Erivan'da, konser salonunun kapısında laflarken herkesin aklında Hrant vardı. Ermenice, Kürtçe, Arapça, Türkçe, Hemşince, Lazca türkülerin sonuna doğru, insanlar kalkıp halaya durmamak için zor tuttular kendilerini.
Erivan'da, Aram Khacaturyan Konser Salonun dış kapısında diller birbirine karışmış. Ermenice hem doğu, hem batı, Kürtçe, Zazaca, Türkçe, İngilizce... Zemheri bir soğukta, kapı aralığında sigara içmeye çalışıyoruz, hem titriyoruz, hem de ortak dil konuşabildiklerimizle geceyi anlamaya, anlatmaya çalışıyoruz.
Aynı zamanda da bir konser bekliyoruz. Kardeş Türküler, Sayad Nova Korosu ve Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu Erivan'da sahneye çıkacaklar. İzleyiciler birbirinden farklı dilleri konuşan ama anlaşan insanlar, Kürtler, Ermeniler, Türkler, Avrupalılar, Amerikalılar...
2006 yazında Harbiye Açıkhava Tiyatrosu'nda Kardeş Türküler ve Sayad Nova sahneye çıkınca, Hrant Dink, Mehmed Uzun'a seslenmiş “Düşün bir kere, Türkler, Ermeniler, Kürtler Erivan'da türkü söylüyorlar, hem de sadece kendi türkülerini değil, birbirlerinin türkülerini... ”
Geceyi en iyi anlatan Hrant'ın bu cümlesi aslında. Bu sözlerden çok kısa bir zaman sonra hem Mehmed Uzun'u kaybettik, hem de Hrant Dink'i.
Aklımızda hep Hrant
Kardeş Türküler, Sayad Nova Korosu ve BGST'nin neredeyse 100 kişi yollara dökülüp konser için Erivan'a gelmesi de aslen o konserin ve bu büyük kayıpların bir sonucu...
İşte cumartesi gecesi, Erivan'da, konser salonunun kapısında laflarken herkesin aklında Hrant vardı. O da orada olsaydı ne keyifli olurdu, ne keyifle fırlardı sahneye, onu düşündük hep.
Üçüncü şarkıdan sonra
Kardeş Türküler ve Sayad Nova sahneye neredeyse 60 kişi çıktılar. Hepsi beyazlar içindeydi. Şimdiye kadar klasik müziğe, operaya alışmış salon bu kez Anadolu'nun müthiş türküleriyle sarsıldı. Hem salon, hem de izleyici önce hemen adapte olamadı ama çok zaman geçmesi gerekmedi. Üçüncü şarkıdan sonra herkes, hemen konsere dahil olmuştu.
Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu'nun dansları, Ermenice, Kürtçe, Arapça, Türkçe, Hemşince, Lazca türküler, salonu dolduran yaklaşık bin kişiyi yavaş yavaş kıpırdattı. Sonuna doğru, insanlar opera izlemeye alıştıkları salonda ayağa kalkıp, halaya durmamak için zor tuttular kendilerini...
Vanadzor'da bir daha
Konser, cumartesi günü, Hrant'ın aramızdan alınışının hemen ardından okullarından birinin adını Hrant Dink olarak değiştiren Ermenistan'ın üçüncü büyük kenti Vanadzor'da tekrarlandı. Vanadzor'da ev sahibi, kendisi de Malatyalı olan, hatta yıllar sonra aslında Hrant'la ve Dink ailesi ile kapı komşusu olduğunu öğrenen bölgenin dini önderi Sebuh Sırphazan'dı. Vanadzor'daki konserde insanlar daha çabuk durdular halaya, konser de itiraf etmek gerekir ki, daha sıcak geçti...
"Birlikte ağlamadıkça birlikte gülemeyeceğiz... "
Bu dil meselesi önemli bir mesele, iki gün boyunca konserlerde bunu bir kez daha anladım. Biraz yaş almış olanlar konser çıkışlarında hemen soluğu sahneden inenlerin yanlarında aldılar, Türkçe teşekkür ettiler, muhtemelen onlarca yıl sonra ilk kez Türkçe bir şeyler döküldü ağızlarından.
