İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi İngilizce Mütercim Tercümanlık Bölümünden Yrd. Doç. Dr. Meral Camcı'nın Barış İçin Akademisyenler'in "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nde akademisyenler Esra Mungan, Kıvanç Ersoy ve Muzaffer Kaya ile birlikte yargılandığı davadaki 22 Nisan 2016 tarihli beyanını yayınlıyoruz.
(Dava kapsamında bir süre tutuklu da kalan dört akademisyen mahkemenin celse arasıda verdiği kararla beraat etti.)
Sayın Başkan ve sayın üyeler,
Karşınızda 14 yıldır bilfiil öğretim elemanı ve araştırmacı olarak çalıştığım üniversitenin bir bileşeni, bilim insanı ve yurttaş sıfatıyla attığım bir imza ve ardından basın açıklaması yoluyla kamuoyuna okuduğum bir basın bildirisi metnine isnat edilen "terör örgütü propagandası yapmak" iddiası vesilesiyle “sanık” olarak bulunmaktayım.
Savunmamı mahkemenize sunmadan evvel, daha önce savcılık ve nöbetçi mahkeme huzurunda da dile getirdiğim gibi üzerime atılı bu suçu kabul etmediğimi bir kez daha belirtirim.
İddianamede suç delili olduğu iddiasıyla dosyaya eklenmiş olan 11 Ocak ve 10 Mart 2016 tarihli her iki metnin, aslen benim savunmam olduğuna, sizin iddianamenizi benim ise savunmamı oluşturduğuna da baştan bir vurgu yapmak isterim. Ancak avukatlarımın da ayrıntısıyla ifade edeceği gibi, bu iki metin iddianamede eksik ve tahrif edilmiş olarak yer almıştır.
Ben kamuoyuyla paylaşıldıkları haliyle tam metinlerden bahsetmekteyim. Ezcümle, İsmail Beşikçi'nin "iddianameniz savunmamdır" dediği gibi, ben de her iki metin benim savunmamdır, diyorum.
Kamuoyunda 1128 akademisyenin imzasıyla paylaşıldığı günden bugüne "Barış Bildirisi" olarak anılan imza metnine dair, iddianamede anılan örgüt ile ilişkisi olduğu iddiası, bana göre yanlı bir perspektiften, ön yargılı bir yorumdan, bir kanaatten öteye geçemeyecek, aslen bir okuyamama durumu olarak görülebilecek niteliktedir. Bu yüzden gerek usulen, gerek hukuken ve gerek vicdanen bu ilişkilendirmenin bir temeli yoktur.
Dolayısıyla, bu yargılamanın da, bizleri buraya getiren süreçteki tutukluluğumuzun da geçerli hiçbir sebebi bulunmamaktadır. Derhal beraat kararı verilmesini ve demokratik hukuk devleti kuralları ve ilkeleri çerçevesinde anayasal haklarımızın koruma altında olduğunun mahkeme heyetince temin edilmesini talep ederim.
Söz konusu her iki metnin de kolektif süreçlerle oluşturulmuş metinler olduğunu, ilk metnin (Bu Suça Ortak Olmayacağız! 11 Ocak 2016) sayıca 100’ü aşkın üniversiteden toplamda 2212 bilim insanı tarafından imzalandığını, imzacılarının yurttaşı olduğu devleti muhatap olarak gördüğünü, en temel ve evrensel insan değerleri ve haklarını kullanarak toplumsal eşitlik, barış ve yaşam hakkını talep ettiğini bir kez daha vurgularım.
Üniversite bileşenlerinin, bilimsel çalışma yapma ve eleştirel düşünce üretme ve toplum yararına ve çıkarına kullanma rolü ve görevi olduğunu eklerim. Bilim insanının -ki bu noktada kanımca fen bilimleri ve sosyal bilimler arasında bir fark yoktur- içinde var olduğu, bilim insanı kimliğini türlü emek ve birikimle elde ettiği topluma karşı görevinin, toplum ve kamu yararına ve çıkarına katkı sunmak olduğunu hatırlatırım.
