Basın organlarında yaşanan işten çıkarmalar, başka benzer durumlarda olduğu gibi, kimi yerlerde "insan hakları ihlâli" diye yorumlandı. İşçi-işveren arasındaki ilişki insan hakları açısından nasıl bir ilişkidir?
İnsan hakları, modernleşme çerçevesinde, devlet idaresine karşı bireyin korunması olarak ortaya çıktı. Terminolojide buna "dikey ihlâl" adı veriliyor. Ancak bugünün toplumu yeni bir tanımla daha karşılaşıyor, ki buna da yine teknik bir terimle "yatay ihlâl" adı veriliyor. Devlet iktidarına sahip olmayan güçlerle bireyler arasındaki ilişkilerde yine insan haklarının ihlâl edilmesi söz konusu. Burada devlet adına yetkiler kullanan bir aktörle karşı karşıya değilsiniz. Toplumsal ve ekonomik yaşam içerisinde varlık bulmuş kişiler veya yapılar, bireyler üzerinde bir ölçüde iktidara sahipler burada. Bu ilişki içinde gücün kullanılması ve hak sahiplerinin mağdur edilmesi gibi bir durum söz konusu... Bu anlayışın çok güçlendiği dönemler, '80'li yıllar. Britanya'da Margaret Thatcher dönemini düşünürseniz, iktidardan ayrıldığında kamu çalışanlarında yüzde 60 oranında azalma vardı. Yani bu insanlar, devlet yetkisi altında olmaktan çıkıp başka iktidar alanları içinde çalışma veya çalışamama gibi bir başka sosyal ilişkiyle hayatlarını sürdürmek durumunda kaldı. Bu defa insan hakları doktrini çerçevesinde bu yeni ilişkileri tanımlamak ihtiyacı doğdu. '90'ların başlarında Uluslararası Af Örgütü de bunu kabul etti, devlet dışı aktörlerin de insan haklarını ihlâl edebileceğini söyledi. Onların özellikle kastettiği silahlı çatışma dönemleriydi. Af Örgütü, o tarihten beri, devletin karşısındaki güçlerin de insan haklarını ihlâl edebileceğini dikkate alıyor. Ama özel alanda insan hakları ihlâli bazen insanların çok mahrem alanına müdahale sonucunu bile doğurabilir. Mesela evlilikte tecavüz buna çok tipik bir örnek.
Bahsettiğiniz süreç, Türkiye'de, Halit Narin'in "şimdi gülme sırası bizde" dediği dönemlerden itibaren başlıyor. '80 öncesinde bazı sermaye güçleri de çeşitli durumlarda silahlı güçleri desteklemişti. Nihayet istedikleri oldu, esnek ve taşeronlaşmış bir iş alanı ortaya çıktı. Yani işçi sınıfının dikey ihlâle karşı kazanılmış hakları, yatay ihlâl doğurabilecek şekilde, özel sektör lehine budandı. Devlet de, mesela ILO şartlarına uymayarak, işçinin yalnız kalma sürecini destekliyor. Bu bağlamda Türkiye'de insan haklarını nasıl değerlendirebiliriz?
Emek kesimi, kolektif olma vasfını yitiriyor. Giderek bireysel bir ilişkiye zorlanan bir eğilimle karşı karşıya. Sendikalaşma, örgütlü bir çalışma hayatına ve güçlendirilmiş haklara sahip olma yerine, işçiyle işveren arasında kurulan bireysel ilişkilerin daha ön plana çıktığı bir anlayış bu. İnsan haklarının korunması ve bunun hukukta varlık bulmasının bir tek amacı vardır: Güçlendirme. Bunu yapabilmeniz için değişik araçlara ihtiyacınız var. Hukukun ötesinde, örgütlülük mesela, böyle bir araç.
Bu konuya salt insan hakları, yani tek tek bireylerin mağduriyeti merceğinden bakmak, örgütlü bir hukuk mücadelesinin de önünü tıkamıyor mu?
Şüphesiz, bireyin güçsüzlüğünü esas alan bir anlayıştır bu. Ama çok farklı da olabilir tabii. Cinslerarası ilişkide yahut çocukla aile arasındaki ilişkide, sığınmacılar, azınlıklar, yoksullar gibi çok farklı alanlarda faydalı bir bakış getirebilir.
