El Kaide liderlerinden Halid Şeyh Muhammed'in 1 Mart 2003 tarihinde Pakistan'da yakalandığını duyuran haberler i izleyen günlerde, bir televizyon söyleşisinde Alan Dershowitz ile CNN sunucusu Wolf Blitzer ve İnsan Hakları İzleme (HRW) örgütünden Ken Roth arasında şu diyaloglar geçiyordu:
Blitzer - Alan Dershowitz, pek çok izleyicimiz, işkence yapmanın doğru olduğu zamanlar vardır demenize şaşıracaktır. Şimdi o doğru zamanlardan birinde miyiz?
Dershowitz - Sanmıyorum. Bu öyle tipik bir patlamaya hazır bomba vakası değil. En azından, bilebildiğimiz kadarıyla. Elbette burada bir yumurta-tavuk meselesi var: O [Halid Şeyh Muhammed] bize bilgi vermediği sürece bunun bir patlamaya hazır bomba vakası olup olmadığını bilemeyeceğiz. Ve herhalde, bazı uç yöntemlere başvurmadığız takdirde o da bize bilgi vermeyecektir. Burada asıl mesele, alt düzeydeki insanların işkence yapmasına asla izin vermemeliyiz. Eğer işkence, bir son çare olarak yapılacak ise, açık yapılmalıdır; hesabı verilebilecek bir biçimde, ABD Başkanı'nın izni ya da Yüksek Mahkeme'nin kararı ile. Ama şu anda böyle bir durumda olduğumuzu sanmıyorum.
Blitzer - Ama, nasıl bilebilirsiniz?
Dershowitz - Eh, yakın da olabiliriz.
Blitzer - Alan, onun şu anda böyle bir patlamaya hazır bomba hakkında bilgisi olmadığını nereden biliyorsun? Onun da içinde yer aldığı, New York ya da Washington'a yönelik bir plan olmadığını? Zamana karşı bir durum olup olmadığını? Eğer biliyor olsaydın, eğer bundan şüpheleniyor olsaydın, başkanın işkence izni vermesini isteyecektin.
Dershowitz - Bilmiyoruz ve tam da bu yüzden bir işkence izni işimize yarardı. Bu durumda hükümet de, bu korkunç, korkunç işkence yönteminin uygulanması için ortaya somut kanıtlar koyma yükümlülüğü altında olacaktı. Ölümcül olmayan işkenceden söz ediyorum. Cenevre Anlaşması'nı ihlal edecek, tırnağın altına steril bir iğne batırma mesela. Ama biliyorsun, dünyanın her tarafında ülkeler Cenevre Anlaşması'nı ihlal ediyorlar zaten. Bunu gizlice, ikiyüzlüce yapıyorlar. Eğer biz de bunu yapma durumuna gelirsek, ve şimdi bunun böyle bir durum olup olmadığını bilmiyorum, sanırım bunu hesap verebilir bir biçimde, açıkça yapmak isteyecek ve ikiyüzlülüğe başvurmayacaktık.
Evin kutsal sınırları ve istikbalin mutlu toplumu
Bu konuşmalardan sonra İnsan Hakları İzleme örgütünden Ken Roth da konuşmalara katılıyor, uluslararası hukukta işkenceye hiçbir koşulda izin verilmediğini belirtiyor ve şunları söylüyordu:
"Eğer işkence izni diye bir şey olacaksa neden bir terörizm izni de olmasın? O zaman bırakalım teröristler de çıkıp neden terörizme izin verilmesi gerektiğini anlatsınlar."
Dershowitz'in cevabı şöyleydi:
"Aslına bakarsan, bunu yapmadık değil. Elbette yaptık. Savaşlarımızın hepsinde sivil hedefleri bombaladık. Dresden'de bunu yaptık. O kurallara aykırı bir biçimde Vietnam'da yaptık. Yani biliyorsun değil mi, kitaplarda kurallar olması ve o kuralları sistematik olarak çiğnemek sadece hor görmeye yol açıyor. Gerçekten içinde yaşayabileceğimiz kurallar olması daha iyi.."
