Geçtiğimiz hafta Ahmet Şık ve Ertuğrul Mavioğlu'nun Ergenekon soruşturmasıyla ilgili süreci anlattıkları "Kırk Katır Kırk Satır, Ergenekon'u Anlama Kılavuzu" adlı kitap nedeniyle "soruşturmanın gizliliğini ihlal"den yargılandıkları davaya Şık'ın araç yokluğundan götürülmedi.
Şık ile birlikte yargılanan gazeteci Mavioğlu, o gün 447 tutuklunun sevkinin yapılabildiğinin bunun da, aynı sevk edilemeyen 21 kişiden Şık'ın da bu hizmette yararlanabilme ihtimali bulunduğunu gösterdiğini ancak bunun gerçekleştirilmediğini söyledi"; "demek ki istenseydi pekala Ahmet 'götürülmeyen tutuklular' arasında olmayabilirdi" dedi.
Mavioğlu'na hem adliyeye getirilmeyişini hem Ergenekon Soruşturması hem de Türkiye'de derin devletle ilgili düşüncelerini sorduk.
Ahmet Şık'ın adliyeye getirilmemesinde nasıl bir kasıt aranabilir?
Araç olmadığı gerekçesiyle tutukluların hastane ya da mahkemeye sevk edilmemesi konusu ilk kez yaşanmıyor. Hatta Çağdaş Hukukçular Derneği Başkanı Selçuk Kozağaçlı'nın da söylediği gibi istisna olmayacak kadar sık tekrar eden bir durum.
Adalet Bakanlığı'nın bu konu ile açıklamasını veri kabul edersek şöyle deniliyordu: "14 Nisan 2011'de Silivri Ceza İnfaz Kurumlarında kalan tutuklu ve hükümlülerden 20 adliyedeki duruşmalara katılmak üzere 273 kişi, 14 hastaneye 195 kişi olmak üzere toplam 468 hükümlü ve tutuklu sevki istendiği bildirilmiştir.
Adliyelere ve hastanelere götürülmesi gereken tutuklu ve hükümlü sayısının yoğunluğu nedeniyle araç ve şoför sayısının yetersiz kalması üzerine Ahmet Şık'ın da aralarında olduğu 21 kişinin sevk işleminin yapılamadığı anlaşılmıştır."
Buradan da anlıyoruz ki, o gün 447 tutuklunun sevk işlemi yapılmış, ama nedense Ahmet Şık'ın da aralarında bulunduğu sadece 21 kişi sevk edilmemiş. Götürülmeyen diğer 20 kişinin durumunu bilmiyorum, ama demek ki istenseydi pekala Ahmet 'götürülmeyen tutuklular' arasında olmayabilirdi.
Ahmet ile birlikte yargılandığımız kitap davası, karar aşamasına gelmişti ve o gün Kadıköy'de Ahmet ve Nedim'in arkadaşlarının destek amacıyla protesto gösterisi düzenleyeceği sır değildi. Dolayısıyla yapılan, Ahmet'i destek veren arkadaşlarından soyutlamak mıydı, bunu hiç bir zaman bilemeyeceğiz.
Davanın seyri nasıl gidiyor?
Ahmet ile birlikte yazdığımız iki ciltlik 'Kırk Katır Kırk Satır' adlı kitabımız hakkında, piyasaya çıktığı ilk gün, 'gizliliği ihlal ettiği' gerekçesiyle soruşturma başlatıldı. Toplamda 1116 sayfa tutan bu iki ciltlik kitabı, nasıl bir günde okuyup bu kanaate vardıklarını bir türlü anlayamadık.
Dava açıldı, ilk duruşmada, somut olarak neyle suçlandığımızın iddianamede açıkça yazılmamış olduğunu söyledik. İkinci duruşmada, soruşturmayla hiç ilgisi olmadığı halde Ergenekon sanıklarından birinin müdahillik talebi kabul edildi.
Son duruşmada dosyaya, müdahil vekili mazeret bildirerek duruşmaya gelmedi, ama suçlanmamıza neden olduğu anlaşılan gizlilik kararlarının tümünün son olarak 2009'da kaldırıldığına ilişkin Ergenekon davasını yürüten mahkemece yazılmış bir yazı konuldu.
Esasen henüz dava açılmadan da, benzer bir yazı dosya içinde vardı. Kitabımızın Nisan 2010'da piyasaya çıktığı düşünülürse, bu davanın hiç açılmaması ya da ilk celse beraat etmemiz gerekirdi. 13 Mayıs'taki dördüncü duruşmada beraat kararı verileceğini umut ediyoruz.
Böylesi bir dava neden açılmış olabilir?
Bu ülkede haber yapan, yazı yazan, kitap hazırlayan herkese davalar açılıyor. Kimi zaman 'gizliliği ihlal', kimi zaman 'adil yargılamayı etkileme' kimi zaman da 'terör örgütü propagandası' gibi iddialarla karşılaşıyoruz.
Bu dava, tam da Türkiye'de yazarlara ve gazetecilere açılan dört bin civarında soruşturmanın neden devam ettiği konusuyla ilgilidir. Bu ülkenin egemenleri, insanların düşünmelerini, gizli bırakılmış gerçeklerin ortaya çıkmasını ve halkın doğruları öğrenmesini istemiyorlar.
