Her iki eylem de, sonuç olarak silahlı kuvvetlerin kullanılmasını gerektirir ve günlük konuşmalarda savaş olarak anılır. Ancak 1945 yılında, BM'nin kuruluşuyla birlikte, devletlerin egemenlik alanının dışına itilen eylemin adı 'savaş'tır. Bu, ne bir meşru müdafaa ne de BM Güvenlik Konseyi'nce kararlaştırılacak, zorlayıcı askeri tedbirler anlamına gelir. Konsey'in bu yetkisinin, ancak uluslararası kamu düzeninin zor kullanılarak tehdidi veya bozulması halinde söz konusu olacağı bilinir. Konunun meşruiyet sınırları da bu hukuki tanımlar bağlamında berraklaşır. Meşru olmayan eylem, bu hukuki gerekçeler dışında kalan bir kaba kuvvet kullanma biçimi ya da 'savaş'tır.
O halde, kısaca adını koymak gerekirse, bugün, ABD'nin ve onunla ittifak içinde olduğunu beyan eden birtakım ülkelerin Irak'a yönelecek hamlesi, hukuken bir 'savaş' niteliğine sahip olacaktır. Fakat buna rağmen, devletler, kuvvete başvurma gerekçelerini, bir şekilde, hep o meşruiyet sınırları içinde tanımlayan mazeretleri de pek önemserler. ABD'nin durumu da bundan farklı değil. Dolayısıyla ortaya çıkan tabloda, devletlerin, savaş gibi hukuken yasaklanmış bir eylemi başka bir hukuki tanım içinde anlamlandırma çabasıyla karşılaşırız, aynen ABD'nin yaptığı gibi.
Bütün bu durum karşısında, şu günlerde, Türkiye'nin de bu devrana dahil olup olmaması konusunda siyasi bir kararın verileceğinden söz ediliyor. Bu konuda, bir karar vermeye yetkili organ Türkiye kamu hukuku geleneğinin bir sonucu olarak, Türkiye anayasalarında da yer aldığı gibi, TBMM'ye aittir. Hemen belirtmekte yarar var: Dünkü gazetelerde yer verildiği şekilde, bu karar kesinlikle bir 'yetki devri' kararı değildir. TBMM, Anayasa'nın 92. maddesinde öngörülen koşullar çerçevesinde ve hükümetin kendisine sunduğu tezkerede belirtilen kapsamda bir 'izni' hükümete verip vermemek konusunda bir karar alacaktır.
Bu karar, Türkiye'deki üs ve limanlardaki inşaat ve hazırlık faaliyetleri, ülkeye yabancı kuvvetlerin yerleştirilmesi ve ülkenin, bu kuvvetlerce, başka bir ülkeye yönelik askeri harekâtta kullandırılması gibi konuları kapsayabilir. Ancak bütün bu konularda tartışılacak bir talebinin, yukarıda belirttiğim gelişmeler ışığında değerlendirileceği açık.
Hükümet, bu bağlamda alacağı kararı, Türkiye'nin NATO yükümlülükleri çerçevesinde tanımlayıp TBMM'ye gitmeden kaçınırsa, yapılacak ilk değerlendirme, herhalde öngörülen bu askeri faaliyetlerin NATO antlaşmasının temel amaçlarıyla bağdaşıp bağdaşmadığı olmalıdır. Zira, Türkiye'nin NATO üyeliği gereğince yapılacak faaliyetlerin, sonuç olarak temel konusu ve amacı, ortak bir meşru müdafaadır. Yukarıda belirttiğim o faaliyetler konusundaysa, NATO örgütü bir karar alsa bile, bu, büyük ölçüde ABD'nin örgüt üzerindeki nüfuzu sayesinde gerçekleşecektir. Bu durumda hükümetin, hukuken, bir karşı duruşu savunma olanağına sahip olduğu açıksa da, siyasi olarak bunda diretmesinin pek mümkün olmadığı söylenebilir. Dolayısıyla NATO yükümlülükleri bağlamında ortaya konulan, fakat Irak'a yönelik bir askeri harekât amacıyla gerçekleştirilecek tüm faaliyetler için de TBMM'nin izninin alınması, ortaya çıkan nev'i şahsına münhasır bu durum nedeniyle şarttır.
Barış gayreti, elbette ısrarla savunulması gereken bir duruşu ifade eder. Hükümetin, gerekçesi ne olursa olsun, öncelikle böyle bir söylemi vurgulaması da çok önemlidir. Fakat öte yandan, Türkiye'nin ABD ile savunma işbirliği içinde kullanılan üslerde, son günlerdeki olağanüstü askeri hareketliliğin nedenleri, hukuken nasıl açıklanabilir? Bunun bir cevabı var: Üslerdeki bu faaliyetler, muhtemelen TBMM'nin izninin alınması gerekecek sonraki faaliyetlere yönelik olmakla birlikte, böyle bir izin olmaksızın sürdürülmektedir.
Hükümetin, Irak sorununa süregelen barışçı bir çözüm bulma görünümüyle söz konusu askeri hazırlıkların paralelliği, bu barış söylemi ve hukukun üstünlüğüne saygılı bir devlet olma şiarının, hükümet çevrelerince, sanki birbirinden farklı kavramlarmış gibi yorumlandığı izlenimini doğuruyor. (TT/NM)