Medeni Kanunu'nun kabulü ile ilgili ne söylersiniz?
17 Şubat 1926'da kabul edilen Türk Medeni Kanunu için, 1 Ocak günü de 1 Ocak 2002'de yürürlüğe giren yeni Medeni Kanun için elbette ki önemli günlerdir.
Bu günlerin önemine dayanarak toplantılar, hatta kutlamalar düzenlenebilir. Ama şunu görmek gerekir ki, her kanun o kanunun muhatapları arasında bir mücadele ve bir uzlaşma sonucunda çıkmıştır, dolayısıyla çıktığı anda zaten eksiktir ve eskimiştir.
Bu nedenle, bu tür günlerin "kutlanması"ndan çok uygulama sorunlarının, eksiklik ve yetersizliklerinin ortaya konduğu toplantılar örgütlenmelidir ki, hukuku ve hayatı ilerletme şansımız olsun.
Bu durumda hukukçuların nasıl bir tavır sergilemesi gerektiğini düşünüyorsunuz?
Bir kanun çıktıktan sonra hukuka ve hukukçuya düşen iki görevden söz edebiliriz. Bunlardan biri, o kanunda var olan yeni hakların hayata geçirilmesi için uğraşmak; diğeri ise o kanunun eksik bıraktıklarını tamamlamak için uğraşmaktır.
Hem diğer yasalar, hem Medeni Yasa açısından bakıldığında, Türkiye'deki hukukçuların ve özellikle de feminist hukukçuların ve kadın hakları aktivistlerinin işi çok zordur.
Çünkü yasalar değişse bile ataerkil zihniyet; egemenliğini, üstünlüğünü kaybetmek istemeyen erkekler ve bütün bir toplumsal sistem bu yasaları uygulamamak, uygulamamak için korkunç bir direnç göstermektedir.
Hatta kadınların uğraşıp, kadınlar lehine düzeltmeye çalışıp çıkarttığı yasalar bile, çıkar çıkmaz erkekler lehine uygulanmaya başlamaktadır.
4320 sayılı şiddete karşı koruma emri ile ilgili yasa da, çıkar çıkmaz, öncelikle erkekler eşim bana şiddet uyguluyor diye koruma emirleri çıkarmaya başlamışlardı galiba...
Çok doğru bir örnek. Tam da böyle oldu. Ekonomik güç erkeklerde, yol yordam bulmayı hemen keşfediyorlar. Hemen kendilerine avukatlar tutup, önce bana (ya da anneme) şiddet uyguluyor diye koruma emirleri çıkardılar, sonra bu koruma emirlerini bahane ederek açtıkları boşanma davalarını garantiye almaya çalıştılar.
Medeni Yasa'da da böyle oldu. Yargıçlara aileye ilişkin konularda tedbir kararları verme yetkisi verildi (aslında vardı, ama uygulanmıyordu, yeni yasa ile netleştirildi). Bir de baktık, erkekler peşpeşe ve kolaylıkla tedbir kararları alıyor, kadınlar ise, en vahim durumlarda bile tedbir kararı çıkartabilmek için bin dereden su getiriyorlar.
Yeni Medeni Yasa'yı temel olarak hangi açılardan eleştiriyorsunuz?
Yeni yüzyılın kanunu olan yeni Medeni Kanun da bu açıdan, kadınlar için yaşamsal önem taşıyan belli noktalarda ayrımcı hükümler içeriyor. Bunların en önemlisi, evlilik içinde edinilen malların sadece 1 Ocak 2002'den sonraki bölümünün paylaşılmasını öngören mal rejimiyle ilgili yürürlük kanununun 10. maddesidir. Mevcut 17 milyon evli kadının geçmiş emeklerine bu madde ile el konulmuştur.
Bu maddenin asıl önemi şurada: Başta ailede reisliğin kaldırılması olmak üzere kağıt üzerinde en şık duran hakları, en muhteşem biçimde yazabilirsiniz. Ama o hakkı kullanmaya kalkan kadın kendini beş kuruşsuz kapı önünde bulacaksa, o hakların hiçbiri kullanamaz.
Nitekim bugün olan da budur. Doğumdan ölüme bütün medeni hakları düzenleyen koskoca bir kanun baştan sona değiştirilmiştir. Ama kadınların hayatında hiçbir şey değişmemiştir!
Evlilik içinde edinilen malların, evliliğin başlangıcından itibaren eşit paylaşılması sorunu çözülmedikçe, bir kuşak kadın için, medeni yasada yazılı diğer bütün haklar bırakın uygulamayı, dokunmayı; yaklaşılması bile yasaklanmış elma şekerleri gibi duracaktır.
Kadının çalışma hakkı da, 192. maddedeki "iş ve meslek seçiminde ve bunların yürütülmesinde evlilik birliğinin huzur ve yararını göz önünde bulundurmak zorunluluğu" nedeniyle aslında kısıtlanmış durumdadır. Türkiye'deki zihniyet yapısı içinde hangi kadın kocasının işine itiraz edebilir durumdadır?
Ama birçok erkek, örneğin belediye otobüsü şoförlüğü yapan karısı için, hergün yüzlerce erkek inip biniyor otobüse rahatsız oluyorum, huzurum kaçıyor derse ne olacaktır?
Hangi kadın bu gerekçeyle kocasının çalışmasına itiraz eder, edebilir ki! Böyle uç örneklere gitmeye de gerek yok: Bu madde "Ben yeterince kazanıyorum. Karım evde oturup çocuklarıma baksın. Ailenin yararları bunu gerektiriyor." diyen erkek egemen anlayışın yasa maddesi olarak kadınlara bir kez daha dayatılmaya çalışılmasından başka bir şey değildir.
"Karım evde oturup çocuklarıma baksın." Kalıbı ne çok şey anlatıyor aslında ve ne yaygın bir anlayış...
