Bu sık ve yaygın kullanımına paralel olarak, adeta tanrı kelamı gibi; sorgulanamaz, kendi başına güçlü, kendi başına açıklayıcı ve sihirli de bir anlam edindi.
Artık, her politikacı, en sıradan bir konuyu anlatırken bile, aldığı tavrın gerekçesi olarak globalleşmeyi gösteriyor, böylece de en başta söylediklerinin sorgulanmasına engel olabiliyordu.
Süne zararlısı ve globalleşme
İş o denli çığrından çıktı ki, Anadolu'nun her hangi bir köyünde süne zararlısına karşı mücadele üzerine söylev çeken politikacı da, TBMM'de bütçe eleştirisi yapan parti lideri de "globalleşen dünyamızda bu işin bundan başka yolu yoktur" diyerek, kestirip atabiliyor.
Yüz yıldır süne zararlısı ile belli bir şekilde mücadele etmiş olan köylü, "Peki, bizim eski yöntemin suyu mu çıktı?" diye soramaz ya da yüz yıllık tecrübesine dayanıp, "öyle değil de şöyle yapsak"diyemez oldu.
Nasıl desin? Hiç globalleşmenin hikmetin sual olunur mu?
Globalleşme denen şeyin böyle kadiri mutlak bir kavram haline gelmesinde medyanın sorumluluğu hiç de az değil.
Kavramla medya üzerinden tanışanlar için, globalleşme; demokrasi, insan hakları, modernleşme, serbest pazar, vb. anlamına geliyor.Globalleşme ile medya üzerinden tanışanların, "Yahu, bu globalleşme ne ola ki?" sorusuna verecekleri yanıt, herhalde "Vallahi iyi bir şey"den öte olamaz.
Gerçi, şu son birkaç yıldır dünyanın pek çok yerinden "iyi bir şey" olmayabileceğine ilişkin de çok sayıda işaret geliyor ama medya hala globalleşmeyi genelde "iyi" ve "kaçınılmaz" bir şey olarak sunmaya devam ediyor.
Medyanın dayatması
Her ne kadar liberal iletişim kuramları medyayı farklı tarif etseler de, medya bize dünyaya sorgulamadan bakan, onun sunduklarını doğru kabul eden bireyler olmayı dayatıyor.
Globalleşme, medyaya göre, geri dönüşü olmayan, kaçınılmaz, karşı durulmaz bir olgu. Teknolojik gelişmenin ve üretici güçlerin gelişmesinin doğal bir sonucu olarak ortaya çıktığı, kapitalizmin doğal evriminin bir sonucu olduğu ileri sürülüyor. Bu evrimin bir sonucu olarak global bir ekonomi, global bir kültür ve global bir yönetim ortaya çıkıyor (Yengin, 2000: 88-93).
Pembe düşler
Globalleşmeye pembe gözlüklerle bakanlar, bu arada da hakim dünya medyası, ekonomik düzeyde sosyalizmin çöküşü ve serbest pazarın hakim oluşunu, demokrasi ve insan haklarının bütün dünyaya hakim olacak siyasal/kültürel değerler olduğunu ve dünyanın bu değerlere dayanan" bir hukuk temelinde Birleşmiş Milletler (BM) tarafından yönetileceği düşünü görüyorlar.
Bu tatlı düş, Seatle'dan bu yana, globalleşme yanlılarının her halde kabus olarak algıladıkları gelişmelerle sık sık kesilir oldu.
Globalleşme masum değil
Şimdilerde, globalleşme denen olgunun masum bir uluslararasılaşma süreci olmadığı daha açık görülüyor. Dünyanın 200 kadar uluslararası dev şirketin hükümranlık alanına dönüşen bir imparatorluk haline geldiği gözlerden saklanamıyor.
Güçlü devletler, daha doğrusu tek süper güç konumundaki ABD, BM'yi bir global yönetim aracı olarak pek de iplemiyorlar.
