* Fotoğraf:Sedat Suna
Seray Şahiner son romanında bir kadının yaşamını adım adım okuyucusuna takip ettiriyor. Mercan, romanda yaşadığı sıkıntıları ve yalnızlığı kimi zaman mizahla, kimi zaman umursamaz bir tavırla yok etmeye çalışıyor.
Şahiner, okuyucusuna bir kadının yaşamının toplumsal baskılarla ne denli zorlu olduğunu anlatırken bir yandan da yaşadığımız kentin nasıl değiştiğini, çirkinleştiğini resmediyor. Roman tüm bu sıkıntıları anlatırken, kitabının sonunda da şu soruyu okuyucusuna soruyor:
“Bu düzen nasıl değişecek?”
Seray Şahiner ile Can Yayınları’dan çıkan “KUL” isimli yeni romanını konuştuk.
Romanın karakteri Mercan hem çaresiz hem de yaşadığı hayata şükrediyor kendi içinde. Kitabı okurken ben kararsız kaldım. Siz yazarken hangisine daha çok inandınız?
Umut sus payına da dönüşebiliyor inada da… Mercanın umudu, kimi zaman umut etmekten başka çaresi olmamaktan. Hatta en büyük mücadeleyi umut etmeyi bırakmak için veriyor. Önce kocasına, evde bir nefes diye bakmış, o gidince televizyona, evde bir ses diye…
Mercan’a göre; “Umut etmek iyiydi, insanın içinde bir ses oluyordu.” Aslında umut dediği şey, medet ummak. Ben Mercan’ın dileme halinin inatlı bir umuda dönüşmesini istedim. Kitabın sonuna doğru da bunu Mercan’ın öfkesiyle sağlamaya çalıştım.
Anlatı boyunca, daha kötüsünden korktuğundan mecburen haline şükrettiği durumlar da var. Mizahla bunlarla baş etmeye çalışıyor. Mizah, içinde bulunduğu mevzuya bir mesafe koyarak bakmasını sağlıyor. O mesafeden bakarak, neye öfkelenmesi gerektiğini kendi gülüşünden öğreniyor Mercan. Bence çıkış noktası o öfkenin getirdiği inatta. Biraz taraf tutarak, hatta dışardan bakan gözlere karşı savunarak yazdığım bir karakterdi.
Mercan’ın, ona dünya diye sunulan bütün o paravanı yıkacak öfkeye sahip olması gerektiğine inanıyorum. Mercan mizahıyla öfkesini birleştirip o paravana omuz atacaktır.
Romanı ortaya çıkarırken özellikle davranışlarını takip ettiğiniz bir tanıdığınız var mıydı? Yoksa bu herhangi bir kadının yaşam mücadelesi mi?
Bir dolmuş yolculuğu esnasında yanıma genç bir kadın oturdu, tanışmıyoruz. Çantasından bir takım kağıtlar çıkarıp, “Şunları okusana benim okumam yok” dedi. “Sesli oku, sesli, ben de duyayım.”
Anlatmaya başladı. Kanser için hastaneye test yaptırmaya gidiyormuş. Bunu bir başlık değil bir detay olarak verip geçti. Sevgilisiyle aynı evde yaşıyormuş. Adam akşama kadar yiyip içip yan gelip yatıyor, kadın da evlere temizliğe giderek adamın geçimini sağlıyormuş. Zaten adam buna bir güleryüz bile göstermiyormuş. “Beni sevse, kendi yan gelip yatıp beni el alemin evini temizlemeye yollamazdı di mi?” dedi. Büyük bir gürültüyle anlatıyor. Dolmuştakilerden ve benden “Hayır. Bu adam seni seviyor” onayı bekliyor sanki. Yine soruyor. “Sevse, kıyamazdı bana, di mi?”
Sağlığıyla ilgili test yaptırmaya gidiyordu ve onun için önemli olan, birilerinin dönüp sevildiğini onaylamasıydı. Kadının önem sırasından çok etkilendim. Mercan’ın çıkış noktası bu oldu. Umarım o beş dakikalık yol arkadaşım sağlığına kavuşmuştur.
Romandaki Mercan Türkiye’de toplumun içerisinde kadınların yaşadığı özgürlük ve baskı arasında kalmışlığı mı anlatıyor?
Mercan, ömrünü “el alem ne der” diye evhamlanarak geçirip, aslında o el alem tarafından bir şey denecek kadar bile önem verilmeyen, görmezden gelinenleri temsil ediyor. Mercan’ın varlık çabası, sadece hayatını idame ettirmek değil. Yaşadığını ispat etmek. Bunun da ancak, birileri onu dikkate alırsa olacağına inanıyor.
