Hulki Cevizoğlu'nun Ankara'daki stüdyodaki konuğu Gazi Ün. Meslek Eğitimi Fakültesi, Çocuk Gelişimi ve Ev Yönetimi Eğitimi Bölümü'nden Prof. Dr. Mahmut Hamil Nazik'ti. Tanıtımı sırasında kendisinin Tüketiciyi Koruma ve Dayanışma Birliği (TÜKO-BİR) Genel Başkanı olduğu da belirtildi.
Ben de Sağlık Hakkı Hareketi Derneği Başkanı ve bir "hasta hakları aktivisti" olarak İstanbul'daki stüdyoda karşımda bir monitör ve kamerayla program "canlı" olarak katılıyordum.
Programda uzun süre sağlık hakkı ve hasta hakları "bir çeşit tüketici hakkı mıdır, değil midir" tartışması yapmak zorunda kaldık.
Bir çok kaynak böyle olmadığını kaydetse, hatta tartışmaya "telefonla bağlanan" pek çok kişi bu yaklaşımın doğru olmadığında ısrar etse de gerek sayın Cevizoğlu'nu gerekse Sayın Nazik'i "hasta hakları"nın "tüketici hakları"ndan öte bir şey olduğuna ikna edemedik yaklaşık 5,5 saat boyunca.
Şu günlerde hemen her yerde sağlık kurumlarının giderek bir "ticari işletmeye" dönüştüğü konuşuluyor. Sanırım onlar da bu noktaya "takıldıkları" için bir tür "düz mantık"la hasta haklarının bir tür tüketici hakkı olduğunu düşünüyorlardı.
* * *.
Belki biraz da "ticari" bir televizyon kanalında bulunduğum için olmalı; tam o sırada aklım başka bir konuya takıldı. Bir yandan tartışırken bir yandan kafamda da bir "koşutluk" oluştu.
Son okuduğum Kaan Arslanoğlu'nun "Memleketimden Karakter Manzaraları" adlı kitabında bir paragraf içinde geçen bu tartışmada "Yayıncılık -yani medya- aslında bir kapitalist işletme midir?" sorusu/sorunu ele alınıyordu.
"Canlı" yaşadığım tartışma sırasında, bu soruyu da söylenenlere koşut biçimde kafamın içinde çeşitlendirdim:
"Tekstil üreten bir kapitalist işletmenin sahibine 'tekstilci' diyoruz; hastane sahibine çok sık olmasa da 'hastaneci' demekten çekinmiyoruz; 'gazeteci' de yoksa gazete üreten bir kapitalist işletmenin sahibinin adı mıdır?"
"Eğer bir 'hastaneci' ile bir 'tekstilci' aynı ise; bir 'tekstilci' ile bir 'gazeteci' de aynı mıdır?"
"Medyanın yaptığı tekstilcinin yaptığından ne kadar farklıdır?"
"Niye 'haberci(muhabir)'e 'gazeteci' diyoruz da, tekstil üreten makinenin başında çalışana 'tekstil işçisi' diyoruz? Yoksa bizim 'muhabir' dediğimiz kişi aslında bir 'gazete(haber) emekçisi-işçisi' mi?"
"Haberin trikodan, tekstilden bir farkı var mı?"
"Gazeteler, radyolar, televizyonlar, yayın kuruluşları yoksa birer 'haber (ve de eğlence) fabrikası' mı?"
"Medya sahiplerine neden 'haber fabrikatörü' demiyoruz acaba? Böyle hitap etmek onlara yakışmaz mı acaba?"
"Eğer böyleyse neden bu fabrikalarda 'üretilmiş' haberlere kızıyoruz? Haberle ilgili ilkeleri, kuralları, habercilik, yayıncılık etiği diye andığımız kavramları nereden çıkarıyoruz? Bunların da üretildiği bir 'fabrika' mı var yoksa?"
"Yoksa tüm bunlar yok da; bizler olmadık ve olmayacak şeyleri mi vehmediyoruz?"
