Hürriyet gazetesi ABD'nin Irak'a yönelik haksız, vicdansız ve adil olmayan saldırısını çoktan onayladığı gibi, bu durumu doğru, özenilecek ve taklit edilecek bir eylem gibi sunuyor. Ve büyük bir iştihayla başlık atıyor; Biz de girdik!
Bilindiği gibi bu haber Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök'ün ağzından birkaç gün sonra, 26 Mart günü Diyarbakır'da yalanlandı. Orgeneral Özkök yaptığı basın toplantısında, savaş başladıktan sonra K. Irak'a Türk askerinin girmediğini, bunun şartlarının henüz oluşmadığını, zaten bazı Türk askeri güçlerinin bir süredir bölgede bulunduğunu söyledi. Özkök, K. Irak'a askeri güç gönderme eyleminin ABD ile koordineli şekilde yapılacağını da sözlerine ekledi.
K.Irak'a TSK'den önce Hürriyet gazetesi girmişti.
Haber palavraydı. Ancak, Hürriyet gazetesi bu haberi düzeltme gereği bile duymadı. Okuyucularından özür dilemedi. Hiçbir şey olmamış gibi yoluna ve haberlerine devam etti.
Çünkü bu ülkede büyük gazeteler kendilerini devlet yerine koyarlar. Onun adına konuşur, onunla özdeşleşir ve gerekirse ondan önce sahaya çıkarlar. Devlet de bunu bilir ve işin kötü tarafı böyle olması için ek bir çaba sarf etmez. Sözkonusu gazete ve televizyonlar bu işi kendiliğinden, gönüllü olarak yaparlar. Bu durum bazen öyle bir hal alır ki, devlet kimi zaman "pasif" kalmakla bile suçlanır. Birinci sayfalardan iri puntolarla "Devlet nerede?" diye çağrılar çıkarılır.
Basın ve 'milli çıkar'
Diyelim ki, Avrupa Parlamentosu'nda Türkiye aleyhine bir karar çıktı ve dost bilinen bazı ülkeler de Ankara aleyhine oy kullandı. Türk basınının güzide gazetelerinde manşet hazırdır; "Hançerlendik" ya da "Sırtımızdan vurulduk"!...
Kim hançerledi, niye hançerledi, gazeteye bir saldırı mı oldu, suikasta uğrayan bir muhabir mi var, hançerlenen kim? Bütün bu soruların bir önemi yoktur.
Doğru ya da yanlış, alınan karar devlet, daha doğrusu onun resmi tezleri ve politikaları hakkındadır. Ama hain hançer bütün bunları ıskalamış ve gelip necip Türk basınını vurmuştur. Yaralanan ama yıkılmayan odur.
Gerekçe de hazırdır; milli çıkarlar! Oysa, gazetecilik faaliyeti ile "milli çıkarlar" doğası gereği çoğu kez birbiriyle çelişebilir. "Milli çıkar" kavramı ve tanımı kişilere, toplumun değişik kesimlerine, inanç gruplarına ve devlete göre değişebilir. Necip Türk basını ise devletin derinliklerini ve sermayenin zirvesi gözetler. İşaret bekler.
Yine bize kaldı
Savaş, siyasal şiddet ya da "terörizm" ile medya arasındaki ilişki, halen tartışılan bir konu. Ama yine de haberlerin nasıl verileceği, değerlendirmenin hangi ölçülere göre yapılacağı ve nasıl bir dilin kullanılacağı konusunda, basın meslek örgütlerinin ve bağımsız gazetecilerin çabalarıyla bir birikim ve objektif ölçüler oluştu.
Örneğin, İngiliz yayın kuruluşu BBC'de 1970'li yıllarda yönetim tarafından yayınlanan bir genelge ile, haberlerde "terörist" sözcüğünün kullanılması konusunda editörlere bazı kısıtlamalar getirildi. BBC, ilke olarak siyasal amaçlı silahlı eylemciler için "terörist", her türden siyasal eylem için de "terörizm" kavramlarının kullanılmasına son verdi. Bunun gerekçesi de söz konusu genelgede şöyle belirtildi:
"Terörist sıfattır, dolayısıyla yorumdur. Ayrıca, sizin terörist dediğinize başkaları 'gerilla', 'ulusal kurtuluş savaşçısı' ya da 'özgürlük savaşçısı' diyebiliyor. Bir yayıncı olarak bu sıfatlardan birini kullanmamanız gerekir. Çünkü terörist ya da gerilla sıfatları, tarafların atfettiği ya da kendi eylemcilerine verdiği sıfatlardır.
Siz, bağımsız yayıncı olarak ne resmi makamların ne de eylemci grupların terminolojisini benimseyemezsiniz. Amacınız, olup biteni sıfatsız, yorumsuz aktarmak olduğuna göre, kimilerinin terörist, kimilerinin gerilla dediğine siz, taraflar dahil kimsenin karşı çıkamayacağı, ayrıca da gerçek durumu betimlemesi itibariyle 'silahlı militan' ya da 'silahlı eylemci' diyebilirsiniz.."
Evet, bu kadarı bile yeter. Kimse BBC'den ya da Hürriyet'ten solcu olmasını talep etmiyor. Ama herhalde "namuslu" olmaları bekleniyor.
BBC, bugün savaş çığırtkanlığı yapıyor. Kendi koyduğu kuralları çiğniyor. Ve öyle anlaşılıyor ki, onların bir zamanlar ortaya attığı ilkeleri bir kez daha biz savunmak zorunda kalacağız.
