otelde alıyorum. Yanıma gerekli maç malzemesini almışım: Forma, kaşkol ve Blackburn'de Bülent'ten devraldığım koca bir bayrak.
Lobiye girdiğimde tanıdık yüzler görüyorum. Bir köşede İlhan Cavcav, Atilla Aytek ve Cem Onuk. Bu sefer taraftar getirilmemiş. Sadece kulüpte vazifeli olanlar, yöneticiler ve eşleri. Ben bilet almak üzere stada doğru yola çıkarken, bizim topçular lobide volta atıyor.
It's Alright Ma, l'm Only Dreaming
Jose de Alvalade'yi görüp hayran kalmamak elde değil. Bir ara notu: Henüz içine girip maç seyretmiş olmasam da, Amsterdam'da Ajax'ın stadyumu Arena'yı biliyorum. İlk gördüğümde ondan da çok etkilenmiştim. Fakat Alvalade, muhteşem.
Gene de, bugüne dek gördüklerim içinde en çok sevdiğim stadın Alsancak olduğunu teslim etmeliyim. Bir gün kendi kulübümün de Alsancak benzeri bir stada sahip olmasını can-ı gönülden istiyorum. En çok 10 bin kişilik. Bu uzun süredir Gençlerbirliği'nin gündeminde esasen. Fakat arazi bir sorun.
Bilet gişeleri çoktan açılmış. Konuk takıma ayrılan yerden bilet istediğimi söylüyorum. Sorsam mı acaba? "Benden başka bilet alan var mı?" Gülerek "yok" diyorlar.
Maçın başlamasına üç buçuk saat var. İlk bir saati stadın altında geçiriyorum: Muhtelif dükkanlar, her yaştan insanın maçtan önce vakit geçirebileceği bir sürü eğlence yeri, lokantalar, büfeler... Köfte-ekmek ve bira alıp bir masaya ilişiyorum.
Maça çoluk çocuk, ailecek gelenler akşam yemeklerini yiyorlar. Hepsi ful aksesuar, dede-nine-baba-anne-çocuklar ve torunlardan müteşekkil bir aile yaklaşınca, masamı onlara devrediyorum. Bir süre şu hayalle oyalıyorum kendimi: Bizim de böyle bir stadımız olsa -ebat hususuna yukarıda temas etmiştim, derdim bu değil-, mesela ben de maça annemi alıp gelsem...
Hayal güzel, fakat beni teselli etmiyor. Kalabalık dayanılır gibi değil. Zira hepsinin Sporting taraftarı olduğu, bir süre sonra tribüne doluşacakları fikri çok korkutucu. İçeri girip yerime oturuyorum. Kalenin on metre arkası! O bölüm tamamen bizim. Ama koskoca stadda görevlilerden başka Allahın kulu yok. Sonraki bir buçuk saat boyunca da olmayacak!
Ya kimse gelmezse? Neden sonra aşağıdaki görevliler arasında bir hareketlenme... İçeri üç kişi alıyorlar. Ohh! İkisi Lizbon'da mukim, diğeri Almanya'dan Portekiz'de çalışan abisinin yanına gelmiş. Ödülünü maçtan sonra staddan sırtında Mustafa Özkan'ın formasıyla çıkarak alacak!
O arada takım da sahaya çıkıyor, ısınmak için. Yetkiner Mayda bize doğru tribüne geliyor. Zaten ondan sonra bizim tribün kalabalıklaşıyor. Bayram tatilini Portekiz'de geçiren Türkiyeli bir turist kafilesi var. Lizbon'da çalışan üç kişi daha geliyor, iki de yüksek lisans öğrencisi. Bir de nazarlık olarak üstümde taraftar formam, boynumda kaşkolumla ben!
İyice aşağı inip bayrağı sete asıyorum. Set, en münasip kelime. Zira sahayla aramızdaki mesafe kısa, ama arada bir hendek var!
Sporting'in birbirinden farklı bir sürü taraftar grubu var. Bizim hemen solumuzda Direttivo XXI, biraz daha yukarıda Torcida Verde.