Ama örgütlü mücadelenin kazanımları ve varoluşu noktasında zayıf bir araç, hatta örgütlü mücadelenin kazanımlarının bertaraf edilmesi anlamına da gelmiyor mu?
Evet, örgütlü bir çalışma hayatına sahip olma hakkını güçleştirici -güçlendirici değil, güçleştirici- yasal düzenlemeler de buna tuz biber ekiyor. İşkolu düzenlemeleri, belli yüzdeler, yani ancak belli sayıda işçinin belli bir sendikaya üye olması halinde o sendikanın toplu pazarlık gibi hakları dillendirme yetkisine sahip olması gibi zorlaştırıcı uygulamalar da bu anlayışı destekliyor. Yasama faaliyetini devlet gerçekleştirdiğine göre, devletle birlikte oynanan bir oyun bu. Haklar merceğinden baktığımız zaman ortaya çıkan durum, bireyin Aydınlanma dönemindeki yalnızlığını ve güçsüzlüğünü kabul edip onu hukukla güçlendirmeye çalışan anlayışın tersi bir anlamda, onu tekrar örgütsüzlüğüne itmektir. Bu, bugünün dünyasında çok sofistike bir biçimde ortaya çıkıyor. Bu söylemi savunmadığını söyleyen çevreler de böyle bir uygulamanın içinde yer alabiliyorlar. Bugün için işin ayırdına varmanın biraz daha karmaşık olduğunu söylemek lâzım. Bu tür tamamen gücün etkili olduğu ilişkilerin netleştirilmesi önem taşıyor. Bu tartışmanın sonucunda ortaya koymamız gereken bir tek şey var aslında: Güç. Siyasal, ekonomik veya toplumsal, sonuçta güçtür belirleyici olan. İlişkileri güç belirleyebilir, ama bir demokraside ilişkinin hukukla belirlenmesidir aslolan. Türkiye'de bu duruma ilişkin normlar, kurumlar, yöntemler belirlenmiş. Bunların hepsi büyük bir oyun olarak tanımlanmayacaksa, anlamını sorgulamamız önem kazanmaya başlıyor. Çalışma hayatına baktığımız zaman, sosyal güvence sağlanmaksızın çalıştırılmak, basında çok yaygın olan çifte bordro düzenlemeleri gibi uygulamaların insan hakları anlayışı çerçevesinde yeri yok. Ama bu, sadece devlet dışındaki iktidarların sorumlu olduğu bir ilişki biçimi de değil. Böyle olmaması gerektiğinin takibini, denetimini yapması gereken kamusal otoritedir. Demek ki bu yapılmıyor.
Birtakım medya patronlarıyla hükümetlerin, hatta devlet kurumlarının nasıl derin bir çıkar ilişkisi içinde olduğu da biliniyor...
Şüphesiz. Medyayla ilgili önemli bir husus şu: Medya araçlarına sahip olan işadamlarının belli sektörlerde faaliyette bulunmaması gerekir. Demokratik kabul edilen ülkelerde böyle yasal sınırlar var. Mesela finans alanı. Bu alanı kontrol etmede medya önemli bir aygıt. Veyahut enerji alanı... Hele ki piyasa düzenlemeleriyle ekonomik hayatın önemli bir bölümünün belirlenmeye çalışıldığı bir dönemde, piyasa hareketliliği çerçevesinde medyanın önemli bir rolü var. Türkiye, bu tür sınırlamalardan da yoksun bir ülke. Dolayısıyla, basın meslek ilkeleri gibi bir takım ilkeler deklare etmenizin bir anlamı yok. Bunlar, ancak birtakım vitrin numunelerinden ibaret. Hijyenik açıdan şartların hiç müsait olmadığı bir mutfaktan şık sunulmuş yemekler geliyor, sonuçta sağlığınız bozuluyor.
İşten atılan bir işçi veya gazeteci, hukuk önünde tamamen savunmasız mıdır veya işi çok zor mudur?