Daha genç olanlar etrafta Türkçe bilebileceğini düşündükleri insanlara yaklaştılar, birkaç kelime Türkçe sordular, öğrendikleri kelimeleri diğerleriyle paylaştılar. Aslında aynı şey Türkiye'den gidenler için de geçerliydi. Herkes öğrenebildiği kadar Ermenice kelime öğrendi. En azından teşekkür edebilir hale geldik...
Dilin başka bir önemi daha vardı elbette. Aynı dili konuşabildik günler boyunca. Hem Hrant'ı andık hem de Fethiye Çetin'in kulaklarını çınlattık sıkça. Ermenistanlılarla Türkiyeliler arasında konuşulması unutulmaya başlanan o barışçı ve dostçu dili yeniden kazandıran iki isim dilimizden, sözleri aklımızdan çıkmadı. Ne diyordu Çetin? "Birlikte ağlayamadıkça, birlikte gülemeyeceğiz..."
İşte biz bir şekilde şanslı yaklaşık 100 kişi, geçen hafta Hayastan'da, birlikte ağlamayı da gülmeyi de başardık. Konserlerden sonra, pazar günü, Musadağlıların anıtına davet edildik, bütün kayıplarımız için pişirilen Harisadan (keşkek) yedik, birlikte halaylar çektik. Musadağlılara dağlarından ve geçmişlerinden bir selam getirmiş olduk, belliydi, çok keyifliydiler.
En büyük teşekkür Hrant'a
İki günde de salonda olan hemen herkesin, tanısalar da tanımasalar da boğazında bir Hrant Dink yumrusu vardı.
Hrant da orada olaydı da, konseri göreydi, birlikte halaya duraydık, olmadı... Ama oradaydı, en azından ruhu, hali, tavrı ve dili oradaydı.
Kendi adıma hem Kardeş Türkülere, hem Sayad Nova'ya, hem Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğuna, hem Hrant için yazdığı müthiş beste için Michael Paul Ellison'a, hem de duduğundan çıkan müthiş acıyı paylaştığı için Ertan Tekin'e teşekkür borçluyum.
Ama en büyük teşekkür Hrant'a... Bu kadar insanı bir araya getirebildiği, hepimize hala umut var hissi verebildiği için...
Erivan'da ve Vanadzor'da yalnız olmadığımızı bir kez daha anladık... Darısı yenilerinin başına... (ÇM/TK)
* Mer Sireli Ağparigı Hrantin Hamar Hayasdann Eink: Sevgili Ağabeyimiz Hrant İçin Ermenistan'da
Süper kahraman dizilerinde bile “iyiler” her zaman kazanmıyorken, ekranda şahit olduklarımız, adalet duygumuzu yitirmemize ve şiddeti normalleştirmemize sebep olur mu?
90’lı yıllar ile 2000’lerin başında çekilen çoğu polisiye veya bilimkurgu dizisinde başroller, önceki dönemde gördüğümüz gibi her işi rast giden, karşılaştığı her sorunu eksiksiz çözen, “hayat dolu” kahramanlara benzemiyordu. Tam da bu sebeple sevdiğimiz birçok yapım kült statüsünde halen hayatımızda.
The Boys, o dönemi yad ettiren bir dizi.
Bu dizide “kaybedenlerin” finalde kazanışını da izlemiyoruz, mütemadiyen bir aksilikler silsilesi sözkonusu.
Saf kötülerin bile “insani” zayıflıklarını gösteren dizi, süper kahramanlar üzerine kurgulansa da gerçek hayatın soğuk yüzünden hiç ayrılmıyor. Mutlu sonlar yerine tüm olayların finalinde, kaybedenlerin daha da kaybedişini izliyoruz.
Kaybedenler demişken, dizide iyi ve kötü kavramları da gayet akışkan.
*Başlıktaki replik, dizinin tuhaflığını en iyi anlatan sözlerden biri. Çünkü bu dizide “iyiler” süper kahramanlar değil. Bilakis süper kahramanlara karşı savaşanlar.