Çap ve ihtiras
Hürriyet başta olmak üzere, büyük gazetelerde çıkan haberler açıkça ABD yanlısı bir yorum ve yaklaşımla veriliyor. Amerikan askerlerinden neredeyse "bizimkiler" diye söz ediliyor. Irak ordusu söz konusu olduğunda ise sanki "düşman" hakkında konuşuluyor. Sabah gazetesi, "Bush ceza kesti; bana onun kellesini getirin" diye, kovboy filmlerinden kırma bir manşetle çıkıyor. Durum öyle bir hal alıyor ki, Hasan Pulur konuyu köşe yazısının başlığına kadar taşıyor ve çaresizce bir çağrıda bulunuyor; "Vazgeçin bu üsluptan..."
Öylesine büyük bir akıl tutulması yaşanıyor ki, bazı Türk gazeteciler Amerikan tanklarına biniyor ve haberlerini Irak halkına saldıran bu tanklardan "bildiriyor" büyük bir övünçle. Bu muhabirlerin gazeteleri de söz konusu durumu büyük bir yayıncılık olayı gibi sunuyor, teşvik ediyor. Ertuğrul Özkök'ün attığı manşet bir nevi gerçeği yansıtıyor; Irak'a "Biz de girdik!"
Özkök, kendi hayatını palavra üzerine kurmakla (www.bianet.org, 16 Mart 2003) kalmıyor, yönettiği gazetelerde de aynı şeyi yapıyor. Amacına ulaşamayınca saldırganlaşıyor. Sözcülüğünü yaptığı büyük sermaye çevrelerinin -ki kendi patronu da bu çevrenin çok önemli bir parçasıdır- tezlerini kabul ettirememek bir çaptan düşme duygusu ve telaşı yaratıyor. Dünyada ve Türkiye'de iklimin değişmeye başladığını göremiyor. Özkök'ün ihtiraslarıyla kalibresi arasında bir uçurum bulunuyor. Çaresi yok! Palavra üzerine kurduğu hayatı mesleğini de belirliyor.
Bu durum onu hırçınlaştırıyor. Hızını alamıyor ve gazetesinde "Tam gaz Bağdat" diye (23 Mart 2003 Hürriyet) manşet atıyor. Ancak, kısa sürede anlaşılıyor ki, ABD ve İngiliz kuvvetleri daha Basra Körfezi'ndeki küçük bir kasabayı bile (ilk bir hafta) henüz ele geçirememiş. Haber yine düzeltilmiyor.
İnsan üzülüyor.
Bu acımasız medya tekelinin/kuşatmasının kırılması için yakın tarihte gerçekleştirilen ve başlangıçta çok iyi giden girişimlerin akamete uğratılması insanın içini acıtıyor. Bugün birer klan gazetesi haline gelen mevkutelerle ne kadar çaresiz kalındığını görünce, insan bu topraklardaki o cesur hamlelerin önemini daha iyi anlıyor.
Bir akşam yemeği
Kaçınılmaz olarak bir E. Özkök yazısına dönüşen bu makaleyi eğlenceli bir hikaye ile bitirmek istiyorum. Çünkü anlatacağım olay, E. Özkök'ün hem entelektüel hayatı hem de gazetecilik anlayışı hakkında (kendisinin de çok sevdiğini düşündüğüm) Freudyen ipuçları veriyor. Olay gerçek, tanıkları bol...
E. Özkök gazeteci arkadaşları tarafından bir eve yemeğe ve "bir-iki kadeh" içmeye davet ediliyor. Özkök, bu "nazik çağrıyı" kabul ediyor ve arkadaşlarını onurlandıracağını bildiriyor. Ama, işleri çok yoğun olduğundan biraz geç kalacağını söylüyor. Buraya kadar her şey normal. Hikaye de bundan sonra başlıyor.
Özkök, yemekte içeceği seçkin Fransız şarabını şoförüyle önceden gönderiyor. Özkök'ü bekleyen arkadaşları, elinde bir Fransız şarabı tutan şoförle karşılaşınca, bu "ince" davranışa haliyle bozuluyorlar. Özkök gibi "gusto" sahibi birine bu tutumu pek yakıştıramıyorlar. Biraz da içerliyorlar. Ne demeli "züppece" buluyorlar bu davranışı.
Oysa, bunda şaşılacak bir şey yok.. Çünkü, arkadaşları biliyor olmalılar ki, o, seçkin Fransız şarabı içen, fikirleri ve hayat anlayışı gibi zevkleri de incelmiş biridir. Özkök, bu durumu davet edildiği eve daha gelmeden hissettirmiş ve farkını koymuştur. Hadise bundan ibarettir.
Çaresiz bekliyorlar "tanrılar katıdan" gelecek misafiri. Zaman ilerledikçe bir yandan da içkilerini içmeye başlıyorlar. Muhabbetin koyulaştığı saatlerde Özkök intikal ediyor eve. Kendisine gösterilen koltuğa uzun oturuyor. Çok çalışmaktadır ve yorgundur çünkü. Eh biraz da imtiyazlı... Bunun farkındadır.
Her neyse, biraz sonra "Nerede benim şarabım?" diye içkisini istiyor. Hemen içeriye gidiliyor ve dolu bir kadeh getiriliyor. Özkök önce kokluyor kadehindeki şarabı, ardından küçük bir yudum alıyor, bir süre ağzında dolaştırıyor. Daha sonra iki dikişte bitiriyor içkisini ve arkadaşlarına dönerek, "Evvet! İşte şarap bu" diyor.
Bir yandan sohbete katılmaya çalışırken, diğer taraftan bir kadeh daha doldurulmasını istiyor. İşte o zaman, mutfağa giden arkadaşı iki şişe getiriyor, masaya koyuyor ve soruyor; "Hangisinden istersin?"
Özkök'ün gönderdiği seçkin Fransız şarabı hiç açılmamıştır, açık olan şarabın markası ise açık seçik okunmaktadır: Kavaklıdere...
Salonda bir kahkaha kopuyor. (MY/NM)