Torcida Verde'nin pankartları muhteşem. "Yeşil taraftar." Fakat taraftar kelimesinde bir nüans var. Torcida, Portekizce değil, Brezilyaca! Üst-orta sınıf, sesli tezahüratta pek bulunmayan taraftarlar bunlar. Tüm bunları ertesi gün tanışacağım Sporting taraftarı Francisco Nascimento'dan öğreneceğim.
Karşı taraftaki kale arkasında Juve Leo, 76. Genç aslan. 76 tesis tarihi. Francisco bunlardan. Maç başlamadan önce Direttivo XXI'den bir taraftar gelip kaşkolümü istiyor. "Maçtan sonra" diyorum. Anlaşıyoruz, inanılır gibi değil, ne zaman dönüp arkama baksam, onu bizim tribünün bittiği yerde bekler görüyorum. Fakat sözüme sadığım.
Devre arasında en az on kişi geliyor kaşkol için. Tribünde başka yok ki! Ankara'dan gelenler bizim tam çaprazımızda, balkondalar. Maç bitmek üzere, ben kendimden geçmişken, bizim tribünün ikazıyla geri dönüyorum. Aralarına girmiş bir Sportingliyi işaret ediyorlar. Oğlan kaşkolü istiyor. Veremem ki! Fakat bizim taraftar öyle bastırıyor, oğlan öyle ısrar ediyor ki! Gözlerim benim oğlanı arıyor, yok. Nasıl olur? Bir yandan da artık kaşkol falan umurumda değil, maçı almak üzereyiz. Teslim olup takası kabul ediyorum. Sahaya döndüğüm an, omzuma bir el dokunuyor. "Bana söz vermiştin." Neredeyse ağlayacak. N'apacağım şimdi? Üstümdeki formayı da çıkarıp ona veriyorum. Böylece bir Sporting kaşkolüm daha oluyor.
Maç 0-3 bitiyor, ilk maç Ankara'da 1-1 bitmişti.
Tur bizim. Maç bittiği an bir şeyler oluyor. Sporting taraftarı beyaz mendiller sallıyor, bizi alkışlıyor. Francisco söyledi. Fernando Mendes, takımın başına gelmeden önce Benficalı olduğunu beyan etmiş. O yüzden taraftarlar arasında hiç sevilmiyor. Topçular tribüne geliyor. Benim kulüp bayrağı haricinde, Lizbon'da yaşayanların getirdiği birkaç küçük Türkiye bayrağı var. Bunlar topçulara atılıyor. Alanlardan biri, galiba El Saka. Serkan da orada, işte o an benim bayrağı havada uçarken görüyorum. Zaman duruyor...
Ersun hoca da tribüne gelmiş, benim bayrağı istiyor. Taraftarlardan birisi, galiba turist olanlardan, bayrağı kaldırıp atıyor. Ya durun, n'aptınız? O bayrak hacı, daha gezecekti!
Şehir merkezine Sporting kaşkoluyla dönüyorum. Metrodan çıkarken kızlı erkekli genç bir grup sırıtarak bana bakıyor, içlerinden biri laf da atıyor. Anlamak güç değil, bu çocuklar Benficalı! Müstehzi bir ifadeyle çıkartıp pasaportumu gösteriyorum. Bana sataşanın adı Nünü. Şiddetli bir kahkaha patlatıyor. Yukarıda grup 15 kişiyi buluyor. Benden bir kuşak küçükler.
Aralarında tek bir Sportingli var: Claudia Hernandez. Tribünde değilmiş. Leiden'a döndükten sonra ona maç fotoğraflarını göndereceğim. Sabaha dek Baxia denen bölgede sürtüyoruz. 05:00 civarında beni otele bırakıyorlar.
Telefonla uyanıyorum. Türkiye'den arkadaşlar arıyor. Blackburn'den de John Paul mesaj atmış, tebrik ediyor. Kendime gelip sokağa çıktığımda ilk iş Ankara'yı aramak oluyor, ikincisi, gazete almak. Bu sefer taneyle alıyorum, kiloyla değil.