Bilim insanı bir tanıktır sayın hakimler, gözlem yapar, analiz eder, bilgiyi biriktirir ve kullanır. Bilim insanınca aslolan, eleştirel düşünce üretmek, ürettiği düşünceyi iletmek, yazmak, konuşmak ve gerçekleştirmektir. Bilim insanı iktidar olgusunun kendisinden bağımsız olmalıdır ki, özgür düşünce yeşerebilsin. Özgürce paylaşılabilsin ki, bu düşünce dönüşüme yol açabilsin. Bilmek, yapa-bilmektir.
Tanıklık dedim. Bunun kilit bir kavram olduğunu düşünmekteyim. Sessiz bir tanıklığın, olduğu gibi betimlenip bırakılmış gerçekliğin tartışmaya konu bile olmayacağı, dolayısıyla ileri doğru bir sıçramaya ve dönüşüme hizmet etmeyeceği aşikardır. Kastettiğim, gerçekliğin, hakikatin yüksek sesle dile getirilmesi şeklinde bir tanıklıktır[1].
Benim bilim insanı olarak araştırma nesneme olan ilgim diyalektik- çift yönlü bir ilişkiselliğe işaret eder. Ben etkilenmeyen ve değişmeyen, izole, steril bir varlık değilim. Tanıklığım beni etkiler. Bilimsel ilgime maruz kalan, soru sorduğum, merak ettiğim, tanıklık ettiğim kişiler ve durum da öyle. Salt bir nesne değildir bu. Hele ki, insandan, toplumsal olaylar ve olgulardan, tarihten ve doğadan bahsediyorsak. Bu tanıklık dönüşen ve dönüştüren bir tanıklıktır.
Durum özeline gelecek olursak, toplumsal barış ve uzlaşma sağlanmasına yönelik bir talebi ve tanıklığın yüksek sesle söylenmesini gerekli kılan, hayati önem arz eden bir süreç içindeyiz. Bu süreci doğuran tüm olay ve olay örgülerini bir kez daha zikretmemize gerek olmayacak şekilde, bu ülkede yaşayan herkes gibi bizler de biliyoruz.
Sayın avukatlarımız da ayrıntılı raporları mahkemenize sunacaktır. Tekrar etmeye gerek duymuyorum. İmza metni (Bu Suça Ortak Olmayacağız!, 11 Ocak 2016) ve basın açıklamasının (10 Mart 2016) içeriği savunmamdır, demiştim.
Üstüne söz söylemenin gereğini düşünmüyorum. İddia makamının metni belli bir perspektiften okuyup satır arasına uygun gördüğü unsurları yerleştirmek kaydıyla, metnin içeriğinde olmayan kişi ve kurumları metne atfetmesine yanıtım şudur: Bu iddia ne metni, ne de imzacısı ve savunucusu olarak beni bağlar. Bu, iddia makamının endi okuyamamalarıdır ve subjektif kanaatleridir. Bu kanaatlere ilişkin geçerli ve hukuki bir ilişkilendirme görememekteyim.
Bunun dışında bir hattan, kendi hattımdan ilerlemek istiyorum. Ben hep merak ettim. Merak ve öğrenme tutkusu bilimsel ilgimin de temelini oluşturmuştur. Yanı sıra, görmezlikten gelmek, bir başkasını ötekileştirmek, ötekinin acısını duyumsamamak ve sessiz kalmak da, ne mizacıma ne de bilimsel çalışma yapma anlayışıma uygundur.
Kendi bireysel çıkarıma ya da muktedir grupların çıkarına değil, emekten, eşitlikten, özgürlüklerden yana inisiyatif alırım. Tanıdığım tek inisiyatif kendi inisiyatifimdir. Kendi bireysel vicdanım ve saydığım evrensel değerlerden yana olan kamu vicdanıdır. Hiç kimseden ve kurumdan talimat almadım ve almam.
