Bu yüzden hiç kimse aslında yaşadığı halde yaşamıyor, hiç kimse öldüğü halde ölmüyor bir türlü. Söz konusu ekran, yegane günah işleme alanı olduğu kadar, aynı zamanda topyekun bir günah çıkarma ve günahlarından arındırılma mekanı da, ayinsel olarak. Ekran, gerçekten daha gerçek bir aşırı gerçeklikler evreni. Bu alanda her şeyin sadece seyirlik bir değeri var ve seyirlik olan da günümüzde en muteber ve en müstesna tek "var kalma" biçimi... Örnek mi?
Sessiz sedasız ölmekte olan bir insanın son görüntülerini bile basına para karşılığında satarak pazarlık konusu yapmaktan çekinmeyen "gurbetçi ailelerimiz" ve kendi reytingini yükseltmek pahasına her fırsatı değerlendiren ve bu uğurda hastane kapılarını bile sabah-akşam aşındırmayı vazife bilmiş müşfik "sanatçı"larımız ve daha başkaları. Örnek mi?
Bir hafta için gittiği tatil köylerinde iştahı kabarıp da aylarca kalan ve kaldığı otele olan borcunu -parayı ödemeden sıvıştığı için- TV'lerde yedi kez otelin ismini telaffuz etmek suretiyle ödeyerek neticeye bağlayan "yarı-kentli", "yeni orta sınıf" "sanatçı" simalarımız, medarı iftiharlarımız...
"Kullanımdan düşme" korkusu
Danimarkalı feylesof Kierkeegard'ın kulaklarını çınlatacak bir hadiseler yığını... Hatırlanacağı üzere, feylesof, çağımızın asıl umutsuz hastalığının artık günü geldiğinde ölmeyi bilip de toprakla hasbıhal etmek olmadığını, aksine, bir türlü ölememe hastalığı olduğunu buyurmuştu bundan birkaç asır önce. Feylesofun birkaç santimlik bir ıskalamayla da olsa hedefi büyük ölçüde tutturmuş olduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla.
Kişi, kendi doğal yaşamının varlık koşullarıyla girdiği ilişkilerin bir ürünü değil de, imaj endüstrisinin kendisi için tasarladığı yüzlerce kimlikten oluşan sanal bir kimlik kurgusunun daimi tüketicisi olduğunda, duyumsadığı şey de, sürekli olarak bir "planlı eskime /yenilenme" döngüsü içinde, "gündeme oturma" ya da "kullanımdan düşme" korkusu oluyor doğal olarak.
Her gün yeniden kurulup bozulan bu şöhretler arenasının şenlikli dekorları cilalanıp parlatılırken, ancak televizyon ekranının çapı kadar bir yer tutan yaşamların yine de bu sınırsız ve ölümsüz yayılım ufku içinde bir gün gözlerden kaybolup gitmeye yazgılı olması ne acı! Ya da "fotojenik", "tele-jenik" yüzlerin fazlasıyla kutsanmış bir "şimdi"nin içinde her an yeniden hortlatılmaya elverişli olması...
Baudrillard daha önce defalarca yazmıştı; medya çağı insanı için ekran alanında, tıpkı iyiliğin ve kötülüğün olduğu gibi, acının simülasyonunun da artık salt bir komedyadan ibaret olduğunu. Kişiliğin anlık sinyaller aracılığıyla ışıyıp kendilik imgesini körelttiği yerde, kendisi için sonradan tutsağı olacağı yeni ve bulaşıcı görsel efektlerden kurulu bir heyula durduğunu.
Görünme nöbetleri
Aynı şekilde, herkes, geçen gün talihsiz bir kaza sonucu yitirdiğimiz genç sanatçı Barış Akarsu'nun başında ağlayıp samimi gözyaşları döktüğü bir sırada ve yıldız hayranlarından mürekkep bir alay Barışseverin hastane nöbetleri ifa ettiği yerde, kimi kamuya mal olmuş yüzler de, bu durumdan kendi "görünür" varlıkları için azami fayda sağlamayı umuyorlardı.