Anti kahramanlarımız, hiçbir insanın, mutlak güce sahip olmaması için mücadele veriyor. Dolayısıyla avantajın onlarda olduğu söylenemez…
Ama konumuz bu değil. Konumuz, dizide şiddetin gösterilişinin de eski zamanlara ait olması: Çok grafik ve ağır bir şiddet arka planda hep var ama bir yandan da trajikomik derecede “estetik”.
Karanlık atmosferiyle bizi göreceklerimize hazırlayan dizideki şiddetin dozu, sezonlar ilerledikçe artıyor. (Gerçi ilk sahneden bile kana bulanıyoruz.)
Hatta TV izleyicisi için bazen tiksindirici olabilecek şekilde… Ama dizi şiddet üzerine kurulu değil. Hatta şiddeti daha normal ve mecburi gösteren The Walking Dead’de olduğu gibi, üzücü bile değil. Dedim ya, çoğu zaman “komik”.
Kaldı ki televizyonda cinayetlerin, hatta seri cinayetlerin en açık halini gösteren Sıcağı Sıcağına programıyla büyümüş olan bizim nesil için, bugünlerde şiddet gösterisinin arttığı iddiasına katılmak çok mümkün değil. En azından memleketimizde şiddetin genel izleyiciyle buluşması gayet eskilere dayanıyor.
Peki o zaman neden günümüz toplumunda şiddetin arttığını söylüyor, bunu da dizilere, oyunlara ve “reality show”lara bağlıyorlar?
Son birkaç haftada manşetleri kaplayan cinayet, saldırı ve erkek şiddetine dair açıklama getirmeye çalışanların ilk duraklarından biri, neden kurgu hikayeler oluyor?
Suçluyu kolayca bulup rahatlama isteğimizin ötesinde, bu iddiaların gerçekliği var mı? Yani, özellikle gençlikte yükseldiği söylenen şiddette The Boys gibi çok izlenen diziler etkili mi?
Evet, artık Sıcağı Sıcağına gibi ikonik programlar yok, ekranda kan görmüyoruz ama önceden TV’yi kapatarak uzak kalabileceğimiz görüntülerden kaçmanın artık daha zor olduğu bir çağda yaşadığımız inkar edilemez. Malum, sosyal medyadan kaçış yok. Orada şahit olduklarımız, şiddete eğilim yaratmasa da şiddeti normalleştiriyor olabilir mi?
Yoksa tam tersi, şiddetin normalleştiği bir dünyanın temsillerini mi izliyoruz?
Mary Clare StFrancis, Şiddetin Normalleş(tiril)mesi yazısında, “Şiddeti oluşturan şeylerin kapsamı çoğu insanın gerçekte düşündüğünden çok daha geniş. Şiddet içermeyen bir şekilde yaşamaya çabalayan biri olarak şiddetin kültürel anlatımıza ve kimliğimize derinlemesine yerleşmiş olduğunu görüyorum” diyor. (İnsanlığın son 5 bin yıllık tarihine baktığımızda şiddetin giderek arttığını söylemek saçma olur tabii ama konumuz bu da değil.)
Yukarıdaki sorulara - yani ekran ve şiddet ilişkisinin ne gibi sonuçlara yol açtığına - akademisyenler de yanıt arıyor. Kitle iletişim araçlarındaki şiddetin çocukları nasıl etkilediğine ilişkin çok sayıda çalışmayı analiz eden bir makale, medyadaki şiddeti izlemenin çocukların saldırganlığı sözlü ve fiziksel olarak ifade etmelerini etkileyebileceği sonucuna varıyor. Çalışma ayrıca "şiddet içeren tüm programların yüzde 96'sının saldırganlığı yalnızca izleyicileri eğlendirmek amacıyla sinematografik bir araç olarak kullandığını" da ekliyor.
