* Fotoğraf: Muhsin Akgün
Ayfer Tunç, son kitabı "Memleket Hikâyeleri"nde, yerli olmak/olamamak mevzuunu irdeliyor. Tunç bianet'e, Türkiye gündeminin hikâyelerine yansımasını ve şimdiki zamanı nasıl not düştüğünü anlattı.
Tunç'un karakterlerinin "Nerelisin?" sorusuna cevapları aslında çok karışık. Ama pek farkında değiller. Tıpkı bizim gibi.
Fütursuzca konuşurken nefret söylemine kayıvermeleri, hep bir öteki bulup çekiştirmeleri, sözde Batılı özde muhafazakâr halleri çok tanıdık. Tıpkı bizim gibi.
Abhaz babaannenin kız isteme törenindeki hali, Laz böreğini Yunanlılara kaptırmanın derin üzüntüsü, Ermenilerin Niyet Bayramı ve "Doğu"ya uzun otobüs yolculukları Tunç'un şehir arşivindeki detaylardan birkaçı.
Gündelik hayatla ilgili gülümseten ve iç sızlatan ayrıntılar Memleket Hikâyeleri ile kucağımıza düşüyor. Bize de belki karakterleri ve yerleri değiştirip, kendi tarihimizden benzer olayları bulup çıkarmak kalıyor.
Memleket Hikâyeleri'nin Tanıl Bora'nın Memleket Kitapları dizisine teşvikiyle ortaya çıktığını biliyoruz. Kitabı nasıl bir süreçte yazdınız?
Ülkeme dair üzüntümün giderek derinleştiği bir süreçte yazdım. Yaşadığım ve tesadüfen gittiğim şehirlerdeki karakter kaybından, toplumun geneline egemen olan kültürel ve zihinsel kargaşadan, ruhunu satmışlıktan, ikiyüzlülükten, açgözlülükten, çıkar için değerlerini tahrip eden anlayıştan, her an milliyetçi, şoven ve düşmanca yeni bir gösterinin sahneye konmasından, gurur gibi taşınan nefret ve öfkeden duyduğum yorgunluğun, mutsuzluğun ve bıkkınlığın küçük ve yetersiz bir ifadesi bu kitap.
Bir yerli olmak/olamamak çevresinde dönerken temel derdiniz neydi?
Ben aslında nereliyim? Bir yere ait olmak ne demek? Ülkemizi neden sevmemiz gerekir? Mesela suçlu, gaddar ve zalim bir kardeşim olsaydı, suçlarını örtbas eder miydim, etmeli miydim? İflah olmayacak, zalim bir kardeş için kendimi ne kadar feda ederdim? Bu soruları çoğaltabilirsiniz.
"Şu memlekette huzurlu gün yüzü görmedim"
Hikâyelerde, şehirlerde yükselen inşaatlar, birlikte yaşamayı öğrenemememiz, içimize işlemiş militarizm ve milliyetçilik göze çarpıyor. Türkiye'nin gündemi, bu öyküleri nasıl besledi?
Türkiye'de eminim şu anda pek çok kişi diyor ki "Şu memlekette doğdum doğalı bir huzurlu gün yüzü görmedim." Doğru bu. Ben görmedim mesela, benden önceki kuşaklar da görmedi. Türkiye'nin her on yılında, binlerce insanının hayatını mahveden onlarca acı hikâye vardır.
Ağır sonuçlar yaratan siyasi değişim dönemleri, bir ülke tarihine yakışmayacak kadar kısa sürelerde olur. On yılda bir darbe, her hafta karar ve niyet değişikliği... Dolayısıyla Türkiye'de edebiyatın gündeme yetişmesi imkânsız. Gerçi edebiyatın da gündemle işi olmaz, güncel olanın ötesine bakar.
Her günü yeni bir yaralayıcı olay kaynayan bir ülkede, öykülerin beslenmesi için bir şey yapmak gerekmez. Ama sırf umutlarımı tümüyle öldürmemek için, edebiyatımı ağzı köpüklü şovenizm, kıyıcı milliyetçilik, şiddet tutkusu ve düşmanlıktan korumaya çabalıyorum. Bunlar kolayca harekete geçen ilkel duygular. Edebiyat bu duyguların üstünde bir yerde durur.