Aslında kıt kanaat geçinse de ekonomik özgürlüğü var. Apartman merdivenlerini silerek geçimini sağlıyor. Çalışan, kendi ayaklarının üstünde duran bir karakter. Ama Mercan’ın güçlü olmak, kimseye muhtaç olmamak için kendine muhtaç birilerine ihtiyacı var.
Kendine ait bir dünya? Hayır, başkasına bağışlanacak bir dünya istiyor. Dünyanın geri kalanı dönüp kocasına anlatmak için lazım. Bütün nimetler, bir gün doğmasını dilediği çocuğuna sunmak için lazım. Mercan’a birlikte hareket etmek değil, kendini birine adamak öğretilmiş.
Dolayısıyla bir başına olduğunda yalnız ve özgür değil kimsesiz hissediyor.
Mercan eşinin kendisini terk etmesiyle mutluyken öte yandan eşinin kendisine dönmesi için dolaşmadığı yer kalmıyor, etmedik dua bırakmıyor. Bir kadının sorumsuz bir eşe hala özlem duymasının nedeni nedir? Toplumun kadına tek başına tam anlamıyla özgürlük vermek istememesi olabilir mi?
Bizi paket halinde sunuyorlar. Nikah davetiyeleri zarflarında bile: “Bilmemkim Bey ve ailesi.” Eşi bile değil. Kocanın yanında davet edilen o kalabalığın içinde biri… Sonra o davetiyede evleneceği duyurulan çift de, bilmem kim bey ve ailesi olarak çağırılmaya devam ediyor.
Karşılıklı yansıyan aynalar usulüyle çoğalıyor bu görüntü. Kapı zillerinde hep kocaların adı… Bir de, eşi olmak, neredeyse bir sosyal statü meselesi. Tek başına bir kafeye gittiğinizde bile önlerdeki masalar daha geniş gruplar için ayrılmış oluyor. Tekseniz, cam kenarındaki masalar rezerve değilse bile rezerve denilip sizi bir köşeye oturtuveriyorlar. E üst kat zaten aile salonuna ayrılmış. Yalnızlara kuytudan başka bir şey sunulmadığından belki de…
Mercan da gölgeden kurtulmak için bir eşe bir çocuğa ihtiyaç duyuyor. Kadın özgürlüğünü sistem bize versin diye beklersek, alacağımız şey, kuytuda karanlık bir masa olur ancak.
Mercan romanda sıklıkla bir kadının hem çocuk dünyaya getirip hem çalışıp hem de yaşamdan keyif almasının zorluğundan söz ediyor. Sorumlukları paylaşamayacağı bir eşi de özlüyor ara sıra. Mercan ne istiyor aslında?
Mercan’a kitle iletişim araçlarından sunulan: Annelik, iş kadınlığı ve ideal eş’i aynı potada eriten bir kadın. Mercan’da bunlardan sadece iş var. O da yine medyadan sunulan iş çıkışı alışverişe çıkıp, günlük rahat stiliyle ferah rüzgârlar estiren şehirli kadın olmaya imkan sağlayacak bir gelir getirmiyor.
Elinde olmayan şeylere özeniyor ama, bir iç savunma olarak bunları yeriyor da. Mercan’ı asıl yıpratan, başına gelenlerden çok, başına gelme ihtimali olanlara üzülmesi. İstediği bir şey olmayınca, olsa ne kadar belalı olacağını kendi kafasında kurup kahırlanıyor. Biraz, “benim derdim dert midir benim derdim yanında” durumu var. İzlediği filmlerin mutlu sonlarına ulaşamayınca, melodram kısımlarından oluşan bir kurgu oluşturuyor.
Misal şöyle düşünüyor: Bir oğlu olsa, Mercan’ın sildiği apartmanlardan birinin yöneticisinin çocuğuyla aynı sınıfta okusa, annesinden utanıp da veli toplantılarını bile haber vermeyecek belki de. Oysa Mercan onun için ne kahır çekti… Doğduktan sonra da zaten bodrum katta oturuyoruz, güneş görmüyor çocuk, vitamine proteine doysun diye Mercan başka apartman temizliği işleri aldı da ne için? Bir protein kaç basamak silmeye patlıyordu biliyor muydu çocuk? Nerden bilsin, Mercan bunları oğlunun başına kakmazdı ki hiç… Nankör köpek!
Romanda şehirlerin değişimini de dile getiriyor Mercan. Binalar değişiyor, kentler bambaşka bir hal alıyor. Siz bir yazar olarak Türkiye’de çevrenin, şehirlerin değişmesini nasıl gözlemliyorsunuz? Bahsettiğiniz Samatya’dan yola çıkalım mesela…
Kentsel dönüşümle, sadece binaları değil, mekân hafızasını da gasp ediyorlar. Beş yıl önce oturduğumuz çay bahçesi, gittiğimiz sinema nostalji oldu.