Jean Holman, “Şiddeti normalleştirmeyi durduralım” başlıklı yazısında, “Filmler, TV şovları ve video oyunları gerçek olayların tasvirleri olabilir. İzleyici şiddet içeren durumlarda yaşayan karakterlere empati duyabilir ancak bunu bizzat görmek travmatik olabilir. Ama bu artık bizi rahatsız etmiyor. 2018'de yapılan bir anket, suçun gerçekte azalmasına rağmen, 10 Amerikalıdan 6’sının ABD'de bir önceki yıla kıyasla daha fazla suç olduğunu söylediğini ortaya çıkardı. İnsanlar bu günlerde çok fazla suç olacağını düşünüyor çünkü bunların çoğunu kitle iletişim araçlarında görüyoruz. Konuştuğum çoğu insan, polisin beyaz olmayan insanlara yönelik şiddet haberlerine şaşırmıyor. Bu şiddet artık bizi şok etmiyor çünkü kitle iletişim araçları nefreti normalleştiriyor. Şiddetin normalleştirilmesi, şiddetin sorunları çözdüğü izlenimini uyandırıyor” diyor.
Holman’ın, şiddeti izledikçe (video oyunları veya diziler) şiddete meylimizin arttığına dair savına kesinlikle katılmasam da yazıda dikkati çektiği önemli bir konu var: Şiddetin gerçekte topluma ne derece yayıldığından bağımsız olarak insanlar şiddeti izledikçe, şiddetin yaygınlaştığını düşünüyor. Ve bu düşünce uzun vadede aynı kapıya çıkıyor: Şiddetin yarattığı korku toplumuna.
Yani, ekranda tecrübe ettiğimiz şiddet bizi katil yapmıyor ama katilleri izlemek bizi, “dünyada ne çok katil olduğu ve katillerin engellenemeyeceği” düşüncesine sürüklüyor.
Korku toplumunda yok olan adalet duygusu da “her eylem mübah” fikrine yol açtığında, kendini gerçekleştiren kehanete bakıyor olabiliriz: Evet, şiddet belki gerçekten de artıyor...
Çünkü adalet duygusu yok olan toplumda tehlike ve güvenlik algıları değişir ve adalet duygusunda açılan gedikler, suç oranları, sayılar ve tablolar açıklanarak onarılamaz.
Daniel Romer ve Patrick Jamieson’ın, Popüler ABD Prime Time TV Dizilerinde Şiddet ve Korkunun İşlenmesi çalışmasında da TV'deki şiddete uzun süre maruz kalmanın, “suç korkusu” yaratarak dünyanın kötü bir yer olduğu sendromuna yol açacağı teorisi ele alınıyor. Çalışma için, 1972'den 2010'a kadar popüler ABD TV şovlarındaki şiddet tasvirlerinin yıllık değişimlerini incelemişler. Ve ekrandaki şiddetin suç oranlarındaki algıyı etkilemesinden ziyade, toplumda “suç korkusunu” yerleştirdiği sonucuna varmışlar.
Peki, neden şiddet?
İzlenmeyi mi artırıyor da kan revan içerisinde kalıyoruz?
Diener ve DeFour’un çalışmasına göre, hayır. Yani, her nasıl ki izlediğimiz şiddet temsilleri bizi cinayet işlemeye itmiyorsa, aynı görüntüler o dizileri izlememiz için motivasyon da sağlamıyor.
Sonuç olarak; o dizileri içinde şiddet var diye izlemiyoruz, o oyunları şiddete meylimiz olduğu için oynamıyoruz. Ancak gerçek hayatta şiddetin cezasız kaldığını görmek, adalet duygumuzu da toplumla bağımızı da ciddi şekilde zedeliyor.
Neyse, başa dönersek. Mutlak güce kimin sahip olması gerektiği kararı bir yana, şiddet tekeline kimin sahip olduğu aşikar olsa da kendine göre bir miktarda şiddetle yaşamayı seçenlere karşı bu büyük gücün nasıl kullanılacağı, toplumun adalet duygusunu belirliyor.
Mevcut durumda süper kahramanlara da sahip olmadığımızdan, şiddetin hakim olduğu bir toplumdan nasıl kurtulacağımızı, adaletin herkes için sağlandığı bir düzeni, faniler olarak kendimizin kurması gerekiyor.
Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü mezunu. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji bölümünde yüksek lisans yaptı. Vatan, Akşam, HaberTürk ve Hürriyet gazetelerinin yazıişleri ve dış haberler...
Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü mezunu. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji bölümünde yüksek lisans yaptı. Vatan, Akşam, HaberTürk ve Hürriyet gazetelerinin yazıişleri ve dış haberler bölümünde çalıştı. Güncel Hukuk dergisinde yazıları yayınlandı. BirGün’de Anonim adlı köşeyi yazıyor. 2011’den bu yana bianet’te İnsan Hakları Editörü.
“Kapitalist dünyada şirketler yalnızca iki şeyi önemsiyor: Kâr ve itibar. Gerçekte, itibarlarını daha fazla önemsiyorlar çünkü kârlarını doğrudan etkiliyor. Bu nedenle, satışlarını ve gelirlerini etkileyerek, onlara ırkçı, sömürgeci ve şiddet yanlısı rejimleri desteklemenin somut sonuçları olduğunu göstermemiz gerekiyor.”
İsrail’in Filistin ve Lübnan’a yönelik saldırıları tüm şiddetiyle devam ediyor. 7 Ekim 2023’ten bu yana Gazze Şeridi’nde hayatını kaybedenlerin sayısı 42 bine yaklaşırken, son bir ayda Lübnan’da hayatını kaybedenlerin sayısı da yaklaşık 1500 oldu.
Bu kırım koşulları altında Filistin ve Lübnan’da mücadeleye destek amacıyla başladığımız Filistin İçin Teknoloji serimizde, bir yandan İsrail’in teknolojiyi yerleşimci sömürgecilik, yıkım ve kırım amacıyla nasıl kullandığına odaklanırken, diğer yandan teknoloji alanından yükselen karşı seslere kulak veriyoruz.
Serimizde ilk olarak “Filistin İçin Teknoloji” (Tech For Palestine) oluşumundan Paul Biggar ile konuşmuş ve Filistinlilerin mücadelesini desteklemek için geliştirdikleri yazılımları öğrenmiştik. Ardından Yuval Abraham’ın büyük teknoloji şirketlerinin İsrail ile olan suç ortaklığını anlattığı ayrıntılı araştırmasını iki bölüm halinde (1. bölüm, 2. bölüm) yayımlamıştık. Serimizin sonraki bölümünde ise, geliştirdikleri teknolojilerin İsrail’in ırk ayrımcı politikaları için kullanılmasını istemeyen “Apartheid İçin Teknolojiye Hayır” (No Tech For Apartheid) kampanyasının emekçilerinden Zelda Montes ile söyleşmiştik. İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırılarının yoğunlaştığı günlerde ise Filistin Laboratuvarı kitabının yazarı Antony Loewenstein ile İsrail’in Filistin’i adeta bir laboratuvar olarak kullanıp geliştirdiği yıkım teknolojilerini dünyaya nasıl pazarladığı üzerine konuşmuştuk.
Bu bölümde ise, çalıştıkları büyük teknoloji şirketi Apple’ın İsrail’in işgal rejimiyle olan ilişkilerini protesto etmek amacıyla kurulan “Apartheid’a Karşı Apple Emekçileri”[1] (Apples Against Apartheid) kampanyasından Tarık Rauf ile konuştuk.
“Apple’ın İsrail’de büyük bir etki alanı var”
Amazon, Google ve Microsoft gibi teknoloji şirketlerinin İsrail ile kurduğu ilişkiler hakkında pek çok haber ve rapor yayımlanıyor. Şirketlerin şeffaflıkla açıklamadığı pek çok şeyi de bu şekilde öğreniyoruz. Peki, Apple söz konusu olduğunda, şirketin İsrail ile ilişkileri hakkında ne biliyoruz?
Apple’ın İsrail’de büyük bir etki alanı var; şirketin ikinci büyük AR-GE merkezi burada bulunuyor ve Kudüs’te de bir ofisi var.[2] Apple, sık sık İsrailli teknoloji şirketlerini satın alıyor; bunlardan biri de 2013 yılında hareket algılama ve yüz tanıma teknolojisine odaklanan PrimeSense’dir.
Apple ayrıca, bağış eşleştirme platformu Benevity aracılığıyla İsrail işgal güçlerini ve Batı Şeria’daki yasadışı yerleşimleri finanse eden aşırı sağcı ve dini kuruluşların bağış almasına izin veriyor.