O akşam, sadece yukarıda bahsettiğim ve o günden beri düzenli yazarak Gençlerbirliği galibiyetlerini tebrik eden Francisco'yla tanışmıyorum. Jose Nunes ve Ricardo da var (maalesef soyismini hatırlamıyorum). Aynı yaşlardayız ve dört farklı takımın taraftarıyız.
Jose Portolu, Ricardo Benfica! Francisco Benfica'nın Salazar takımı olduğunu anlatırken geliyorlar. Ricardo, hemen müdahil olup "mevzuya böyle dar politik, sınıfsal ayrımlarla bakılamaz" diyor: "Artık biz Salazar'ın takımı değiliz, bir. Ayrıca biz her zaman şehir yoksullarının takımıydık, iki. Sporting kendisine baksın. Onlar da karışık." Benim aklımda Ankaragücü-Gençlerbirliği taraftar profilleri dönüyor.
Jose de boş durmuyor: "Lizbon takımlarını boş ver. Portekiz'in gururu Porto!" Birbirleriyle dalaşmaya başlıyorlar. Ben önümüzdeki turda Benfica'yı istediğimi söylüyorum. Ricardo, "beş çekeriz" diyor.
Gecenin galibi, Jose. Bir ara ortalıktan kayboluyor. Döndüğünde bana bir armağan getirmiş: Bir Porto forması! (22 numara, Jorge Costa.) Ben şimdi nasıl mukabele edeceğim? Aklıma otelde bana armağan edilen Gençlerbirliği rozeti geliyor. Jose'nin yakasına takıyorum. Böylece tamamen sivil kalıyorum. Bayrak, kaşkol, forma, rozet... İşte tüm alamet-i farikalarımı Lizbon'da bırakıyorum.
12 Aralık 2003, Leiden. Kuralar çekildi. Yeni rakibimiz AÇ Parma. Akşit abiyle telefon trafiği tekrar başlıyor. Bu sefer gelecek, Sema ablayla birlikte.
25 Şubat 2004, Miian-Parma. Sabah inip çok oyalanmadan trenle Parma'ya geçiyorum. Takımın kaldığı oteli öğrenip stadın yerine bakıyorum. Takım Lizbon'da şehir merkezine uzak, stada yakındı. Bu sefer ikisine de uzak. Ben gene şehir merkezine yerleşiyorum.
26 Şubat 2004, Parma. Öğle vakti. Belediye stadı Ennio Tardini'nin önündeyim. Şehrin göbeğinden yürüyerek 15 dakika. Tren istasyonundan yarım saat çekiyor. Tam bir mahalle stadı havasında. Aklımdaki en yakın örnek, Cebeci Stadı. İn cin top oynuyor.
Saatin 13:00 olmasını bekliyorum. Gişeler o vakit açılacak. 15 dakika kala Akşit abi telefon ediyor. Milan'a varmışlar. "Sizi istasyondan alacağım" diyorum. Saat 15:30. Akşit ağabeyi son anda yakalıyorum: Büyük taraftar! Sarılıyoruz.
Başkan Skoko'yu niye öptü?
Otelde buluşacağız, stada birlikte gidilecek. Lobide Ersun Hoca'yla burun buruna geliyoruz. Otelin önünde takım stada uğurlanırken, başkanın önce kaptan Ümit'i, sonra Skoko'yu öpüp onlara bir şeyler söylediğini görüyorum. Bir işaret mi? Maçın 59. dakikasında bunun bir işaret olduğundan hiçbir şüphem kalmayacak.
Kar başlayalı tam iki saat oldu. Otobüslere doluşup Gençlerbirliği marşları dinleyerek stadın yolunu tutuyoruz. Herkesin neşesi yerinde. "Deplasman takımı"nın taraftarları daha ortalarda görünmüyor.