İkili arasındaki diyalog şöyle sürüyordu:
Dershowitz - Sana bir soru sormak istiyorum. Patlamaya hazır bir bomba vakası olsaydı, bizim görüşlerimizden bağımsız olarak, CIA o insanlara işkence yapmayacak mıydı? Ya da bizim için onlara işkence yapsınlar diye bu işi, dostlarımız Ürdün, Filipinler ya da Mısır'a ihale etmeyecek miydi?
Roth - İşkenceyi bizzat yapmak ile bir başkasına ihale etmek arasında fark yok. Her ikisi de yasaklanmıştır.
(Sanki Dershowitz Roth'a bu konudaki fikrini, işkenceyi birilerine "ihale etme"nin daha yasal olup olmayacağını sormuştu.)
Dershowitz - Ama yapıyoruz.
Roth - Bu durumda -- kanunların bazen ihlal edildiği gerçeği, bu ihlali bazı yargıçlardan izin çıkartıp meşrulaştırmayı isteyeceğin anlamına gelmez. Bak, hep ABD Yüksek Mahkemesi'ni düşünüyorsun. Ama ABD'de uyguladığın her kural dünyanın her yerinde de uygulanmak zorundadır. Çinli yargıçların, mesela Müslüman muhaliflere işkence yapılmasını onaylamasını mı istiyorsun?
(Roth belli ki ulus merkezli bir insan hakları izleyicisi değildi, Çin'i ve diğerlerini de düşünüyordu.)
Dershowitz - Farketmez. Onlar zaten işkence yapıyorlar. Şimdi de yapıyorlar.
Roth - İşkenceye kapıyı bir kez açtın mı, işkenceyi bir kez meşrulaştırmaya başladın mı, mutlak tabuyu yıktın demektir. Başkan Bush konuşmasında söylemişti, Saddam Hüseyin'in çeşitli işkence yöntemlerini tarif ederken; demişti ki, "Bu şeytanlık değilse, o zaman şeytanlığın herhangi bir anlamı yoktur."
Münazaranın bu aşamasında referans olarak "Amerikan başkanı"nı öne süren Roth, son olarak şunları söyleyecekti:
"Eğer işkence ile ilgili temel bir yasağı ihlal edeceksek, terörizmin sahte mantığını onaylıyoruz demektir. Bu durumda, sonunda savaşı kaybederiz."
Roth bir "savaş"tan söz ediyordu. Bu savaşı kazanmak ya da kaybetmekten söz ediyordu. Bir "biz"den söz ediyordu. Ve sanki öyle bir tabloya bakıyordu ki, o tabloda bir tarafta evlerindeki insanlar, bizler, bir tarafta işkenceciler vardı. Önemli olan, işkencecilerin evlerimize girmesine engel olunmasıydı. Hatta tam olarak bu bile değil de, işkencecilerin evlere girmesinin kanun dışı olmaya devam etmesiydi. ABD ya da Çin'de, işkenceciler evlerin meşru sınırlarından içeri adım atamamalı, attıklarında da bu gene, "kanunların bazen ihlal edilmesi" vakalarından biri olarak görülmeliydi. İşkenceyi yasaklayan kanuna sımsıkı tutunduğumuz ölçüde de işkencecilerin evlere girmesi zorlaşacak, hatta belki giderek imkânsızlaşacaktı.
Roth'un baktığı tablonun geleceğinde, evlerin ışıkları, evlerin bahçelerinde oynayan çocukların yüzlerindeki mutluluk ve huzur insanın içini ısıtabilirdi. Bir de sokağın öbür tarafında yere çömelmiş boş boş oturan, somurtkan tipler vardı. Gölgelere gizlenmiş hayata küs bu tipler, ne zamandır işini yapamaz hale gelmiş ve toplumdan dışlanmış işkencecilerdi. Bir zamanlar onları besleyen ve işlerini yapmaları için onları gizlice ve ikiyüzlüce bazı evlere sokan patronları, Roth gibiler yüzünden zamanla köşeye sıkışmış, bu gizli ve kirli işlere bir son vermişlerdi. Artık dünyada işkence yok, mutlu insanlar ve mutsuz işkenceciler vardı. Ki ikinci gruba da, belki tablonun bir sonraki halinde görülebileceği gibi, başka meslekî beceriler kazandırılacak ve onlar da mutlu toplumun bir parçası olacaklardı.