Kitaplarınızdaki detaylarla geçmişe ve şimdiki zamana dair notlar düşüyorsunuz. Yaşadığımız zamanın detaylarını sıcağı sıcağına ayıklamak, öyküye hizmet eder hale getirmek nasıl mümkün?
Çok zor. "Kadınlar da insandır" diyen, üstelik bunu iyi niyetinin ifadesi olarak söyleyen bir milletvekiline sahip bir ülkeyiz biz. Kadın düşmanlığından tutun, toplu tecavüzlere, tecavüzcüleri salan ahlak bekçilerine, milliyetçiliğin en şedit, en akıl almaz şekillerine, demokrasi fikrinin unutulmaya terk edilmesine, sanat, kültür ve aydınlanmaya dair nefrete ve kendi hasletlerini gönül rızasıyla yok etmeye kadar Türkiye'nin gündemi öyle yoğun ki. Edebiyatın gerektirdiği sağduyu ve soğukkanlılığı korumak mevcut şartlarda çok zor.
Edebiyat olup bitenlere, yerine yenisi gelse de doğası itibariyle geçici olan olaylara makro bir açıdan, ama derinlemesine bakmayı gerektirir. Bunun için içimizdeki iyicil hücreleri öfkeye teslim etmememiz, edebiyatın iyileştirici gücüne inanmamız lazım. Kolay değil, ama şart.
Tanzimat'tan beri dinmeyen Batı hayranlığı
Hür Doğdum Hür Yaşarım'daki Şeref Hanım orta sınıf mensubu bir batı hayranı. Diğer karakterlerde de sınıf atlama arzusu ve sözde batılı, özde muhafazakâr haller dikkat çekiyor. Karakterleriniz Cumhuriyet Projesi'nde nereye oturuyor?
Cumhuriyet kuşağına mensup bir aileden geliyorum. Dolayısıyla bu tür aileler hakkında gözlemlerime dayanan, iyi kötü bir fikrim ve bilgim var. Yaşadıkları hayal kırıklığını anlayabiliyorum; ama kaçınılmaz olduğunu da düşünüyorum.
Çünkü onların temel sorunu "aslında" Batılı olduğumuza sorgulamadan, bütün kalpleriyle inanmalarıydı. Batılı olmanın bir zihniyet meselesi olduğunu kabul etmek istemediler. Hem Batıyı, hem nasıl Batılı olunacağını aşırı basit ve gerçekdışı bir şekilde tarif edip kendi tariflerine inandılar. Onlara göre sanki atlamamız gereken yüksekçe bir eşik vardı, gerilip koşuyor, ama kondisyonumuz yetmediği için bir türlü atlayamıyorduk.
Ülke olarak biraz da fakirdik, geride kalmamız, Batılı ülkelerin bizi küçümsemesi bundandı. Bu Batılı olma arzusunun temelindeki şovenizme de dikkatinizi çekerim. Lise yıllarımda, Türkiye'nin ihmal edilemez bir devrimci nüfusa sahip olduğu dönemde, Türkiye'nin fakir yüzünü gösteren kartpostallar basılıyordu. Cumhuriyet kuşağının nasıl deliye döndüğünü hatırlıyorum. Kendilerini vatansever olarak tanımlayan bu insanlar, Türkiye'nin perişan yüzüne neden olan şartlar hakkında kafa yormak yerine, "bizi" "yabancılara" kötü gösteren bu kartpostalları basanları itham etti.
Cumhuriyet kuşağı çocuklarının da, gelenekçi ve muhafazakârlarının da gerçekten bir demokrasi özlemi duyduğu kanısında değilim. Oysa Batılı olmanın temel şartı, demokrasinin gerekliliğine hayati bir organın gerekliğine inanmak kadar inanmaktır.
Karakterler Adapazarı, Karasu, Erzurum ve Karadeniz'de dolaşıyor. Bu yerlerin kişisel tarihiniz için anlamı ne?