Olumlu gelişmeler de yok değil. Örneğin birkaç yıl önce, yanlış hatırlamıyorsam yine Radikal gazetesinden çıkarılanlarla ilgili, iki farklı bordro düzenlemesi veya telif ücreti kabilinden yapılan dönemsel ödemelerin de kıdem tazminatına esas alınması gerektiği yönünde mahkeme kararları alındı. Dolayısıyla, şimdiki işten çıkarmalarda da onların emsal alınabileceği gibi bir takım girişimler var. Türkiye'de hakların korunmasıyla ilgili mekanizmalar tümüyle yetersiz, zafiyet içinde değil, ama bunlar istikrarlı, tutarlı bir biçimde uygulanamıyor. Güçlü, sosyal, siyasal, hukuki bir hafızamız yok bu anlamda. Makro bir örnek vereyim: 12 Eylül döneminde, 1402'likler diye tanımlanan binlerce kamu görevlisi işten çıkarıldı. Ben o zamanlar İstanbul Üniversitesi'nde asistandım, Bülent Tanör, Yücel Sayman, Hüseyin Hatemi, hepsi Sıkıyönetim Komutanlığı kararıyla işten çıkarılmışlardı. Askerler zarflarla geliyordu, o gün kimin çıkarıldığını öğreniyorduk. Askeri dönemin ardından bu kamu görevlileri davalar açmaya başladılar. Farklı nitelikte kararlar çıktı, "göreve iade edilebilir", "edilemez" gibi. 1980-83 yılları arasında yapılan bütün işlemleri anayasanın geçici 15. maddesi koruyordu; hâlâ da yürürlükte o hüküm, o dönemi cezai, idari, mali vs. olarak sorgulayamıyorsunuz. Bu farklı kararlar üzerine, Danıştay'ın büyük kurulu, İçtihadı Birleştirme Kurulu, bu kararları tek bir yönde toparlayan bir karar aldı. Kararı alırken Danıştay bir ILO sözleşmesine dayandı, 11 sayılı İş ve Meslek Bakımından Ayrım Yapılmamasına Dair Sözleşme. Türkiye bunu 1966'da onaylamış. Sözleşmede deniyor ki: İşveren işçiyi işten çıkarabilir, ama işten çıkarılanların yargıya başvurma hakları ve sonucu değiştirebilme imkânları var mı, yok mu? Çünkü sıkıyönetim kanununa göre, işten çıkarılanların yargıya başvurma hakları da ellerinden alınmıştı. Yani susup oturacaksınız, başka bir yerde de çalışamıyorsanız, öleceksiniz. Danıştay dedi ki, bu sözleşmenin getirdiği anlayıştan uzaklaşmayı mı savunmamız lâzım? Hayır dedi, böyle bir şey olamaz, bu anayasa da cumhuriyetin, devletin nitelikleri arasında insan haklarına saygıyı kabul ediyor. Dolayısıyla, çalışma hayatı standartları ışığında, bu kişiler işlerine dönmek durumundalar... 1989 yılında böyle bir karar verildi ve yedi yıl boyunca dışarıda kalan binlerce insan görevine dönebildi, vergi dairesi memurlarından üniversite profesörlerine kadar... Yani Türkiye, yakın geçmişindeki çok büyük bir siyasi travmanın insanlar üzerinde yarattığı etkiyi bile çalışma şartlarındaki bir güçlendirme aygıtına dayalı olarak çözmeye çalışırken, bugünün Türkiye'si bunu yapabilmekten aciz bir yerde. Bugün yaşanan, böyle bir güçlendirme mekanizmasının bile ortadan kaldırılması veya sulandırılması, görmezden gelinmesi, küçümsenmesi. Birtakım basın organları 12 Eylül'ü eleştirirken, 12 Eylül'ün getirdiği bir takım insani acıların giderilmesi yönündeki bu anlayışı bugün acaba kendileri ne ölçüde uygulayabiliyorlar?
Bu kadar göz önünde bir sektörken, basında bu kadar güvencesiz bir ortam nasıl yaratılabildi sizce?