"İntihar bombacılarını caydırmanın tek yolu"
İşkencenin sadece meşrulaştırılmasını değil, kanunîleştirilmesini de savunan, işkencenin "üst düzeyde insanlar" tarafından, başkan izni ya da mahkeme kararı ile, ikiyüzlülüğe başvurulmadan ve açık yapılmasını savunan Alan Dershowitz, ABD'nin en saygın hukukçularından biridir. Harvard Üniversitesi'nde öğretim üyesi olan Dershowitz 'in, Oxford University Press ve Yale University Press de dahil pek çok saygın yayınevi tarafından basılmış kitapları bulunmaktadır.
"Meşru ve kanunî işkence" düşüncesini ilk kez 1998'deki İsrail ziyareti sırasında ortaya atan Dershowitz gibi "uç yöntemler"in meşruluğunu savunan bir başka saygın Amerikalı hukukçu ise Nathan Lewin'dir. Lewin, ortaya çok basit bir mantığa dayanan şöyle bir fikir atmaktadır: "Madem teröristler bizim yakınlarımızı öldürüyorlar, biz de onların yakınlarını öldürebiliriz. Bu, intihar bombacılarını caydırmanın tek etkin yolu olacaktır."
Lewin, Mayıs 2002'de Shma'da " İntihar saldırısı katillerini caydırmak " başlıklı makalesinde şöyle yazıyordu:
"İsrail ve ABD, intihar saldırılarını gerçekleştiren suçlulara, anne babalarını ve kardeşlerini beraberlerinde patlamanın olduğu yere getirmişler gibi davranılacağını açıklasaydı ne olurdu? İntihar saldırısı katilleri, bombayı patlattıklarında sadece kendi hayatlarını ve tanımadıkları (ama gene de nefret ettikleri) pek çok insanın hayatını almakla kalmayacaklarını, aynı zamanda babalarının ve annelerinin, erkek ve kız kardeşlerinin hayatlarını da alacaklarını bilmeliler. Sivilleri öldürülen ya da sakatlanan bir ulus, 'hedefli suikastler' ya da başka yöntemlerle, intihar bombacılarının yakın akrabalarını infaz etmede özgür olmalıdır."
Lewin makalesinde şu soruyu da soruyordu: "Son olarak, Yahudi kanunları ve gelenekleri, masumların böyle cezalandırılması kabul eder mi?"
Cevabı şöyleydi:
"Tevrat, İsrail'in varlığına yönelttikleri tehdit nedeniyle belirli ulusların (Amelek bunlardan biridir), kadınlar ve çocuklar dahil topluca yok edilmesini emretmiştir. Başka bir caydrıma yöntemi kalmadığında, kendini savunma, genellikle kabul edilemez olarak değerlendirilen yöntemlerin kullanılmasını gerektirmektedir."
Lewin makalesini şu cümlelerle tamamlıyordu:
"Bazı insanların ancak şimdi kabul etmeye yanaştığı, ulusal kimlik kartları ve konuşmaları dinleme önerileri (hatta Alan Dershowitz'in Jerusalem Post'un 11 Mart 2002 tarihli nüshasında önerdiği, Filistin köylerinin 'otomatik olarak' yok edilmesi), beyin kanserinin aspirinle tedavisi anlamına gelmektedir. Bunlar duruma göre terörist planları bozsa da, terörist tehdidine karşı güçlü bir etki yaratmayacak şeylerdir."