Apartheid’a Karşı Apple Emekçileri kampanyası, Apple ile İsrail arasında geliştirilen bu farklı ilişkilere karşı neler yapıyor? Bize kampanyanızın nasıl başladığından ve amaçlarından söz edebilir misiniz?
Apartheid’a Karşı Apple Emekçileri kampanyası ilk olarakApples4Ceasefire adıyla başladı. 400’den fazla mevcut ve eski çalışandan imza almayı başardık ve bu imzalarda yöneticilerden, Tim Cook’un 9 Ekim’de İsrail’in acılarını kabul ettiği gibi, Filistinlilerin acılarını da kabul etmeleri talep edildi. Ne yazık ki Apple bu çağrıyı görmezden geldi. Bu nedenle, ateşkesi savunan bu tekil bir kampanyadan, Apple’ın İsrail’in Apartheid rejimindeki suç ortaklığına dikkat çekmeyi amaçlayan daha geniş bir kampanyaya geçiş yaptık.
Kampanyamızda, Apple’daki teknoloji çalışanlarını adaletsiz ve zalim olduğunu bildiğimiz şeyler hakkında konuşmaları için harekete geçiriyoruz. Apple, kendini dünyayı önemseyen, ırkçılığı durdurmayı ve toplumsal adaleti savunmayı amaçlayan bir şirket olarak tanıtıyor, ancak geçen yıl Filistin karşıtı, ırkçı ve İslamofobik olduklarını açıkça ortaya koydular.
Sadece İsrail Apartheid rejimi ile teknoloji şirketleri arasındaki ilişkiyi değil, ayrıca akıllı telefonlar, bilgisayarlar ve elektrikli otomobiller dâhil pek çok teknolojik araçta kullanılan koltan ve kobalt madenlerinin Kongo’da kölelik koşullarında çıkarılıp şirketlerce kullanılmasına karşı çıktığınızı da görüyoruz. Kongo’daki durumla Filistin mücadelesi arasında nasıl bir bağ görüyorsunuz?
Kongo halkı ile Filistin halkı, Apple yöneticileri tarafından görmezden geliniyor. Topraklarımız sömürgeciler ve emperyalistler tarafından ele geçiriliyor; amaçları haklarımızı, onurumuzu ve kaynaklarımızı elimizden almak. Mücadelemiz Apple’dan çok daha öteye gidiyor çünkü tüm teknoloji endüstrisi, kâr uğruna topluluklarımızdan faydalanmada suç ortağı. Bu yılın başlarında Kongolu aktivistlerle birlikte çalışırken, üzerindeki etkileri bir saniye bile düşünmeden yerli toplulukları sömüren kapitalizme karşı yürüttükleri ortak mücadele hakkında çok şey öğrendim.
“Soykırımdaki suç ortaklığını anlatıyoruz”
“Apple Hesap Verme Günü” gibi farklı örgütlenme biçimleri deniyorsunuz. Bunlardan bahsedebilir misiniz?
İlk kampanyamız “Apples4Ceasefire”, daha önce bahsettiğim açık mektuptu. “Apple Hesap Verme Günü” ise Filistin ve Kongo halklarıyla küresel dayanışma göstermenin en son girişimiydi. Bu kampanya ile Apple’ın acılarımız karşısındaki korkunç cehaletini ve topluluklarımızı dinlemeyi reddetmesini açıkça gösterdi.
Dünya çapında on ülkede, bir düzineden fazla şehirde protestocular, Apple mağazalarının önünde durarak yeni iPhone alan insanlara Apple’ın soykırımdaki suç ortaklığını anlattılar.
Son olarak, halktan mümkün olduğunca çok imza toplayarak Apple’ı bu ortaklığı kabul etmeye ve tavır değiştirmeye zorlamak amacıyla bir açık mektup yayımladık.
“Sessizlik suç ortaklığıdır!” sloganını sık sık kullanıyorsunuz. Şirketlerin en büyük becerilerinden biri de tüm bu yıkım içerisinde kendi failliklerini sessizlik sarmalı içinde görünmez kılmak. Sessizliği kırmak için neler yapılabilir?