Sanıyorum basındaki asıl sorun, basının araçsallaşması. Çeyrek yüzyıldır Türkiye basını, büyük ölçüde, başka bir takım menfaat öncelikleri bağlamında bir araçsallaşma süreci yaşıyor. Az önce bahsettiğim Danıştay kararı bugün lafı bile edilmeyecek bir şey. Bazı basın çalışanlarının, bir basın organından çıkarılmaları sonucu açmış oldukları dava sürerken başka bir basın organında iş bulduklarında, bu davanın öğrenilmesi halinde oradan da işten çıkarıldıklarını görüyoruz. Bu, hiçbir şekilde açıklaması mümkün olamayacak bir şey. Türkiye'nin mevcut hukuku çerçevesinde de bunu temellendiremezsiniz. Basının ana görevi, haber vermek, bilgi alma hakkı bağlamında hizmet yerine getirmekten başka bir şey değildir aslında. Ama demek ki bunun dışında başka bir takım menfaatler de söz konusu olabiliyor ki, ana işlevini bu ölçüde hoyratça hırpalayabilecek bir tavır içinde görebiliyor kendini. Bunda tabii basının profesyonelleşmesinin de çok büyük etkisi var, en azından basın içi insan ilişkilerinin kurulması ve geliştirilmesi veya sona erdirilmesi çerçevesinde. İyi bir basın profesyoneli olarak tanımlanan, adlarını da bildiğimiz bir takım kişilere diyebilirsiniz ki, bana mükemmel bir liberal gazete hazırla. Hazırlarlar. Ertesi gün diyebilirsiniz ki, çok iyi bir oto yarışları dergisi çıkar. Onu da hazırlayabilirler. Bu, aslında etiğin kaybolmasıdır. Ama bu giderek hukukun da kaybı anlamına geliyor. Bu katı profesyonellikle birlikte, hakların savunulması, haklara uygun ilişkilerin kurulması gibi bir takım temel değerlerin küçümsenmesi, sulandırılması ve bu durumun profesyonellik adına üstün bir meziyet, hatta ayrıcalıklı bir konum nedeni olması gibi bir sonuç çıkıyor ortaya. İlişkilerin sona erdirilmesi noktasında da aynı tutumla karşılaşıyorsunuz. Bu anlayış içerisinde yadırgatıcı değil belki, ama bir soru sormayı gerektirir bu, en azından Radikal gibi başka birtakım değerleri savunduklarını iddia eden gazeteler bakımından. İlişki tek taraflı sona erdirilirken bile bunun bir iletişim çerçevesinde gerçekleştirilmesi gerekiyor, hele ki iletişim gibi bir sektörde. (gülüyor) Bunun nedeni sorulduğunda İsmet Berkan arka arkaya üç kez "çok utanıyorum" diyor, "sıcak terler döküyorum" diyor.
Bir nevi iyi polisi mi oynuyor?
Belki, ama İsmet Berkan adliye koridorlarına polis koruması altında girmekten de çok utandığını söylüyordu. Bu iki utanç, birbiriyle bağdaşır utançlar değildir. Biri diğerini ortadan kaldırır ve ortaya çıkan utanmazlıktır aslında. Profesyonelliğin verdiği gücün utanmazlığı bu.
2001 krizi sonrası bazı çalışanlar işten çıkarıldıklarını binaya gittiklerinde kartlarının basmamasıyla anlamışlardı. Bu da korkunç bir yöntem değil mi?
