10-17 Aralık Dünya İnsan Hakları Haftası kapsamında hem Türkiye’de hem de dünyada insan hakları mücadelesinin yaşadığı krizler üzerine Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Genel Başkanı Dr. Metin Bakkalcı ile konuştuk.
Bakkalcı, hem Türkiye’de hem de dünyada insan haklarına dayalı rejim fikrinin ciddi biçimde aşındığı, kuralsızlık ve keyfiyetin bir yönetim pratiğine dönüştüğünü belirtti. Bakkalcı’ya göre, bugün gelinen aşamada insan haklarını kurucu bir ilke olarak yeniden ele almak politik değil, yaşamsal bir zorunluluk.

10-17 ARALIK: 'HAK'SIZ DEĞİLSİNİZ
Hak mücadelesi geleceğinin temel dayanakları: Karanlık ile direniş aynı anda var olabilir mi?

10-17 ARALIK: 'HAK'SIZ DEĞİLSİNİZ
Osman Kavala: Kalıcı barış ve gerçek demokrasinin ilk şartı haklara saygı

10-17 ARALIK: 'HAK'SIZ DEĞİLSİNİZ
İHD Eş Genel Başkanı Oya Ersoy: Haklar istisna, ihlaller kural haline geldi

10-17 ARALIK: ‘HAK’SIZ DEĞİLSİNİZ
Tahmaz: Kürt barışını toplumsallaştırabildiğimiz ölçüde yol alacağız

10-17 ARALIK: 'HAK'SIZ DEĞİLSİNİZ
Şebnem Korur Fincancı: 'Toplumsal iyilik' isteyenlerin ortak mücadelesine ihtiyaç var