Apple gibi şirketler üzerinde daha fazla kamuoyu baskısı oluşturmamız gerekiyor, çünkü bu şirketler, ırkçılıkları nedeniyle gelebilecek kitlesel eleştirilerden başarıyla kaçınan tertemiz imajlarına güveniyorlar. İçinde yaşadığımız bu kapitalist dünyada şirketler aslında yalnızca iki şeyi önemsiyor: Kâr ve itibar. Gerçekte, itibarlarını daha fazla önemsiyorlar çünkü kârlarını doğrudan etkiliyor. Bu nedenle, satışlarını ve gelirlerini etkileyerek, onlara ırkçı, sömürgeci ve şiddet yanlısı rejimleri desteklemenin somut sonuçları olduğunu göstermemiz gerekiyor.
Apple’ın davranışlarına ve sessizliğine ne kadar çok dikkat çekersek o kadar iyi. Bu yüzden konuşmaya, paylaşım yapmaya devam etmeli ve bu sessizliğin sonsuza kadar devam edemeyeceğini onlara açıkça göstermeliyiz. Apple, 2012 yılında İsrail’de kapılarını açarak Filistin/İsrail tartışmasının tam ortasına adım atmış oldu ve ne yaparlarsa yapsınlar bu konudan sonsuza kadar kaçamazlar.
“Korku ve misilleme döngüsünden faydalanıyorlar”
Apple çalışanları kampanyanızı nasıl karşılıyor? Ne gibi tepkiler alıyorsunuz?
Bu oldukça karışık bir durum. Çünkü benim gibi pek çok insan, Apple’a sektöre kazandırdıkları için değer veriyor. Gizlilik ve kullanım kolaylığı açısından en iyi ürünlerden bazılarına sahipler. Aynı zamanda dünyanın en büyük şirketlerinden biri ve onlar için çalışmak genellikle kariyer gelişimi ve maaş açısından size fayda sağlıyor. Bu nedenle pek çok Apple çalışanı, onları açıkça eleştirmekten çok korkuyor. Bazı eski iş arkadaşlarım, “Amazon ya da Microsoft kadar kötü değiller” bahanesini sığınıyor, çünkü (bildiğimiz kadarıyla) Apple ile İsrail işgal güçleri arasında bir anlaşma yok.
Bununla birlikte, Apartheid’a Karşı Apple Emekçileri’nde yaptığımız şey, sadece istediğimiz için Apple hakkında kötü konuşmak değil. Kendi ofislerimizde böyle bir ırkçılığın gelişmesine izin verdikleri için teknoloji endüstrisini gerçekten sorumlu tutmanın ne anlama geldiğini tartışmaya açıyoruz. Diğer büyük teknoloji şirketlerinin yanı sıra Apple’ın İsrail’deki merkezinde de korkunç saldırganlık ve ırkçılık vakaları yaşandığına dair çok sayıda rapor var. Ancak bu saldırılara maruz kalan Filistinli/Arap çalışanlar seslerini yükseltmekten korkuyor, çünkü bunu yaparlarsa İsrail hükümetinin kendilerini ve ailelerini hedef alabileceğini biliyorlar.
Apple’ın açıkça faydalandığı korku ve misilleme döngüsünü sona erdirmek için bu konuşmaları daha açık bir şekilde, kamuoyunun gözü önünde yapmamız gerekiyor. Bu bağlamda, pek çok Apple çalışanı kampanyamızda yaptıklarımızı anlıyor ve onaylıyor. Tek sorun, çoğu çalışanın bizi kamuoyu önünde değil, özel olarak onaylaması. Amacımız bunu tersine çevirmek ve daha fazla çalışanın, çalışanlarına ihanet eden ve kendi ahlak kurallarına uymayan bir şirkete karşı açıkça ayağa kalkmasını sağlamak.
Faaliyetlerinize ABD dışındaki teknoloji işçileri ve dayanışma grupları nasıl destek veriyor?
iPhone lansmanında “Apple Hesap Verme Günü” ile küresel bir kampanya yürüttük ve bu kampanya bizi İsrail Apartheid’ına son vermek isteyen dünya çapındaki sayısız oluşumla tanıştırdı. Bu gruplar, toplum üyelerini bir araya getirmemize ve Apartheid sistemi içinde çalışan Amerikan şirketlerinin içinde tam olarak nasıl bir şey olduğunu daha iyi anlamamıza yardımcı olmak için İsrail’deki Apple ve teknoloji çalışanlarıyla iletişime geçmemize yardımcı oldu.
