8 Ocak 1996’da Evrensel gazetesi muhabiri Metin Göktepe, Ümraniye Cezaevi'ne düzenlenen operasyonda öldürülen tutukluların cenazesi sırasında haber yapmaya çalışırken yüzlerce kişiyle birlikte gözaltına alındı ve Eyüp Kapalı Spor Salonu'na getirildi. Burada polisler tarafından dövülerek öldürüldü, cesedi spor salonu yakınlarına atıldı.
Yetkililer çelişkili açıklamalar yaparak sorumluluktan kaçmaya çalıştı: İstanbul Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar ve Başbakan Tansu Çiller, Göktepe’nin gözaltına alınmadığını; Eyüp Cumhuriyet Savcısı Erol Canözkan gözaltına alındığını ancak sonra çay bahçesinde otururken fenalaşarak sandalyeden düştüğünü; İçişleri Bakanı Teoman Ünüsan ise spor salonunun duvarından düşerek öldüğünü iddia etti.
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, kendisiyle Göktepe hakkında konuşmaya giden gazetecilere "Cinayeti polis işlemiştir tabirini beğenmiyorum. Hadiseleri kendi sınırları içinde mütalaa etmeliyiz’’ demişti.
O sıralar Yeni Yüzyıl’da çalışan gazeteci Ahmet Şık, Metin Göktepe’nin yakın arkadaşıydı. Şık, ilk tepkilerinin cinayeti protesto etmek için eylemler yapmak olduğunu, ancak yetkililerin yalan beyanlarını duyduktan sonra tanıkları bulmak için kapı kapı dolaşarak cinayeti aydınlatacak haberler yapmaya çalıştıklarını anlatıyor.
350 avukat, otobüs dolusu gazeteci
Kampanya kısa sürede kitleselleşti, sadece gazeteciler değil avukatlar da Göktepe’nin katillerinin peşine düşmüştü.
350'nin üzerinde müdahil avukat, İçişleri Bakanı, İstanbul Emniyet Müdürlüğü yetkilileri ve olay günü Eyüp’te görev yapan polisler hakkında ‘kasten adam öldürmek’ gibi bir dizi suçtan soruşturma açılmasını istedi.
Dava başladıktan sonra yüzlerce gazeteci, meslek örgütü temsilcisi, Emeğin Partisi (EMEP) üyesi ve insan hakkı savunucusu otobüslere doluşarak önce İstanbul'dan Aydın'a, oradan da yine güvenlik gerekçesiyle Afyon'a taşınan Göktepe Davası’nı 30’a yakın duruşma boyunca kesintisiz takip etti.
Hürriyet’ten Show TV’ye, Star’dan Cumhuriyet’e...
Ekim 1996’da Aydın’a giden gazetecilerden Ragıp Duran, Cumhuriyet’in davayı izlemek için altı kişilik bir ekip görevlendirmesini olumlu bir gelişme olarak nitelendirerek o günlerde basın ve düşünce özgürlüğüne yönelik üst üste ihlallerin ana akım medyanın da tepkisini çektiğini belirtiyor:
‘’Hürriyet’ten Show TV’ye, Star’dan Cumhuriyet’e kadar uzanan bir yelpazede medya, basın ve düşünce özgürlüğünden söz ediyor … Göktepe davası olumlu bir şekilde sonuçlanırsa, ardından Musa Anter, Hafız Akdemir, Namık Tarancı, Uğur Mumcu, Çetin Emeç, Turan Dursun’ların katillerini de sanık kürsüsüne çıkarmanın zamanı gelecek.’’[1]
‘Devlete kabul ettirdiğimiz ilk gazeteci cinayeti olmuştu’
Göktepe'ye şiddet uygulayan beş polis ‘kastı aşan şekilde insan öldürmek’ (öldürme niyeti bulunmadan, taksirle) ve ‘faili belli olmayacak şekilde insan öldürmek’ suçlarından yedi yıl altı ay hapis cezasına çarptırıldı. Bir polis memuru ise Yargıtay'ın kararı bozmasından sonra 20 ay hapis ve beş ay kamu hizmetinden uzaklaştırma cezası aldı.
Sanıkların bir kısmı bir buçuk yıldan az süre cezaevinde tutuldu, ancak 2000'de yürürlüğe giren Şartlı Af Yasası cezaların tamamlanmasına engel oldu.
Göktepe'nin öldürüldüğü gün yüzlerce kişinin gözaltına alınması talimatını veren dönemin Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar ve diğer kamu yetkililerinin yargı önüne çıkarılmadığını, polislerin de gereken cezayı çekmediğini belirten gazeteci Ahmet Şık, her şeye rağmen davayı bir başarı olarak nitelendiriyor:
‘‘Mücadele sayesinde devlete kabul ettirdiğimiz, örtbas edilemeyen ilk gazeteci cinayeti Metin’inki olmuştu. Metin’in failinin devlet olduğunu bilmek, Kürdistan’daki gazeteci arkadaşlarımızın katilinin de farklı olmadığını insanların kafasına kazıdı.’’
Göktepe’nin davası, gazeteciler arasında bir dayanışma oluşmasına, Gazeteciler Meclisi gibi örgütlenmelerin filizlenmesine de vesile olmuştu.