Üstelik bu kez, planlı programlı bir şekilde ve kasvetli ortamın edindiği medyatik çekim gücünün sağladığı avantajı da arkalarına alarak, sarsıcı "görünme nöbetleri" eşliğinde. Hem şaşılacak ne var ki bunda? Artık atletler bile altın madalya için değil, "altın külçeler" için koşmuyorlar mı?...
Bu durumda ölüm bekleyişinin lanetli ödülü de ünlü birinin ölümü üzerinden kendi reklamını yapmak biçiminde tezahür ediyor. Her şey, reality show bayağılığında zamane bir hüznün komplosu, sizin anlayacağınız. TV ekranlarının yarattığı birinin, yine TV ekranlarında ölüme uğurlanması da öyle, o da bir komplo. Çünkü Godard'dan mülhem bir ifadeyle söylersek, artık "tele-görsel varlık olarak insan" var sadece, "insanın kendisi" yok.
Başkalarının ölümüyle ödüyoruz kaçınılmaz "varkalışsal" faniliğimizin boşluklara sığmayan diyetini. Ömrümüzün kalan günlerini de, ekranda kalışımızın, kendi gerçekliğimizden ve doğal yaşamsal çevremizden kopup, bir çift söz için mütemadiyen soğuk bir dizi telefon "hatlarında" kalışımızın, bize birkaç saniyelik görüntünün bahşettiği ölümsüzlük hayalimizle, etrafımıza kırılgan ve "camdan" bir duvar örüşümüzün, kamera merceklerinin yüzeylerinde soğurulup kayboluşumuzun eğreti şöhret geçitlerinde biriktiriyoruz...
Başkasının bakışlarında varlık kazanmak
"Biz işte artık böyle yaşıyoruz": Var olma deneyimimizin olanca berraklıktaki tekdüzeliğiyle, başkalarının yaşamına ve dahası ölümüne musallat olan "vekaleten yaşama arzumuzu" uyandıran epileptik televizyon "nöbetleri tutuyoruz" kamera önlerinde. Üstelik ciddi bir aymazlıkla, erozyona uğramış bir dizi ahlaki değer "sitemlerinin", anayollara konulacak trafik sinyalizasyon "sistemleriyle" telafi edilmeye çalışıldığı bir toplumsal avuntuya bırakarak cümle kaygılarımızı.
Kederli ve acılı babanın -Barış Akarsu'nun babasının- uzun süre kameralar karşısında doğal babalık güdüsünü bastırmasının bir sonucu olarak, gözyaşları içinde ne söyleyeceğini bilemeyen ve hissettiklerini dışa vurmaya çalışırken de ağzında kümelenen sözcüklerin bir çırpıda yersiz bir politik mesaja dönüşüveren şu "Barış'a sahip çık"mamızı talep ettiği serzenişi bile aynı koşullanmışlık, "günahlarından arındırılmışlık" karmaşasının içinden seyrediyoruz.
Daha önce de "Semra Hanım'ların" ölen oğullarının arkasından yürek dolusu ağlayamadıkları, oğullarına "gereği gibi anne", "babaanne" olamadıkları kasıntılı bir tajikomedyanın sahnelenen son perdesiydi bu sonuncusu. Aynı anne-olamayış, aynı baba-olamayış halleri. İşte TV ekranlarının dönüştürdüğü değerler manzumesinin dağıtıp parçalara ayırdığı ve sonradan bir türlü bir araya toparlayamadığı "motor düzeneği".
İşte başkalarının hedonist bakışlarında varlık kazanan hayatımızın, yine başkalarının tecessüslü bakışlarında son bularak kullanımdan düşeceğini bildiğimiz için duyduğumuz asri korku. Bu yüzden her zaman ve her yerde "görünmeliyiz" hep; bu yüzden en insani karşılaşmaların en samimi pozlarını bile anında nakde dönüştürmedikçe zarardayız. Çünkü bu çağda artık parasız ve görüntüden yoksun kalmanın asıl ölmek ve yok olmak demek olduğunu iyi biliyoruz... (HK/TK)
* Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Köse, Atatürk Üniversitesi İletişim Fakültesi