Tabi, "benim karım", "benim çocuklarım", "benim namusum!" "onlar benim ve haklarındaki nihai kararları ben veririm" anlayışı. Bu anlayışı Medeni Yasa'daki önemli bir başka konuda, soyadı konusunda rahatlıkla görüyoruz.
Bir kere yasada "kadının soyadı" diye özel bir madde var. Böyle bir maddenin varlığı bile dehşet verici. Niye "erkeğin soyadı diye bir madde yok?" İçeriği de, kadına mutlaka ve mutlaka kocasının soyadını kullanma zorunluluğu getiriyor ki, uluslar arası sözleşmelere, TC Anayasası'na ve hatta Medeni Yasa ile getirilmek istenen eşitlikçi aile anlayışına açıkça aykırı bir düzenleme...
Kadın hareketinin soyadı konusunda ortak bir kampanya yürütüyor şu anda? Nelerin değişmesi isteniyor?
Ayrıntılara burada girmek mümkün değil şimdi, ama bu kampanyanın en önemli noktalarından biri, evlenen kadının soyadının yanı sıra, insan soyunun erkek cinsi üzerinden yürümesi mecburiyetini getiren soy bağıyla ilgili 321. maddedir.
Bu madde gereğince kız ya da erkek çocuklar, sadece ve sadece babalarının SOY-ADINI, soyunun adını taşımak zorundadırlar. Kadınlar olarak yürüttüğümüz bu kampanyada, aile ya da evlilik adının her iki eş açısından da eşit ve özgür bir biçimde seçilmesini istiyoruz.
Örneğin erkeğin de isterse kadın eşin soyadını alabilmesini... Ama kesinlikle taviz vermek istemediğimiz ikinci bir nokta ise kadınların da çocuklara soyadlarını verebilme talebimizdir.
Buna bağlı bir başka talebimiz ise, evlilik dışı doğan çocuklarla ilgilidir. Evlilik dışı doğan çocuklar, annesi de babası da istese bile, hiçbir şekilde babanın soyadını alamamaktadır.
Bu konuda da taraflara eşit şekilde, seçme hak ve özgürlüğü verilmesi gerekmektedir. Evlilikle doğan çocuklara baba, evlilik dışı doğan çocuklara sadece ve kesinlikle annenin soyadı verilmesi, çağdışı, hukukdışı bir meşru/gayri meşru çocuk ayrımıdır.
Son olarak, Medeni Kanun'da yapılan olumlu değişikliklerin ne ölçüde hayata geçirilebildiğini söyleyebiliriz?
Kanunlarda yapılan iyileştirmelerin, Yargıtay'ın son kararlarına baktığımızda hemen hemen hiç hayata geçirilmediğine dikkat çekmek istiyorum.
Oysa ki Yargıtay uygulaması, yasanın amacı ve iddiası olan demokratik ve eşitlikçi bir aile modelini yaşama geçirecek kararlar üretmek, hukuka ve hayata bu biçimde yol göstermek olmalıdır. Ama tam tersi kararlarla karşılaşıyoruz ne yazık ki!
Uzatmamak için iki örnek vereyim.
İlki, Yargıtayımızın artık boşanma davalarında giderek artan sayıda uygulamaya başladığı "eşit kusur" kavramıdır. Geçenlerde Hukuk Genel Kurulu tarafından da onaylanan bir kararla, başka bir kadınla yaşayan ve ondan çocuğu olan bir kocasına "hayvan, öküz, p...venk" dediği için onunla "eşit kusurlu" sayarak boşanmasına karar verdi.
Böylece kadın beş kuruşsuz, maddi manevi tazminat ve nafaka almadan boşanmış oldu. Zaten yeni Medeni Yasa'nın malrejimi uygulaması nedeniyle 1 Ocak 2002'den önceki edinilmiş mallardan, kazançlardan bir şey alamıyordu. Üstüne üstlük eski Medeni Yasa'daki tazminat ve nafaka hakları da gitmiş oldu.
Sözde eşitlik getirilecekti. Gelmediği gibi, eski haklar da elden gitti!
Yukarıdaki olayda tarafların kusuru eşit midir? Olmadığını görmek için hukukçu olmaya, hatta kadın olmaya bile gerek yoktur.
Hep aynı sözü tekrarlıyorum: Bu, eşitlik değil, eşitlik görüntüsü altında intikam operasyonudur.
Oysa ki, Yargıtay'dan beklenen, evlilik içinde edinilen mallar konusundaki en temel hukuk normlarına bile aykırı olan yürürlük maddesini anayasa mahkemesine götürmek ya da kadınlara ödenecek maddi tazminatlar konusundaki kriterleri yasanın ruhuna uygun bir biçimde yorumlamaktır.
Bir başka kararda, her iki eşin de çalıştığı bir ailede kadını eve ve çocuklara iyi bakmıyor diye, yine eşiyle eşit kusurlu saydığını okuduk gazetelerden. Haber tekzip edilmedi bildiğim kadarıyla. Hani yeni medeni yasa evişleri ve çocuk bakımı konusunda eşlere eşit sorumluluklar getiriyordu?
Bu kararlar da gösteriyor ki, maalesef, hukukun doğru ve adil bir biçimde uygulanması konusunda ülkemizde hala kadınların güvenebileceği bir hukuk kurumu bulunmamaktadır.
Sürekli tetikte olmak, yasama ve yargı organlarının cinsiyet ayrımcılığı içeren uygulamalarını bıkmadan usanmadan takip ve teşhir etmek gerekmektedir. Bir kez daha görülüyor ki, kadınlar olarak güvenebileceğimiz tek güç, kendimiz ve dayanışmamızdır. Bu da yeter zaten! (GS/BA)