Ahmet Şık: ‘Herkes kişisel takvimini duruşma günlerine göre programlıyordu’ Metin’le çok yakın arkadaştık, öldürüldüğü sırada Yeni Yüzyıl’daydım. Çok sayıda gazeteci cinayeti ve tutuklamaya tanık olduğumuz korkunç bir dönemdi, bırak işkenceyi sokak infazları bile olağandı. Ama Güneydoğu’dakilere geniş taban ‘Onlar zaten PKK’li’ diye bakıyordu, gerçeğin farkında değildi. Metin sosyalist basında çalışan sosyalist bir gazeteciydi ama ana akımda çalışan yakın arkadaşları vardı. Çok insancıl bir adamdı, her türlü eylemi kovalayan, göz önünde birisiydi. Bu sefer herkesin gıyabında tanıdığı, ‘meşruiyeti olan’ birisi ortadan kaldırılmıştı yani. Dava, ana akımda çalışan genç muhabirlerin de sahiplenmesiyle bu kadar görünür olmuştu. Herkes kişisel takvimini duruşma günlerine göre programlıyordu. Aynı gün Özdemir Sabancı öldürülmüştü, o bile Metin’in cinayetini gölgeleyemedi. Sabancı’nın haberine gitmelerini isteyen haber müdürlerine karşı çıkıp Adli Tıp önünde Metin’in cenazesini beklemişti muhabir arkadaşlar. 90’larda Kürt ve sosyalist gazeteciler öldürülürken en büyük hatalardan biri meslek örgütlerine aitti, o zaman devletle aynı dili kullanıyor ve ‘gazeteci değil terörist’ diyorlardı. 90’larda Kürt gazetecilere sahip çıkılsaydı 2000’lerdeki gazeteci tutuklamaları da yaşanmayabilirdi. Ancak en doğru tepkiyi veren ÇGD (Çağdaş Gazeteciler Derneği) olmuştu, TGC’nin (Türkiye Gazeteciler Cemiyeti) başında olan Nail Güreli’nin de hakkını ödeyemez kimse. |
Elif Ilgaz: ‘Metin’den sonra polisin gazetecilere tutumu değişmişti’ ‘’Metin öldürüldüğünde mesleğe yeni başlamıştım, Coşkun Aral’la ‘Haberci’de yönetmen yardımcısıydım. Sonrasında muhabir olarak Yeni Yüzyıl’a geçtim ve duruşmaların haberlerini yaptım. Abim Kerem Ilgaz Cumhuriyet’teydi, Metin onun yakın arkadaşıydı. O gün birlikte gözaltına alınmışlar, o sıralar Yeni Yüzyıl’da olan Murat İnceoğlu da var, birlikte polis barikatından geçiriliyorlar fakat polis Cumhuriyet’ten olduğunu duyunca Kerem’i bırakıyor, Murat’ı da almıyor. Gözaltı sonrasında bütün akşam Evrensel’den arkadaşlardan haber almaya çalıştık Metin bırakıldı mı diye. Sonra o korkunç haberi aldık. Yetkililer Metin’in gözaltında değil düşerek öldüğü yalanını söyleyince Kerem de ifade verdi, gözaltına alındığına dair şahitlik etti ve sonuçta kabul etmek zorunda kaldılar. Davayı sahiplendim çünkü her şeye birebir şahit olmuştum. Aileyle yakınlaştık, Fadime Ana hep dimdik durdu, annemiz oldu. Afyon’da duruşmalara giderken aile gazetecilerle aile aynı otobüste seyahat ederdi, son derece iptidai koşullarda dokuz saate yakın yol gidilirdi ama şarkılar türkülerle ailenin moralini yüksek tutmaya çalışırdık. Başta Evrensel’den arkadaşlar ve yayın yönetmeni Fatih Polat, Nazım Alpman, Celal Başlangıç, Murat İnceoğlu, Ahmet Şık, Hatice Tuncer, Mete Çubukçu, Senem Ilgaz, Emine Algan, Mehmet Güç, Faruk Arhan hatırlayabildiklerimden bazıları… Mutlaka birkaç yerde aramadan geçerdik ve taciz olurdu. Duruşmalarda salon hep tıklım tıklımdı, hep birileri dışarıda kalırdı. Gazeteciler bu davayı çok sahiplendiği için sadece kendi gazetelerinde değil başka gazetelerde de çıkarmak için çaba sarfettiler. Sonuçta Metin sosyalist basındandı, ana akımdan değildi, davası kolayca unutulabilirdi ama öyle olmadı. Polislerin ceza almaları bir ilk olmuştu, yeterince cezalandırılmasalar da büyük bir başarıydı. Metin’in hikayesinin görünür olması polisin gazetecilere tutumunu da değiştirmişti. Medya da artık polis şiddeti konusunda daha duyarlıydı. Ancak Güneydoğu’daki gazeteciler için bir şey değişmedi, örneğin Metin Göktepe’deki tavrına rağmen Yeni Yüzyıl Kürt basınının yaşadıklarına hiç duyarlı değildi, Özgür Gündem’in maruz kaldığı baskılar hala ana akım gazetelerde yer bulamıyordu. Benzer bir dayanışmayı ancak yıllar sonra Ahmet ve Nedim tutuklandığında gösterebilecektik. |
[1] Ragıp DURAN (2000). Medyamorfoz, Avesta, İstanbul, s.182.