Ekranların önündeki sıradan fani izleyiciler -hedef kitle- medya dünyasındaki karmaşık ilişkiler ağının haber alma ve bilgilendirilme özgürlüğüyle ne gibi bir ilgisi olduğunu anlayamamış olabilirler.
Tarihi bilginin kişisel tanıklıklarla yeniden üretilmesi, resmi tarihin iktidara yakın ve zaferlerle sınırlandırılmış bir övünç kaynağı olarak kullanılmasından çok daha farklı ve yeni bir şey olabilir elbette.
Anlatılıp yazılamayanlar unutulmuş, korkuyla beslenmiş tarih mezarlığından çıkıp zihinlere yerleşebilir. Açıklayıcı ve geniş bir tartışma alanı yaratabilir.
Ancak medya sektöründe çalışanların bizzat tanıklıklarıyla yazılabilecek anılar, mensubu oldukları, diyelim ki seçkinci medyanın yerleşik diliyle harmanlanmış ve bitirilememiş geçmiş hesaplaşmalarıyla, kırgınlıkları ve öfkeleriyle sınırlandırılan bir metinler bütünü olmamalıydı bence.
Noam Chomsky bu durumu "Medya Gerçeği" adlı kitabında açık ve basit bir şekilde anlatır; "...büyük medyalar (özellikle, başkalarının genellikle izlemekle yetindikleri gündemi belirleyen elit medyalar) ayrıcalıklı izleyicilerini diğer işyerlerine "satan" kuruluşlardan oluşur." Ve devam eder; "Medyada yönetici konumunda bulunanlar ya da bu kesim içinde yorumcu statüsüne yükselenler aynı ayrıcalıklı elit kesime aittirler ve bu kesimin onların kendi sınıf çıkarlarını da yansıtarak ayrıcalıklı elitin algılamaları, özlemleri ve tutumlarını paylaşmaları beklenebilir."
Ülkemizde de sistemle uyumlu basın yayın organlarının (muhalif bir dilin ve karşı çıkmanın idealize edildiği bir söylem olmasına rağmen) bünyesinde çalışanların haber yapabilme gibi en temel faaliyetlerini bile gerçekleştirmekte zorluk çektiklerini, bu anlamda karşılaştıkları bütün baskılar karşısında hareket edebilme alanlarının da dar olduğunu ve birtakım bedeller ödediklerini de öğreniyoruz. (Bkz.5 Eylül 2004 tarihli Radikal iki'de Tarık Demirkan'ın yazısı)
İtaatkar kılınan izleyicilerin medyadaki güç ve iktidar ilişkilerinin ve finansal rekabetin boyutları hakkında ayrıntılı bilgiler edinebilmesi çok zor.
Ve hatta böyle bir talepkarlığın ve sivil bir denetlemenin olduğunu söylemek de mümkün değil.
Bunu göz önüne aldığımızda böylesine tanıklıkların kaleme alınması çok olumlu. Ancak bu tip bir kişisel anı denemesinin günlük bir yayın organı tarafından belli bir kesime ulaşmasıyla, medya sektöründe belirli konumlara gelmiş veya başka tercihlerle farklı yerlerde olan isimlerin zikredilmesiyle ifşa edilen sırların, çekişmelerin, geçmiştekilere yapılan göndermelerin, sitemlerin ve serzenişlerin ya da çok zor koşullarda sınanan meslek etiğinin vicdani sorgulamalarının ayrıntılarıyla, derli toplu bir bilgi paylaşımından ziyade bize "uzak" medya ilişkilerinin "yakın" tarihi ortaya dökülmektedir.
Elbette konunun ehillerinin farklı platformlarda, çok daha zengin ve kapsamlı yazılarla tartışmayı sürdürecekleri ihtimal dahilindedir. Ama medya organlarının tüm bu ilişkiler ağı içerisindeki yerinin sorgulanması, küçük bir entelektüel kesimin yanı sıra sivil toplum örgütlerinde, "patronsuz" yayınlar bünyesinde yer alanların, izleyicilerin dahil olduğu çok daha geniş, ortak ve çoğulcu bir dille yapılması verimli olabilir.
Son olarak medyanın kendi içindeki hesaplaşmalarının magazinsel boyuta kayma riskinin mümkün ve kolay olduğunu, gerçeklerle olan mesafe ayarının bir azınlık diliyle yapılamayacağını, tarihsel bilginin tek ve biricik olmadığını ve böylece medya tarihinde rol oynayanların zamanla, mekanla ve güçle başa çıkmalarının aslında çok zor olabileceğini yazabiliriz. (TBÖ/YS)