250 kişinin üstündeyiz. Yavuz Donat, aramızdaki birçok gazeteciden biri. Ona göre sayı, 268! Buna topçular ve teknik heyet de dahil. Başkandan uçakla Ankara'dan gelenlerin sayısını almış olmalı. Fakat eksiği var. Kaç kişiler, bilmiyorum, fakat aramızda İtalya'dan gelenler var. Ayrıca karşı tribünde de "Forza Türkiye!" pankartı açmış 15-20 kişilik bir grup daha. Pankart tam olarak şöyle: "Boğaziçi Spor Kulübü, Anadolu'nun gururu Gençlerbirliği'ne başarılar diler!"
Her yer bembeyaz. Öten telefona bakıyorum: İzmir'den, kardeşim Işık. "Seni tribünde gördüm. Bence sizin maç başlamayacak!" Tam o an Akşit abi "maç ertelenebilir" diyor. Peki, ne olacak? Bu, eve dönüp hava düzeldiğinde 19 Mayıs'a tekrar gelmek gibi değil ki! Bizim kulübede bir hareketlenme var. Yüzler gülüyor. Maç başlayacak.
Pınarbaşı, burma, burma...
İlk devre çok sağlam oynuyoruz. İkinci devrenin başlamasına bir dakika kala bizim müdafaa edeceğimiz kalenin ceza sahasında bir hareketlenme var. Aaa, İtalyanlar bizim ceza sahasındaki karı kürüyor. Vaziyeti işaret eden Akşit abi. Sema abla, "ne kadar art niyetlisin Akşit" diyor. Ben de aynı tepkiyi gösteriyorum. Şimdi karşı tarafı da temizlerler. O arada kale arkasındaki Parma taraftarları kalecimiz Botonjic'e kartopu atıyorlar. Bir Parmalı topçu tribünlere koşup taraftarları yatıştırıyor. Düdük çaldı, ikinci devre başlıyor. Bizim ceza sahası pırıl pırıl. Akşit abiye, "kusura bakma, haklıymışsın" diyorum. Demiştim zaten: O benden kıdemli!
Golden sonra aşağıdan yukarı doğru organize oluyoruz. Beste: Pınarbaşı! Her maçtan insanın aklında silinmeyen görüntüler kalır. Bu maçtan bana yadigar kalan, başlama vuruşundan hemen evvel bizimkilerin karlarla kaplı sahada birbirlerine sarılarak oluşturdukları çember.
Maçtan sonra önce otele, sonra tribün grubumuzla yemeğe gidiyoruz. Otelde Valencia-Beşiktaş maçının skoruna bakıyoruz, ilk yarı bitmiş, 2-2. Tribündeki Enrique'yi düşünüyorum. Biz yemekteyken Rovers taraftarları namına John Paul'den gene tebrik mesajı geliyor.
Ertesi gün sadece iki gazete aldım: Gazzetta di Parma ve La Gazzetta dello Sport! Başarıya mı alıştım, nedir? İkincisinin bizim maç haberine şu başlığı attığını görüyorum: "Parma'da Sibirya soğuğu ve Türk hamamı!"
29 Şubat- 2004, gece, Leiden. Konyaspor maçı biteli saatler oldu. Skor 4-1. Yarın tüm gazeteler "Gençlerbirliği UEFA yorgunu" yazacak, ikinci Parma maçını beklemeye başlıyorum.
* Özgür Gökmen'in yazısı, Post Express'ten kısaltılarak alıntılandı. Post Expres'in 20 Mart/20 Nisan tarihli sayısında, "Önder Babat'ın kaza sonucu ölümü"; "Express yerel seçimlerin nabzını tutuyor: Ankara, Kocaeli, İzmir, Eskişehir, Diyarbakır"; "ÖDP Genel Başkanı Hayri Kozanoğlu'yla Demokratik Güçbirliği üzerine"; "Esenyurt'ta sosyalist aday: Sakine Gürbüz"; "Yunanistan'da milliyetçilik"; "Zaman Makinası"; "Kıraat"; "Kadir Konuksever"; "Ders kitaplarında insan hakları" ve "Müzik Dolabı" başlıklı bölümleri de okuyabilirsiniz.