Demokrasi ve insan haklarına saygı, aslında ilişkilerin nasıl kurulup sona erdirildiğinin biçimiyle, diliyle de ilgilidir. Bu, demokrasinin dili değil; bu vahşi bir dil, şiddetin, gücün dili. İnsanlarla ilişkilerin kesilmesi anında dilin bu şekilde kurulmasının iletişim sektöründeki nedeni nedir? Bunu anlamakta zorlanıyorum. Belki sosyal psikologlar cevaplamalı bunu. Karşınızdakinin üzerinde yarattığınız gücün etkisini ona hissettirmek, çevreye bunu göstermek belki. Bunu insan hakları ihlallerinden çok iyi biliyoruz, işkencecinin ruh hali olarak. İşkence yaparken güçlenen bir profildir o. Ama bunun basın sektöründe paralel figürlerle kendini göstermeye çalışması, doğrusu, "orijinal demokrasi" kavramıyla da bağdaşmıyor. Ayrıca, "ekonomik gerekçe" dedikleri şeyin de açıklanması gerekir. Kimse kendi aldığı kararın meşru, muteber olduğunu varsayarak kendinden menkul bir tavırla böyle geçerli sonuçlar elde edememelidir. Bu ancak faşizan yönetimlerde olabilir. Bu tür uygulamalar meşruysa bir toplumda, yargısız infaz da meşrudur; kategorik olarak bir fark yoktur arada, sadece şiddet derecesinde fark vardır. Öte yandan, insan haklarının korunmasındaki kara deliklerden biri, şirketlerdeki insan kaynakları birimleri. Bunların uyguladığı standartları bilmiyorsunuz. Bugünkü insan hakları aktivizminin önemli hedeflerinden biri, insan kaynakları politikaları standartlarını ortaya koymaları konusunda şirketleri zorlamak olmalı. Bununla 2001 mali krizinde de karşılaştı Türkiye: İşten çıkarılanların büyük bir bölümü hamile, loğusa, çocuğu olmuş kadınlardı. Gerekçe "performans düşüklüğü"ydü. Halbuki performans düşüklüğüne meydan vermeyen, doğuma bir hafta kala hâlâ çalışan kadınlar var. Ama hamilelik veya loğusalık sebebiyle performans düşüklüğünü tartışmanız bile abes zaten. Tam aksine, hamilelik, doğum izni diye bir hak vardır, hatta eşlere de tanınan bir haktır bu. Türkiye'nin insan haklarını koruma düzeyi maalesef çok altlarda. Bu yeri gücün doldurduğunu söylememiz mümkün. Basın gibi hakları koruyacak, başkalarına tercüman olacak bir sektörün kendi iç işleyişinin temel unsurunun güç ekseninde belirlenmiş olması çok vahim, ürkütücü bir şey.
Size artık Radikal'e yazmamanızı söylerken nasıl bir gerekçe gösterdiler?
Bir şey söylemediler. Üstelik tam da bir sonraki yazıyı yazacaktım. Hatta Celal Başlangıç yazmış ve göndermiş. İsmet Berkan'la, Erdal Güven'le görüşmüştük 1996'da, gazete ilk çıkarken, ben yazmaya başlarken. Şimdi ayrılırken hiç konuşmamış olmayı anlamakta zorlanıyorum. Durumlarını anlıyorum ama, bu şekilde olmasını da şart görmüyorum. bianet'te isimler arasında adımı görünce İsmet Berkan'ı aradım, "Erdal Güven haber vermedi mi" dedi. O yazı işleri müdürüdür, böyle bir konuyu haber vermesi gereken herhalde o değil. Üç kere "çok utanıyorum" dedi işte o konuşmada. Öyle öğrenmiş oldum. Bir basın organının en önemli varlığı, kendi kadrosu ve okuyucularıdır herhalde. Okuyuculara karşı da aynı ilgisizlik ve önemsemezlik söz konusu bence. Bir okuyucu belki mutfakta çalışanları bilmeyebilir, ama "okuduğum yazar niye yazmıyor" diye de sorabilir. Tatile çıkıldığında bile "15 gün ara vermiştir" gibi notları niye düşüyorsunuz yoksa? Burada öyle bir şey de yok, kedinin pisliğini örtmesi gibi bir durum söz konusu, ama aslında örtemiyorsunuz da. En azından bir son yazı söz konusu olabilmeliydi. Böyle bir durumda yakalarına yapışacak durumda değilsiniz, ama ilişkinin yumuşak bir biçimde sonlandırılması mümkündü.
Bu tensikat için gösterilmesi mümkün olan ekonomik gerekçe sizce mantıklı mı?
Başkalarını bilmiyorum, ama kendi adıma, bana yazı başına 100 lira veriyorlardı, ayda 800 lira eder. Bu onlar açısından kurtarıcı bir para olmadığı gibi, orada çalışan olmadığımız ve telif aldığımız için, bunlar ayrıca vergiden düşülen giderler kabilinden kalemler. Yani bir mali argümanın pek doğru olacağını zannetmiyorum. Şu ya da bu gerekçeden çok, bunun dillendiriliş biçimi ve toplum bakımından yarattığı etkinin ölçülüp ölçülmeyeceği meselesi bence önemli olan. (ME-ÇÖ/TK)
* Merve Erol ve Çiğdem Öztürk'ün Tarhanlı'yla söyleşisi aylık Express dergisinin Temmuz 2007 tarihinde yayınlandı.