10-17 ARALIK: 'HAK'SIZ DEĞİLSİNİZ
"İnfaz sisteminde 'mahpus hakları insan haklarıdır' ilkesi esas alınmalı"
İnsan hakları mücadelesiyle yollarınız nasıl kesişti? İnsan Hakları Haftası kapsamında, mücadele yolculuğunuzun dönüm noktalarını paylaşır mısınız?
Kendimi öteden beri pek çok açıdan şanslı hisseden ve böyle yaşayan bir insanım. 1970’leri yaşama imkânım oldu. Öğrenimim nedeniyle 1974’te Ankara’ya, Hacettepe Tıp Fakültesi’ne geldim. Bugünden geriye dönüp baktığımda, o günleri daha iyi anlamlandırabiliyorum. O dönemin öğrenci hareketi içerisinde, “öğrenim özgürlüğü, can güvenliği” temel sloganı eşliğinde kendimi ait hissettim ve bu doğrultuda çaba gösterdim.
“Öğrenim özgürlüğü” ve “can güvenliği” meselesi aslında insan haklarının bir bütün olduğunu gösteriyordu. Bunun ne kadar kıymetli ve ne kadar temel bir hak olduğunu bugün çok daha iyi kavrıyorum. İnsan haklarıyla tanışmam da bu süreçte gerçekleşti. Bir tıp fakültesi öğrencisi olarak bu sorunlara bizzat tanık oldum; okulumuz, üniversite dışından geldiği açık olan silahlı kişi ve gruplar tarafından sık sık baskına uğruyordu. Bu kabul edilemez bir durumdu. Doğal olarak biz Hacettepe öğrencileri, bu silahlı kişilerin okulumuza girmesini engellemek için mücadele verdik.
"Teorisini çalışırken hedefi de oldum"
Daha sonraki yıllarda, 1980’e doğru bir hekim adayı olarak çok sayıda insanın işkenceye maruz kaldığını gördüm ve bu başvurularla yakından ilgilenmeye başladım. Bu dönem, bugün işkence görenlerin tedavisi ve rehabilitasyonu alanında çalışan bir vakfın başkanı olmama giden yolun da başlangıcı oldu. 1980 öncesinde, tıp öğrencisiyken işkencenin etkilerinin nasıl azaltılabileceği üzerine çeşitli bilimsel çalışmalar yürüttüm.
Darbeden sonra, 1986 yılında ben de yaklaşık beş buçuk yıl cezaevinde kaldım. Teorisi üzerine çalıştığım bu süreci bizzat deneyimlemiş oldum. Hapishaneden çıktıktan sonra, işkence konusunda teori ile pratiği birleştiren biri olarak kendimi, kadınların öncülüğünde işkence ve diğer kötü muamelelerin sonlandırılması için mücadele eden insanların arasında buldum. Yaklaşık 39 yıl önce derneğimiz kuruldu. Ben de o günden bugüne bu mücadelenin bir parçası olarak katkı sunmaya devam ediyorum.
Uluslararası araştırmalarda da bugün hem Türkiye’de hem de dünyada insan hakları açısından bir gerime kaydedilmiş durumda. Siz bu anlamda içinden geçtiğimiz dönemi nasıl tariflersiniz?
Yakın tarihin belki de en kötü dönemlerinden birini yaşıyoruz. Türkiye’de de dünyada da insan haklarına dayalı bir rejim fikri büyük ölçüde ortadan kalkmış durumda. Bugün esas olarak bir kuralsızlık, keyfiyet ve belirsizlik rejimiyle karşı karşıyayız. Bu kuralsızlık, mevcut iktidarların kendi varlığını güçlendirmesinin ve sürdürebilmesinin temel araçlarından biri hâline gelmiş durumda.
"Tarihsel bir kavşaktayız"
Varlıkların büyük çoğunluktan alınarak küçük bir azınlığa devredilmesi üzerine kurulu ekonomik düzen de bu tablonun bir sonucu. Bu süreçte derinleşen tahribat, sosyal hakları giderek buduyor. Gelinen noktada, yurttaşların yalnızca sosyal yaşamlarını sürdürebilmeleri değil, biyolojik olarak varlıklarını devam ettirebilmeleri dahi yaşamsal bir sorun hâline gelmiş durumda.
Bu nedenle bugün verilen mücadele artık yalnızca insanla sınırlı değil; aynı zamanda gezegenin bütününü koruma mücadelesi. Çünkü insanla birlikte gezegen de yok oluyor ve gerçekten tarihsel bir kavşakta bulunuyoruz.
"Bu bir oyun değil"
Türkiye'de barışın ve demokrasinin bu denli gündem olduğu günlerde hak ihlallerinde geri adım atılmış değil. Hak örgütleri bu ihlalleri hem belgeliyor hem de raporluyor. Küresel ölçekte de tablo benzer. Sizce hak savunucularının demokrasi mücadelesine yaklaşımları nasıl olmalı?
Silahlanmanın en hızlı gerçekleştiği yıl Stockholm Enstitüsü'nün verilerine göre 2024'tür. Silahlanmadaki harcama oranı 2024'te yüzde 9.4 arttı. Sadece Türkiye’de değil dünyada da bütün temel haklarımız dediğimiz eğitim, sağlık, barınma gibi haklar başta olmak üzere buralardan kısıp, silahlanmaya harcayacaklar. Bu nedenle böyle bir kavşakta, insan haklarını kurucu bir unsur olarak ele alınması yaşamsal. Bu bir oyun değil. Eğer biz bu gidişatı döndüremezsek hakikaten tahayyül edemediğimiz acılar yaşanacak. Örneğin Gazze, oradaki her bir insanın acısını hissetmek lazım.
"Haklar müzakere konusu olamaz"
Türkiye’deki sürece baktığımızda ise, bugün silahlı bir örgütün silah bırakması hayati bir öneme sahip ve kıymeti bilinmelidir. Bunun güvence altına alınması için çaba gösterilmelidir. Hangi gerekçe ile olursa olsun silah tutan taraflar görüşmeliler. Silah bırakma meselesi aynı zamanda Kürt meselesinin çözümü doğrultusunda ciddi bir olanak sunuyor. Ama silah bırakmanın tek başına kendisi, Kürt meselesinin çözümü anlamına gelmiyor. Dolayısıyla Kürt meselesinin çözümü için başta kimlik hakları olmak üzere ekonomik, kültürel, hukuksal ve siyasal hakları kapsayan bir programa ihtiyaç olduğu da aşikârdır.
Kürt meselesiyle birlikte aynı zamanda bütün meselelerin çözüme kavuşması için demokrasinin kendi başına bir değer olduğu anlayışına dayanan bir demokratikleşme programının da gerektiği söylemek gerekir. Hakların ayrımsız olarak herkes tarafından kullanılması, güvence altına alınması ve özgürlükler meselesi ülkesel olarak bir mutabakat ve müzakere konusu olamaz.
(AB)



