Geçtiğimiz haftadan beri bir nostalji rüzgarına takılmış gidiyorum. Rüyalarımda hortlayan adamlar, gün içinde dalıp dalıp gitmeler, hatırlamama imkan olmayan çocukluk günlerinin kurgulanmış özlemi ruhumu deşip duruyor. Hayatımın düzenini bozmaya karar vermemin ya da inanılmaz canımı yakan sol alt dişimin bu işte parmağı var mı diye düşünürken, bir arkadaşım beni aydınlattı: Merkür geri çekiliyormuş, 19 Haziran’a kadar. Ve nasıl bir hadiseyse, beraberinde acısıyla tatlısıyla geçmiş günleri de getiriyormuş. Çevremde yaptığım ufak bir yoklama, teşhisi doğruladı; meğer eski defterleri açan bir ben değilmişim.
Merkür’ün bu hareketi hayatımı alt üst ederken, geriye kalan günleri kazasız belasız atlatmak için kendimi popüler kültürün kollarına bıraktım. Yaşasın milyonları fetheden Sex and the City!
Bu dört kadınla tanışıklığım geçen kışa uzanıyor, aslında bir hayli yeni. Beyaz atlı prens sendromu üzerine tez hazırladığım dönemde, arkadaş baskısına dayanamayarak ve biraz da utanarak başlamıştım diziyi izlemeye. Utancımın nedeni, her ne kadar pek izlememiş olsam da, içimdeki muhafazakar yanın dizinin içeriğini onaylamamasıydı.
Bugüne bugün kutsal aşka, her ne kadar vuslata ermese de, inanan biri olarak; seks ve aşkı ayrıştırmak, tıpkı porno gibi, algı sınırlarımı epey zorluyordu.
Sex and the City'le Pangaltı sokakları New York oldu
Velhasıl üniversitemizin kütüphanesinden başım öne eğik aldığım dvd’leri, gizli saklı izlemeye başladım. Ve birkaç bölüm sonra korktuğum başıma geldi, şeytana uyup kendimi kötüye bıraktım. İşte o an, içimdeki muhafazakarı tozlanmak üzere hızla rafa kaldırıp, kendimi New York’un hayal kırıklığı ve umutla dolu kollarına atmayı istedim… New York, New York!
Bir süre sonra diziye öyle bir kapıldım ki, arkadaşlara sürekli işim var yalanını söylüyor ve akşamları kendimi Sex and the City’le besliyordum. 6 sezon bir çırpıda bittiğindeyse acayip bir şeye dönüşmüştüm. Gereksiz bir özgüven akıyordu üstümden, Pangaltı sokakları gözüme New York gibi görünüyor ve kulağımda hiç durmayan bir fon müziği dans eder gibi yürüyordum. Köşedeki manavdan, bindiğim taksinin şöförüne herkesle flörtleşebilirdim; çok mutluydum.
İşte böyle bir yalan bu Amerikan rüyası sevgili okuyucular, insanı bu kadar densizleştiriyor. Mesela arkadaşlarınızın özel hayatını deşifre edip, sadece moda dergileri okuyarak yazar oluyor ve yüksek topuklara yatırılacak çuvalla para kazanıyorsunuz. Gerçek aşka olan inancınızı kaybetmezseniz, eninde sonunda doğru adamı buluyor ve sonrasında da çok ama çok mutlu olabiliyorsunuz. Ya da yalnızlık sizi değil, siz yalnızlığı seçiyorsunuz.
Film izleyiciye pek birşey vaat etmiyor
Işıltılı dünyalar, şıkır şıkır elbiseler, pahalı kokteyller, taş gibi adamlar olsa olsa bir modern zaman masalının öğeleri olmalı. Zaten kızların giydiği o incecik topuklu ayakkabılarla yaz kış demeden adeta uçar gibi yürümesi, filmi aslında romantik-komediden fantastik kategorisine taşıyor.
Oyuncularla yapılan uzun anlaşmalar sonucunda çekilen film, sinema sanatı açısından izleyiciye pek bir şey vaat etmiyor, zamanlama hataları da tuz biber.
Ama diziyi izlemiş ya da merak eden bir grup masal dünyası kadını için, filmde verilen mutlu son önemli.
6 sezon boyunca bir o yana bir bu yana sürüklenen Carrie ve Big, yani yüce aşkın günümüz veçhesi, nihayetinde vuslata eriyor. Elbette, bir şeyler eksik kalarak.
Mutlu aşk yoktur!
Telli duvaklı gelin olma hayallerinde, kendi mutlu sonunu hazırlayan Carrie düğün günü eşsiz gelinliği ve kafasına kondurduğu –zavallı- bir kuşla damat tarafından terk edilince birinci gong çalıyor. Mutlu aşk yoktur!
Sonra hüsranla geçen mevsimler bize aşkın tekinsizliğinin cisimleşen hallerini sunuyor.
Ama film bu ya, aşıklar tekrar karşılaşıyor. Bu defa, birbirlerini kırmadan birlikte mutlu sona gidiyorlar. Belediyede kimsecikler olmadan kıyılan sade bir nikahla dünya evine giriyor ve sonsuza dek mutlu yaşıyorlar. İkinci gong, mutlu son vardır, lakin hep bir şeyler eksik!
Peki nerede kaldı, o Sex and the City kadınının görkemi, 40 gün 40 gece sürecek düğün, çatlasın düşmanlar benim de artık bir kocam var haykırışları…
Charlotte’u saymazsak, filmin genel havasında hep bir geçmişe özlem var. Kolay değil tabii, kadınların yaşı kırka dayandı. Hatta, maşallah Samantha ellisini kutladı.
Ama yine de Carrie’nin yaptığını aklım almıyor. Hayatının on güzel yılını çer çöp eden bir adamla, onun sınırları içinde varolmaya çalışmanın nasıl bir açıklaması olur?
Merak etmeden duramıyorum, acaba o da mı Merkür’ün etkisi altındaydı bu evliliğe karar verdiğinde? (EK/NZ)