Lewin'in yalnızca fazlaca açık sözlü ve fazlaca radikal bir insan olduğu düşünülebilir. Ama o, Washington DC'nin en tanınmış avukatlarından biridir ve 70'lerin sonlarında, İsrail adına casusuluk yaptığı şüphesiyle hakkında soruşturma açılan Dr. Stephen Bryen'ı savunan avukat da kendisidir. O zaman ABD Senato Dış İlişkiler Komitesi'nin Adalet Bakanlığı yetkililerine soruşturmayla ilgili kritik belgeleri görme izni vermeyi red etmesinin ardından "Büyük Jüri tavsiyesi" sonuçsuz kalmış ve soruşturma kapanmıştı. Kararı veren Philip Heymann (Adalet Bakanlığı Suç Dairesi Başkanı), Nathan Lewin'in okul arkadaşı ve ABD Yüksek Mahkemesi'nden çalışma arkadaşıydı.
Ayrıca , Forward dergisi muhabirine göre, Alan Dershowitz, Abraham Foxman'la birlikte, Lewin'in önerisinin terörizmi durdurmak için bir politika oluşturmaya yönelik meşru bir çabayı temsil ettiğini düşünmektedir .
"Yeni vali" ve "subay"ın sonu
"Patlamaya hazır bomba vakası"nın ne zaman karşılarına çıkacağını tam olarak bilemeyeceği halde ve tam da bu yüzden "işkence" izni istemesi ile (hükümetin sırtındaki, böyle bir izin için somut kanıtlar gösterme "yükü"nün altını çizse de) Dershowitz, Kafka'nın Ceza Kolonisi'ndeki (Penal Colony) "subay"a benzetilebilir.
Hikâyenin bir yerinde subay, "mahkûm"u 12 saatte yüzlerce iğneyle küçük delikler açarak yavaş yavaş öldürecek -ve vücuduna suçunu bir cümle olarak işleyecek- makineyi çalıştırmadan önce "gözlemci"ye şunları söyler:
"Ceza kolonisinde ben yargıç olarak görev yaparım. Genç olmama karşın. Çünkü tüm cezai durumlarda eski valinin yanıbaşındaydım ve makineyi de en iyi ben biliyorum. Kararlarımın arkasındaki ilke şu: Suç, her zaman şüphenin ötesindedir. Başka mahkemeler bu ilkeye bağlı olamaz, çünkü o mahkemelerde çok sayıda yargıç ve o mahkemelerin de üst mahkemeleri vardır. Burada durum bu değil, en azından eski vali zamanında bu değildi. Yeni olan, işlerime karışmaya niyetli olduğunu gösterdi zaten, ama şimdiye kadar onu başımdan savmayı başardım; bundan sonra da başaracağım.."
Sonra da "yargılama süreci"ne ilişkin olarak şunu ekler:
"Eğer önce adamı alıp sorguya çekmiş olsaydım, bu sadece karışıklığa yol açacaktı. Yalan söyleyecekti. Eğer ben o yalanlarını çürütebilmiş olsaydım, yeni yalanlar söyleyecek ve bu böyle devam edecekti. Ama işte, şimdi o elimde ve onu bırakmayacağım.." *
Dershowitz'in bir "yargısız infaz" olarak "ölümcül olmayan işkence"deki yaklaşımını, Lewin'in bir "yargısı infaz" olarak "ölümcül suikast"inin tamamladığı da söylenebilir.
Peki ama, süreçteki meşruiyetlerine -münazaraya büyük bir enerjiyle katılarak- sahip çıkan iki birey, Dershowitz ve Lewin'in karşısında yer alanlar ne yapmaktadır? Bu iki birey ile politik ve ideolojik olarak aynı çemberin içinde yer alan "Başkan"a referans vermek, "yargısız infaz savunuculuğu"nu ayıplamak ve yol gösterici ya da yatıştırıcı olmaya çabalamak dışında?