"Haber alma ve bilgilenme hakkımız da yoksa bir tüketici hakkı mı? O zaman neden 'Bilgi Edinme Kanunu' diye bir kanun çıkardılar,'Tüketici Yasası' yetmiyor muydu, haber ve bilgi almaya?"
"Paramız kadar mı haber alabiliriz yoksa 'medya fabrikaları'ndan? Peki ya paramız yoksa bize kimse 'haber vermez' mi? Yoksa bazı konulardan 'bi-haber' olmamız, yoksulluğumuzdan mı kaynaklanıyor?"
"Onun için mi bizlere eskiden her sabah 'bir ekmek, bir gazete'yi öğretiyorlardı?"
"Ne çıkarsa bahtımıza mı? Pazarda ne bulursak onu almaya mecbur muyuz? 'Ucuz etin yahnisi yavan olur' misali az bedel ödediğimiz gazetelerin, yayınların bize sundukları da bu yüzden mi 'yavan' oluyor? Çok para veren birileri 'iyi haberleri' alıyor da bizlere hep 'kötü haberler' mi kalıyor?"
"Offf kabus bu sorular yaaa" dediğinizi duyar gibiyim. Ama biraz daha sabretmelisiniz.
* * *
Buradan giderek başka sorular da kafama takıldı:
Medya fabrikalarındaki 'haber işçileri' geldi aklıma. Taşerona çalışan, iş güvencesi olmayan, sosyal güvenlikten yoksun, üç kuruşa çalışmak zorunda olan, bir gecede kapının dışı gösterilen ve ertesi sabah binaya giriş kartıyla birlikte kredi kartı dahil tüm kartları iptal edilen.
İşsiz tekstil fabrikası işçileri gibi işsiz "haber işçileri" aklıma geldi.
İbrahim Günel, Özgür Gürbüz geldi aklıma. "Meccanen", daha doğrusu bir otobüs kartıyla, bir öğlen yemeğine 10 saat çalışan stajyer medya emekçileri aklıma geldi.
Bunları düşününce neden sağlık hakkının, hasta haklarının "tüketici hakkı" olduğunda ısrar edildiğini daha iyi kavradım. Çünkü "kurgu" buydu. Yaşamın her alanında "kurgu" buydu.
Bizim haber alma hakkımız diye bir şeyimiz yoktu ki, sağlık hakkımız, hasta haklarımız olsun. Olsa olsa "tüketici hakkımız" olurdu. Parasını verdiğimiz kadar.
* * *
Sabaha karşı saat dörtte stüdyodan ayrılırken aklıma "tüketici haklarından" birisi geldi: Beğenmediğimiz ayıplı ürünleri geri verebiliyor veya değiştirebiliyoruz. Buradan yola çıkarak şöyle düşündüm:
Eğer medyanın bize sunduğu haber bir tüketim nesnesiyse, ayıplı malların iadesinin mümkün olduğu gibi; biz de izlediğimiz programları, dinlediğimiz, okuduğumuz haberleri en çok bir ay içinde geri getirip sahibine iade edebilir miyiz, değiştirilmesini isteyebilir miyiz acaba?
Böyle bir taleple "tüketici dernekleri"nin kapısına yığılsak, hep birlikte, acaba medyada daha iyi, kaliteli ürünler, haberler, programlar sunarlar mı bizlere?
En azından yitirdiğimiz zamanı geri alabilir miyiz? Ne dersiniz?
Karar verdim ben de. Eğer Sağlık Bakanı'nın da bir keresinde ağzından kaçırdığı "hastaların müşteri olduğu"doğru ise, dolayısıyla "hasta hakları" da "tüketici hakkı" ise; bundan sonra ben de "haber alma hakkımı bir tüketici hakkı kapsamında" savunacağım".
Size de öneririm.
Bu yazımı beğenmezseniz bir ay içinde bana iade edebilirsiniz. Yerine başka bir yazı hemen verebilirim. Ama tabii önce bu yazımın bedelini ödemelisiniz. Rica edeyim!(MS/EÜ)