Ben çocukken her hafta sonu annemle Samatya bostanlarına giderdik. Ben annemin beni bostana götürdüğü yaşa geldiğimde, bostan gasp edilmesin diye eyleme gidiyordum.
Anılarımızın olduğu yerlere, öylesine bir yermiş gibi bakabilmek lüks oldu. 10 yıl önce gittiğin sinemanın orda durmasının haber değeri var artık. Samatya’da eski evlerin yerinde kapısı güvenlikli konaklar var artık. O konaklar yıllardır Samatya’da konaklayanları kendi mekanından sürüyor. Mercan, Samatya’da yaşıyor. Aynı sınıfa mensup olduğu eşi dostu kentsel dönüşüm yüzünden taşınmak zorunda kalmış. Bu Mercan’ın daha da yalnızlaşmasını sağlıyor. Sadece kocasının gitmesi değil, yarensizlik de canını yakıyor.
Hem kul eliyle hem devlet eliyle dayatılmış bir yalnızlık onunki. Kocasının gidişiyle nispeten özgürleşmiş. Sokağa yalnız çıkıp başına buyruk yürüyebiliyor. Ama görüyor ki o sokaklar, gasp edilmiş artık: Samatya’dan Yedikule’ye giden cadde, bir çocuğun süt dişleri dökülmüş ağzı gibi. Açılan gediklerin önüne sac levhalar dikilmiş, üstüne yeni binayı yapacak müteahhit firmanın adı yazılı tabelalar asılmış. Yıkılmış bir binanın önüne gerilmiş paravana asılı uyarıda, “belediye emri ile bu alanda sandalyede oturmak kesinlikle yasaktır” yazıyor...
Daha önce Samatya’da yaşayan arkadaşları; eskiden evlerinin bulunduğu yere yapılmış apartmanlara anca merdiven silmeye gidebilir artık.
Romanda bir kadının yaşadığı zorlukları, toplumsal baskıyı anlatıyorsunuz. Türkiye’de kadınların yaşadığı toplumsal baskının nedeni nedir? Kadınların özgürce yaşamasına neden sürekli müdahale ediliyor?
Bir yazılmamış sözlük var, sürekli kadını tanımlayan. Tanımlayarak hakimiyet kurmaya çalışıyorlar. Kadın dediğin, şöyle olur, böyle olur, şöyle gülmez, hamileyken şöyle sokağa çıkmaz. En az üç çocuk, üç de yetmez beş tane… Hepsini birleştirince hayatının en az beş yılında sokağa çıkmayan, gülmeyen bir kadın prototipi çıkıyor ortaya.
Gülüşümüzü perdelemek istemeleri politiktir. Her 8 Mart’ta görüyoruz. Bütün toplumsal baskıya sokağa vurulmaya çalışılan sekteye rağmen kadınlar tüm coşkusuyla sokakta. Cumartesi annelerinin inadı, yıllardır unutturulmaya çalışılan kayıpları hatırlatıyor.
Toplumsal hafızayı da tazeleyerek sokağa taşıyor kadınlar. Korkulan, inat, irade ve güçtür.
Seray Şahiner hakkında
1984’te Bursa’da doğdu, İstanbul’da büyüdü. 2007’de İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nden mezun oldu. 2011’de Marmara Üniversitesi Radyo Televizyon ve Sinema Bölümü Sinema Anabilim Dalı’nda yüksek lisans derecesi aldı.
Aylık Paldır Kültür Dergisi Hayvan’da ve BirGün Gazetesi’nde çalıştı. Aylak Öykü Dergisi'nin yayın kurulunda yer aldı. Dönemsel olarak, garsonluk, konfeksiyonda el işçiliği ve makinecilik yaptı. 2006 yılında Varlık Dergisi’nin düzenlediği Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri’nde, “Gelin Başı” isimli öykü dosyası “Dikkate Değer” bulundu.
2007’de “Gelin Başı” isimli kitabı Can Yayınları’nca yayımlandı. 2008’de İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda sahnelenen “Yedi Tepeli Aşk” oyununda, Gelin Başı kitabında yer alan üç öyküsü sahnelendi. 2010-2011 sezonunda Gelin Başı’ndaki öykülerden uyarlanan “İadesiz Taahhütsüz” adlı oyun, Tiyatro Boyalıkuş tarafından sahnelendi.
2011’de ikinci öykü kitabı “Hanımların Dikkatine”, 2014’te Antabus, 2016’da Reklamı Atla, 2017’de Kul isimli kitapları Can Yayınları’nca yayımlandı.
Bilal Erdoğan’a “üstün zekalı” dediği için para cezasına çarptırıldıktan sonra Limon Yapım’daki senaryo yazarlığı işinden atıldı. (Çİ/AS)