Süreçteki "yargısız infaz" gerçeğinin de, onun meşruiyetler ve hukuk açısından savunuculuğunun da, süreçteki başka şeylerle herhangi bir ilişkisi yok mudur? Mesele sadece, binlerce yıldır süregelen "ihlaller"e, işkence uygulamalarına, yargısız infazlara bugün yenilerinin eklenmekte olması mıdır? "Yakınların da öldürülmesi meşruiyeti"ne bugün karşı çıkmanın, mesela 16. yüzyıl İngiltere'sinde buna karşı çıkmaktan bir farkı yok mudur?
Herhalde 2003 martındaki münazarada Ken Roth, varlığı ve dile getirdiği argümanlarla Dershowitz'in hızını kesebileceğini umuyordu. Ama kesememişti. Herhalde 2004 sonbaharında İstanbul'da düzenlenen "İnsan Hakları'nda Yeni Taktikler" sempozyumuna katılan bazı konuşmacılar da Dershowitz'lerin hızını, varlıkları ve argümanlarıyla kesebileceklerini umuyorlardı.
Argümanlardan birinde, "Paranın gücünü kullanmak" başlıklı sunumda toparlanan bir argümanda şöyle deniyordu:
"Para güce sahiptir; bu güç, değişimin lehine de kullanılabilir, aleyhine de. Paranın el değiştirme yollarını incelemek, paranın gücünün değişim lehine nasıl kullanılabileceği hakkında fikir verebilir. Ulusal ölçekte finans kuruluşlarından, Dünya Bankası'na kadar bütün bankalar ve bunlara ek olarak, finans kuruluşlarının hissedarları, insan haklarını ihlal eden ya da standartlara aykırı davranan kamu veya özel sektör girişimlerine yatırım yapmama gücüne sahiptir."
Sempozyumun önde gelen konuşmacılarından Murat Belge ise "yeni taktikler"le ilgili olarak bir röportajda şunları söylüyordu:
"Daha önceki dönemlerde insan hakları Türkiye'deki siyasi mücadeleler çerçevesinde makbul bir kavram değildi. Sol açısından da çok kabul edilen bir kavram değildi. Bir burjuva kavramı olarak görülüyordu. Ama ondan sonra, biraz da paradoksal bir şekilde, 12 Eylül koşulları bunu bir dava haline getirme misyonunu solun üzerine bıraktı. Çünkü başka bunu dava haline getirmeye niyetli kimse yoktu ortada. Onun için de insan hakları solun programının bir parçası oldu. Bu yüzden, dediğin gibi bir özdeşleme var. Hatta hem bir özdeşleme hem hâlâ bir hafif bir tedirginlik de var birçok solcunun üzerinde. Acaba bu doğru mu falan gibilerinden. Mesela insan hakları içinde mülkiyet hakları da vardır, şimdi bunu kabul edecek miyiz gibilerinden, böyle soruları var birçok solcunun hâlâ var, biliyorum. Şimdi tabii solculuk yaparken biz hepimiz, solculuğu da bir hayli dar kalıplar içinde yapıyorduk. Bize de böyle ufuk açıcı bir egzersiz her bakımdan gerekli.."
Öte yandan İstanbul'daki sempozyuma katılan konuşmacılar arasında biri de vardı ki, onun amacı herhalde Dershowitz'lere argümanlarını siper etmek değildi. Bu kişi, Amerikan büyükelçisi Eric Edelman'dı.
"Karşıdakiler"in durumunda geçmeden önce, Ceza Kolonisi'nin finaliyle ilgili bir not:
Subay, yeni vali ile şartların artık geri dönülemez biçimde değiştiğine ve gözlemciden yardım da alamayacağına son bir kez ikna olduktan sonra makineye kendini bağlar ve makineyi çalıştırır. Hükâyenin diğer üç karakteri olan gözlemci, asker ve mahkûm, iğnelerin subayın her yanında delikler açtığı ve onu yavaş yavaş öldürdüğü saatler boyunca duruma müdahale etmeyecek, farklı duygularla da olsa, sadece olup biteni izleyeceklerdir.
* "The Metamorphosis and Other Stories" (Dover Publications, 1996, s. 57-58)
______________________________________
Sıradaki Öykü: İnsan Haklarında "Eski Taktikler"