Diğer hareketlerle ilişkiler geliştirebiliyor musunuz? No Tech For Apartheid veya BDS hareketi gibi oluşumlarla ilişkileriniz nasıl?
İsrail uzunca yıllardır sürdürdüğü yıkım, kırım ve yerleşimci sömürgecilik faaliyetlerini 7 Ekim’den bugüne şiddetlendirdi. Filistin’in ardından bugünlerde Lübnan da İsrail’in yoğun saldırısı altında. Kampanyanız tüm bu yaşananlardan nasıl etkilendi?
İsrail’in Lübnan’daki son küstah sömürgeleştirme ve şiddet girişimleri, görüşlerimizi daha da pekiştirdi. Bu süreçte, Apple’ın son on yıldır İsrail ile yaptığı suç ortaklığının daha fazla insan tarafından fark edilmesini sağladık. İsrail, uluslararası yasaları ihlal etmeye, savaş suçları işlemeye ve Batı Asya’da masum sivilleri öldürmeye devam ettikçe, Apple’ın bu suç ortaklığı giderek daha da endişe verici hale geliyor. Tarihin doğru tarafında olduğumuzu biliyoruz ve son birkaç hafta, mesajlarımızı daha da güçlendirdi.
Belki zor bir soru olacak ama... Filistin ve Lübnan’a yönelik tüm bu saldırılar sürerken önümüzdeki süreçte kampanyanız önüne ne gibi hedefler koyuyor?
Amacımız, Büyük Teknoloji Şirketlerinin tüm bunların gerçekleşmesine izin vermedeki suç ortaklığını dünyaya göstermek ve Apple’ı, Filistinli, Lübnanlı, Arap ve Müslümanların acılarını kabul etmeye zorlamak.
Apple sessiz kalmaya devam ettikçe, onlara ve “Kapsayıcılık ve Çeşitlilik” başkanı Cynthia Bowman’a baskı yapmaya devam edeceğiz. Çünkü işlerinde dikkate değer bir şekilde başarısız oluyorlar. Eğer toplumsal adalet ya da ırksal eşitlik hakkında açıklama yapmaya cesaret ederlerse, Filistin ve Lübnan’da yaşananlar karşısındaki sessizlikleriyle yüzleşecekler. İsrail’in korkunç ırkçılığı ve şiddeti konusunda sessiz kalmaya devam ederlerse, yüzlerine tutacağımız bir ayna ile orada olacağız ve dünyanın en zengin şirketlerinden birinin gerçekte ne kadar ikiyüzlü olduğunu tüm dünyaya göstereceğiz.
Dipnotlar:
[1] İngilizcede “Apples Against Apartheid” olarak geçen kampanyanın adını Türkçeye çevirirken doğrudan çeviri yerine “Apartheid’a Karşı Apple Emekçileri” gibi müdahaleli ama anlamı daha iyi karşılayan bir başlığı tercih ettik.
[2] Apple’ın etki alanlarının kapsamlı bir listesini gönderide bulabilirsiniz.
Yazar, çevirmen ve araştırmacı. Medya, bilişim ve toplumsal hareketler ile ilgileniyor. "Maske ve Bayrak", "Gazetecilik Saldırı Altında", "Otomasyon ve İşin Geleceği", "Yapay Zekâya Direnmek", "Sosyal...
Yazar, çevirmen ve araştırmacı. Medya, bilişim ve toplumsal hareketler ile ilgileniyor. "Maske ve Bayrak", "Gazetecilik Saldırı Altında", "Otomasyon ve İşin Geleceği", "Yapay Zekâya Direnmek", "Sosyal Medya: Eleştirel Bir Giriş", "Dijital Kapitalizm Çağında Marx'ı Yeniden Okumak" çevirdiği kitaplar arasında. Bilgisayar mühendisliği bölümü mezunu.