İmza metni de, basın açıklaması da bu topraklarda özellikle son aylarda kamu vicdanında bir yara açan sivil ölümlere, abluka ve sokağa çıkma yasaklarına, yaşam hakkına müdahaleye dair bir tutuma ve bu tutumun sistematik bir güç gösterisiyle, karşı çıkan tüm seslere rağmen sürdürülmesine bir muhalefetin dile getirilmesidir.
Karşı çıkmak, muhalefet etmek, katılmamak, ortak olmamak, hukuk devleti yasa ve ilkeleriyle suç teşkil eden edimlerin hesabını sormak ve tazminini istemek, demokratik hukuk devletinde bir vatandaşın en doğal hakkıdır.
Sayın hakimler, ben bir dilciyim. Bilimsel ilgi alanım dilsel olgular, dilin toplumsal işlevi, diller ve kültürlerarası iletişim olarak çeviri olgularıdır. Takdir edersiniz ki, hakikati tanımlamak ve hakikatin dile getirilişinde eksik olan kayıp göndergeyi bulmak da bilimsel ilgi alanımdan dolayı da ayrıca sorumluluğumdur. Bunu biraz açmak isterim: her iki metin de sözcükler ve kavramlardan müteşekkil birer bütündür.
Memleketin doğusunda, Kürt illerinde yaşanan süreci mütemadiyen "terör", "teröre karşı temizlik operasyonu" gibi sözcük öbekleri ile tanımlamakta ısrarcı olunan bir dönemdeyiz. Burada kayıp gönderge "insan"dır; genç, yaşlı, çocuk, kadın ve belki de en yaygın niteliği ile "yoksul" olan "insan".
Memleketin batısında yaşayan bizler için saydığım niteleme sıfatlarıyla kayıp olan bu insanların, her birinin, çocuğumuz, kardeşimiz, anne-babamız, dostumuz yahut eşimiz olmaları halinde ehemmiyetleri ve kutsallıkları sorgulanamaz bile. Saçlarının bir teline zarar gelmesine katlanamayacağımız varlıklar, insanlar, insanlarımız. Ancak söz konusu coğrafyada bu gerçeği kaybediyoruz nedense.
"Bölge halkının huzur ve refahının sağlanması"nda kayıp gönderge "sürgün"dür. Meskün mahalde en temel gündelik ihtiyaçlarınızı karşılamak üzere, Batı'da yaşayan bizler için son derece dokunulmaz ve olmazsa olmaz bir hak olan sokağa çıkmak, işe, okula gitmek, alışverişe gitmek vs. kayıp birer göndergeye dönüşür. Evinizden dışarı adım atamamak. "Sokağa çıkma yasağı" ile kayıp birer gönderge olmuştur tüm bunlar.
Ekmek almak için beyaz bayrağa ihtiyaç duymak. Elinizde beyaz bayrakla vurulup günlerce bir kaldırım kenarında yaralı yatmak birer kayıp göndergeye dönüşür. "Temizlik operasyonu"nda temizlenen “toz, kir, pislik” değildir. Bu operasyonda kaybolan “insan”la birlikte “hayvan”, “doğa”, “mimari”, “tarih” ve bir “kentin belleği”dir.
Toplumsal eşitlik ve barışı kalıcı ve ivedilikle talep etmek suç değildir. Etnik, dini, kültürel ve sınıfsal her ne gerekçe ile olursa olsun ötekileştirilenden, ezilenden yana olmak suç değildir.
Tam anlamıyla demokratik bir hukuk devleti olarak hesap verebilirlikten şeffaflığa, yurttaşlarının katılım ve denetimine dek tüm mekanizmalarının işlerliğine dair taleplerini dile getirmek suç değildir. Muhalif ve eleştirel görüşlerini kamuoyuyla imza metni ya da basın açıklaması yoluyla paylaşmak suç değildir, olamaz.