Adapazarı'nda doğdum, ilkokulu İzmit'te okudum, üniversiteye kadar bütün yaz tatillerim Karasu'da geçti. Anne tarafından atalarım Karadenizli. Öte yandan şehrin her türlüsüne şiddetle ilgi duyarım. Çeşitli tesadüflerle Türkiye'nin pek çok yerine de gittim. Bunun dışında özel bir tarihim yok.
Refik Halit Karay'ın Memleket Hikâyeleri'ne selam gönderiyorsunuz. Öykülerinizi Karay'ınkilerle kesiştiren nokta nedir?
Refik Halit Karay'la aramızda bir asırlık fark var. Ayrıca onun kitabı benzer itkilerle yazılmış olabilir ama bir edebiyat eseri. Benimki anı ile anlatı arasında duran, biraz tarifsiz bir tür. Ortak noktamızın memleket insanına sevecen bakışımız olduğunu söylersem belki ileri gitmiş olurum, ama söylemeliyim. Refik Halit Karay memleket insanını çok ince bir ironi, tam isabetli bir bakışla eleştirir aynı zamanda.
"Memlekete vaat edilen demokrasiydi"
2010'da Yeşil Peri Gecesi romanından sonra sizden Bir Dersim Hikâyesi'nde Neyire Hanımın 'Yük'ünü okuduk. O seçkide yer almak size ne ifade etti?
Daha önce hatırlamadığım bazı şeyleri hatırlamam, artık genç olmadığıma delalet sanırım. Lisede Dersim'in adını ilk duyduğum anı hatırlıyorum. Bir kadın öğretmenimiz, Tunceli diye bildiğimiz ilin asıl adının Dersim olduğunu söylemişti. "Niye Dersim demiyoruz?" demiştim. Cevabı beni tatmin etmemiş olmalı ki hatırlamıyorum. Dersim sözcük olarak zihnime öyle kazındı.
Bir keresinde de annem Dersim katliamından söz etmişti, "Devlet isyanı bastırdı" şeklinde; resmi tarihin argümanlarıyla. Sonrasında Dersim'de neler olup bittiğini öğrenmem çok zaman almadı. Bu öykü, ülkem adına duyduğum utancın binde bir ifadesi bile değildir.
Murathan Mungan böyle bir seçkiyi hazırlayarak değerli bir iş yaptı. Gelecekte Türkiye'nin utanç sayfalarıyla bizimkinden daha fazla bir açık yüreklilikle yüzleşecek kuşaklar olursa eğer, Murathan'a minnettar olacaklar. Tıpkı Üçbaşlı Ejderha adlı romanında Maraş Katliamı'nın acılarını dile getiren Leyla Erbil'e duymamız gereken minnet gibi.
Gazeteci kökenli bir yazar olarak son dönemde çeşitli operasyonlarla gazetecilerin tutuklanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Gerçekten gazeteci olan arkadaşlarımın yanında, ben gazeteci değil, gazetecilik "de" yapmış bir yazarım. Gazetecilerin tutuklanmalarına gelince... Demokrasi, insan hakları, ifade özgürlüğü, hukuk, kuvvetler ayrılığı vesaire diyeceğim, ama ne desem boş olacak.
Çoğunluğun istediğinin olmasına değil, azınlığın haklarının garanti almasına demokrasi dendiğini, siyasal bilgiler ve hukuk fakültelerinin ilk sömestrinde öğretiyorlar. Öte yandan, biz ülkenin bu kadar fütursuzca savrulduğu dönemleri daha önce de gördük. Mesela 1981'de Siyasal'da Bakır Çağlar'dan anayasa hukuku dersi alırken, sıkıyönetim gazeteleri süresiz kapatır, gazetecileri tutuklardı. Değişen bir şey yok; ama önemli bir fark var: Memlekete kısa süre önce işaret ve vaat edilen şey demokrasiydi.
Şunu da söylemeden geçemiyorum. İstisnaları bir kenara bırakırsak, Türkiye'de namuslu gazetecilik öleli uzun yıllar oldu. Bugün yaşanan hızlandırılmış erozyonda, ikiyüzlü ve çıkarcı bireyler yaratmak için ellerinden geleni yapan gazetecilerin günahı öyle büyük ki, başlarını yastığa koyduklarında cehenneme bile sığmayacaklarını hissetmelerini diliyorum. (EG/AS)