135 ülkenin üye olduğu Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ)'nün konferans masrafları dev şirketler tarafından karşılanıyor.
ABD, önce dünyanın kendine göre sorunlu bölgelerine müdahale ediyor, sonra BM kararları peşinden geliyor.
Zengin-yoksul uçurumu büyüdü
Sonuç global bir yoksullaşma aslında. Zenginle yoksul arasındaki uçurum, globalleşme kavramının dillerden düşmediği son 15 yılda inanılmaz ölçüde büyüdü.
UNDP'nin son yıllardaki İnsani Gelişme Raporları bu durumun çarpıcı verileriyle dolu. 2000'li yıllara girerken, Kanada, Norveç, ABD, Japonya ve Belçika dünyanın en zengin 5 ülkesi olarak ortaya çıkıyorlar.
Bunların gayri safi milli hasılaları dünya toplamının yüzde 86'sini oluşturuyor. Bu 5 ülke, dünya ihracat pazarının yüzde 82'sini, direkt yabancı sermayenin yüzde 68'ini, telefon hatlarının da yüzde 74'ünü elinde tutuyor.
Eşitsizlik ortamı
Bu eşitsizlik ortamında; yeni teknolojilerin, bu arada medyayı doğrudan ilgilendiren bir gelişme olarak internetin, sorunları kendi başına çözeceklerini ileri sürmek tam bir saflık oluyor.
Globalleşme sürecinin gittikçe büyüttüğü eşitsizlikler daha büyük eşitsizlikleri besleyecek gibi görünüyor.
2000 yılı itibariyle "dünyadaki internet sitelerinin yüzde 97'si, bilgisayar yazılım, program ve hizmet üretiminin yüzde 92'si ve toplam internet kullanıcılarının yüzde 86'sı gelişmiş ekonomi ve demokrasilere sahip 29 OECD ülkesinde toplanmış bulunuyor."
Öte yandan, Sahra Afrikası'nda sadece 2.5 milyon internet kullanıcısı var ve bu sayı internete bağlı dünyanın yüzde l'inden azını ifade ediyor.
İnternette İsveç=Afrika kıtası
Başka bir deyişle, zengin İsveç'te internet kullanıcıların sayısı Afrika kıtasının tümündeki internet kullanıcıların sayısından daha fazla (OECD, 2000, aktaran Tılıç, 2001:221).
Bu koşullarda, interneti kullanarak Afrika'nın İsveç'i yakalamasını beklemek, saflık değilse nedir?
Prof. Hıfzı Topuz (2000: 202-205), globalleşmenin "bütün ülkelerin tek bir ekonomik ve finans sisteme entegre olmaları ve devletin ekonomik ve parasal yetkilerinin çokuluslu ortakların eline geçmesi anlamına geldiğini" belirttikten sonra, global düzenin başlıca özelliklerini şöyle sıralıyor:
Prof. Topuz'un tesbitleri
* Devletin yatırım, sağlık, eğitim,kültür ve çevre koruması gibi alanlardaki yetkilerini özel sektöre devretmesi.
* Dünyaya ulusal devletlerin değil, çokuluslu ekonomi ve finans kuruluşlarının, bankaların yön vermesi.
* Kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi.
* Uluslararası finansın örgütlenmesine bütün ülkelerde olağanüstü yetkiler tanınması.
* Kapitallere ve ürünlere sınır tanınmaması.
* Düşünce özgürlüğü yerine, Tecimsel Anlatım Özgürlüğü, yani Pazar özgürlüğünün sağlanması."
200 kadar şirket dünyaya hakim
Globalleşmenin başlıca özelliklerini böyle sayan Prof. Topuz, bu sürecin sonuçlarının 200 kadar uluslararası dev şirketin dünyaya hakim olması, kır-kent dengesizliğinin artması, işsizliğin ve göçlerin çoğalması, sağlık koşullarının kötüleşmesi, zengin-yoksul uçurumunun derinleşmesi olarak sıralıyor.