Üniversiteler ve üniversite bileşenleri her fırsatta hizaya çekilecek, sıraya dizilecek, muktedir söylemi papağan gibi tekrarlayacak mecralar ve kişiler değildir. Sözcüğün kendisini ayrıştırıcı bulup, kullanmaktan imtina etmekteyim; ancak kamuoyunda kullanıldığı biçimiyle kullanacağım.
"Aydın", entelektüel bireyin, içinde yetiştiği topluma, halklara borçlu olduğunu düşünmekteyim. Üniversite bir toplumun/ülkenin özkaynağıdır ve bu kaynağı o ülkenin emekçi halkları yaratmış ve biriktirmiştir. Ben bir halk çocuğuyum. Emekçi, dürüst ve mütevazi bir hayat yaşayan bir ailenin evladıyım.
Şimdi bir üniversite emekçisiyim. Beni olduğum bu konuma getiren bu emeğe borcum var. Kalıcı bir toplumsal barışın ivedilikle tesisini üniversiteden doğru istemek, yaşanan çatışma sürecinin etkilediği tüm kesimler için, emekçilerin çocukları için, gençleri için sorumlu konuşmaktır.[2].
Ve bugün sorumlu konuşmak; ölümden değil yaşamdan, çatışmadan değil çözümden, savaştan değil barıştan, sermayeden değil emekten, devlet aygıtının toplumun dışında ve üstünde olduğu tanımından değil, toplum için var olduğu tanımından ve amasız, fakatsız bir tam demokrasiden yana olmaktır.
Sayın Başkan ve sayın hakimler,
Yakın tarihimizden örneklerle kamuoyunda Barış Davası, Aydınlar Dilekçesi gibi toplu davalarda da, günümüze değin yüzlerce bireysel davada da hatırlayacağınız gibi bu topraklarda iktidarların muhalif düşünce ve taleplerle arası nahoş olagelmiştir.
Maalesef, düşüncenin cismane dışavurumları da ağırlıkla "terörize edilerek etkisizleştirilmek" adına kayıp göndergelere dönüştürülmek istenmiştir. "Aydınlar", entellektüeller "vatan hainliği", "müsveddelik", "karanlık" olma vb. nitelemeleriyle itibarsızlaştırılmaya çalışılmıştır. Tahakkümcü zihniyetler, egemen olan düşünceden farklılaşan düşüncenin ifade edilmesi bir yana, edenin yaşam hakkını kısıtlama eğilimindedir.
İşte savunmama ve sizin iddianamenize konu olan 2. Metin olan 10 Mart Basın Açıklaması böylesi bir ortamda ortaya çıkmıştır. Mahkemenize ayrıntılı bir raporunu da[3] sunacağımız üzere, üniversitelerde işten çıkarılmalardan tehditlere, disiplin soruşturmalarından cezai soruşturmalara dek yaşadığımız hak ihlalleri bunun bir kanıtıdır.
Ancak, bu toprakları da, birer emekçisi olduğumuz üniversiteleri de "sevme" ve "terk etmeme" hakkımızı kimse elimizden alamaz. Muzaffer Kaya meslektaşım ve ben bunun canlı birer kanıtıyız. Muzaffer Kaya’nın Yrd. Doç. Dr. olarak çalıştığı Nişantaşı üniversitesinde 9 Şubat 2016 tarihinde, Meral Camcı’nın Yrd. Doç. Dr. olarak çalıştığı Yeni Yüzyıl Üniversitesinde 22.02.2016 tarihiyle iş akitleri feshedildi.
Yıllarca emek verdiğimiz işlerimiz elimizden alındı. Çok sevdiğimiz ve değer verdiğimiz öğrencilerimiz elimizden alındı. Ancak halka açık ders verme hakkımızı kimse elimizden alamaz. Düşünme, bilim üretme hakkımızı kimse elimizden alamaz. Meslektaşım Meltem Gürle'nin Carlos Quijano'dan alıntıyla birlikte vurguladığı gibi: "Akademi biat etmez. Etmemelidir. Çünkü üniversite memlekettir."[4]
Şu ana dek savunmamda üzerimize atılı suç isnatlarına dair direkt bir savunma gerçekleştirmediğim görülebilir. Bunun gerekçesi, suç isnadı olarak önümüze konan iddiaların her iki metin için de "konu dışı" kalıyor oluşlarıdır. Ne bağlam ne de içerikle ilişkilendirilemeyecek denli abesle iştigal oluşlarıdır.
O yüzden, ben, William Shakespeare'in "Dünya bir sahnedir. Bizler de oyuncularıyız"[5] sözünden de hareketle yüksek izinlerinizle sanık olarak huzurlarınızda, bana yazılanı değil kendi yazdığım rolü oynamış oldum.
Bölücü değil, birleştirici olduğunu düşündüğüm, bir memleketin batısı ile doğusu arasında oluşmuş olduğunu gözlemlediğim buzda bir çatlak yaratan, köprü işlevi gören bir basın açıklamasının ve imza metninin bana göre ne anlam taşıdığını sizlere sundum.
Bir kez daha tekrarlayarak sonlandırmak isterim: Toplumsal barışın ivedilikle tesisi için ulusal ve uluslararası sözleşmelerle düzenlenen tüm süreçlerin bir an önce hayata geçirilmesi yurttaşı olduğum devletten talebimdir.
SON SÖZ
Bu topraklara barış gelecek. Gelmeli. Bu hepimizin sorumluluğudur. Barış istemek, barış için uğraş vermek biz akademisyenlerin olduğu kadar siz hakimlerin de, savcıların da sorumluluğudur.
Biz barış istemeye, talep etmeye devam edeceğiz. İlk sözümüzde söylediğimiz ve şu son üç buçuk yılın apaçık ortaya koyduğu gibi bunun için elimizi taşın altına koymaya, yükü omuzlayıp paylaşmaya, toplumsal ve kalıcı bir barış inşası için samimiyetle ve kararlılıkla tuğla üstüne tuğla koymaya hazırız.
Bizler ilk duruşmada "tahliye yetmez, beraat" demiştik. Bugün "beraat yetmez, barış, eşitlik ve özgürlük" diyoruz. (MC/TP)
[1] “Entelektüel, hala hakikati görmemiş olanlara, hakikati söylemeyenler adına, hakikati söylüyordu: entelektüel vicdandı, bilinçti, belagatti.” Michel Foucault, Entelektüelin Siyasi İşlevi, Seçme Yazılar I., Ayrıntı, Çev. Osman Akınhay, Işık Ergüden, Ferda Seçkin, İstanbul, 3. Basım, 2011, s.31
[2] “Son olarak entelektüel müdahalenin yapılış tarzına ilişkin birkaç söz. Entelektüel bir dağa ya da bir kürsüye tırmanıp yücelerden atıp tutmaz. Tabii ki söyleyeceklerimizi en iyi nereden duyulacaksa oradan söylemek istersiniz; ayrıca söylediklerinizi süregelen, fiili bir süreci, sözgelimi barış ve adalet davasını etkileyecek bir biçimde temsil etmek istersiniz.”, Edward Said, Entelektüel, Sürgün, Marjinal, Yabancı, Çev. Tuncay Birkan, Ayrıntı, 3. Basım, 2009, İstanbul, s.98
[3] BAK/ Barış İçin Akademisyenler Dayanışma Raporu/ 21.03.2016 (güncelleme)
[4] Birgün Pazar, Meltem Gürle, “Üniversite Memlekettir”, 27.03.2016 [http://www.birgun.net/haber-detay/universite-memlekettir-107431.html]
[5] William Shakespeare, Size Nasıl Geliyorsa, Çev. Bülent Bozkurt, 3.bs., Remzi Kitabevi, İstanbul, 2002, s.65.