Globalleşme sonucunda, dünyanın en varlıklı 15 insanının toplam varlığı Kara Afrikası ülkelerinin tümünün ulusal gelirlerinin üzerine çıkıyor. Bu öyle bir global dünya ki, en zengin 225 insan varlıklarının yalnızca yüzde 7.4'ünden fedakarlık etseler dünyadaki bütün insanların sosyal gereksinmeleri karşılanabilecek (Topuz, 2000:203).
Eşitsizlikler dudak uçuklatacak kadar korkunç olmasına karşın, bunların pek farkında olmamamızda medyanın da sorumluluğu var.
Anlamlı gerileme
Muazzam gelişmelerden söz ettiğimiz şu son 20-25 yılda, dünyada her bin kişiye düşen cep telefonu ve TV alıcısı sayıları hızla artarken, her bin kişiye düşen gazete sayısının 107'den 86'ya gerilemiş olması anlamlı olsa gerek.
Global cehalet süreci
Türkiye'de ve pek çok başka ülkede okuyan insan sayısındaki düşüşün, kitap söz konusu olduğunda, daha da belirgin bir şekilde görüldüğü söylenebilir. Bu da, hayranlıkla izlediğimiz globalleşme sürecinin aslında bir tür global cehalet süreci olduğunu düşündürüyor.
Demokrasi açısından kaygı verici gelişmeler
Globalleşme sürecinin temel özelliklerinden biri olarak ortaya çıkan yoğunlaşma, medya alanında da, hem ulusal hem uluslararası düzeyde, çok net bir şekilde izlenebiliyor.
Dev şirketlerin medyayı ele geçirmeleri ve yeni medya sahiplerinin gazetecilikten başka her türlü işle de uğraşıyor olmaları demokrasi açısından kaygı verici gelişmeler.
NBC televizyonun sahibi olan General Electric aynı zamanda elektronik eşya, askeri sanayi, sağlık teknolojisi, nükleer santraller, mali hizmetler ve uçak motorları üretimi gibi çok sayıda alanda faaliyet gösteriyor.
Bütün bu alanlarda ne denli vahşi bir rekabetin yaşandığını bilenlerin, bu holdinglere ait medyanın doğruyu söyleyip söylemediğinden kuşku duymaları kaçınılmazdır (Tılıç, 2001:219).
Medyaya bir düzine dev holding hakim
Prof. Alger (1998) günümüz dünyasında medyaya bir düzine dev holdingin hakim olduğunu yazıyor. Medya Tekeli isimli kitabının 1983 tarihli ilk baskısında, dünya medyasını 50 holdingin kontrol ettiğini yazan Prof. Ben Bagdikian'ın, 1996 tarihli 5. baskıda bu sayıyı "yaklaşık 10" olarak değiştirmesi, medyadaki yoğunlaşma sürecinin ne denli hızlı ilerlediğinin kanıtıdır.
21. yüzyılın karşımıza koyduğu bu gelişmeler gazetecilik mesleği adına oldukça ürkütücü. Ancak, ürkmek yukarıda belli özelliklerine değindiğimiz sürece engel olacak değil.
Doğruyu söyleme mesleği
Bize düşen, gazeteciliğin bir doğruyu söyleme mesleği olduğunu hiç unutmamak ve bunu unutmayanların en geniş birlikteliğini gerçekleştirmek olsa gerek.
Sonuç ne olursa olsun, ancak bunu yaptığımızda, meslek adına üzerimize düşeni yapmanın huzurunu duyabiliriz!
Çağdaş Gazeteciler Derneği Genel Başkan Yardımcısı Dr. L. Doğan Tılıç'ın yazısı ÇGD Bursa Şubesi'nin yayını Çağdaş'ın 48. sayısından alınmıştır.