Yazarlara karşı yürütülen soruşturmaların ardında bu bakış açısı var. Bıkmamız, korkmamız, yorulmamız, yılmamız ve nihayetinde yazmamamız, konuşmamamız isteniyor. Ama bizim mesleğimiz bu. Ve gerçeğin üzeri, her zaman güç odaklarınca örtülür. Yazarın ve gazetecinin işi de bu örtüyü kaldırmaktan ibarettir.
Söz konusu kitapların içeriğine gelecek olursak, şöyle bir sonuç çıkıyor temelde: Ergenekon davası, yıllardır bu ülkede hukuksuzluk yapan ve binlerce cinayet işleyen kontrgerillayı değil, hükümeti devirmeye çalışanları hedef alıyor. Kontrgerillaya dokunulmuyor. Dolayısıyla bu ülkede on yıllardır işlenen günahların temizlemesi mümkün değil. Dolayısıyla Ergenekon siyah ya da beyaz değil, gri olarak görülmesi gereken bir dava. Ergenekon hala gri mi sizin için?
Bu ülkede gerçekten darbelerle, darbecilerle hesaplaşılmasına aklı başında hiç kimsenin itirazı olamaz. Ama bunu bile hakkıyla yaptıklarını söylemek zor. Hala, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan e-muhtıra gibi olaylar ciddi bir soruşturma konusu yapılmış değil. Özden Örnek'in Nokta dergisinde yayımlanan 'darbe günlükleri' bu dosyanın kapsamına hiç bir zaman alınmadı.
En az bunlar kadar kötü olan, Ergenekon davasının ek klasörlerinde, bizzat savcılık tarafından sansürlense de JİTEM'e ait çok sayıda belge ve bilginin bulunmasına, fişleme belgelerinin varlığına rağmen, soruşturma 'darbe girişimleri' ile sınırlı tutuluyor.
Eğer Ergenekon soruşturması iddia edildiği gibi 'yüzyılın davası' ise ve bu ülkenin karanlık geçmişi ile hesaplaşıldığı savı sürüyorsa, bunu neden hiç kimse göremiyor? Anlaşılan o ki, devlet adına işlenmiş faili meçhul cinayetler, katliamlar, asit kuyularına insanların diri diri atılması gibi binlerce suçun üzeri, yine devlet refleksiyle örtülmekte. Çünkü bunca adaletsizliğin yaşandığı bu ülkede, 'derin devlet' olmadan yönetemiyorlar.
Ergenekon konusunda düşüncelerimizi netleştirememek en büyük sorun. Sizin düşünceleriniz net mi bu konuda?
Ergenekon'un varlığı ya da yokluğu konusunda fikir üretmek bana çok anlamlı gelmiyor. Adına ne dersek diyelim, bu ülkenin çok karanlık bir geçmişi ve gelecekte gerçekleşmesi muhtemel kötülüklerin potansiyeli mevcut.
Barışın egemen olduğu demokratik bir ülkede yaşamak için, devlet bilerek sırtını dönse de, ülkenin karanlık geçmişiyle ve büyük kötülükleri üretmeye muktedir olanlarla mücadele etmenin gerekliliği konusunda kafam çok net.
Hrant Dink suikastı, Zirve Yayınevi'ndeki katliam, dergi bürolarına baskınlar, gazetecilere kurulan tuzaklar, demokratik muhalefetin her daim şiddet yoluyla bastırılmaya çalışılması ve demokrasi karşıtlığının 'Ergenekon'un tekelinde olmadığını fazlasıyla sergilemiş durumdadır.
Ergenekon davasının başlangıcından bu yana ne değişti?
Ergenekon soruşturmasının nasıl bir yöne doğru evrileceği konusunda başlangıçta çok net veriler yoktu. Belki de, daha en baştan bugün tutarsız gibi görülen her şey, soruşturmayı yürütenlerin stratejilerinin bir parçasıydı.
Ahmet ile birlikte yazdığımız kitapta gelinen noktayı değerlendirmiş ve şöyle demiştik: "Ergenekon operasyonlarıyla birlikte halkın önüne konulan her iki seçenek için kurulacak cümlenin siyam ikizleri kadar benzer olduğuna hiç kuşku yok.
Yaşananlar hiç mübalağasız, tam anlamıyla 'ya kırk katır, ya kırk satır' deyişindeki gibi. Ya küresel sermayenin çıkarları garanti altına alınıp, ABD'nin Ortadoğu, Irak ve Kürt politikalarına ses çıkarmayacak şekilde dizayn edilmiş bir yönetim tarzı örgütlenecek ve AKP şakşakçılarının demokrasi diye yutturmaya çalıştığı 'kırk satır' seçilecek; bu durumda kıtır kıtır doğranmak göze alınacak.
Ya da tercih, kaba milliyetçilik sosuna batırıldığı için olsa gerek, 'antiemperyalist'miş gibi görünen, yüz yıllardır halka karşı yönelmiş ceberut tavrı nedeniyle faşizmle arasına asla sınır çekmemiş askerden yana kullanılacak. Bu durumda da darbecilerin toplumun üzerine sürdüğü 'kırk katır'ın altında telef olunacak."
Kitabın yeni baskısına önsözü hazırlarken, kitabın girişindeki bu cümleleri aktarıp şöyle yazdım: "Ne ki, 'kırk satır'ın ilk doğrayacağı isimlerden birinin Ahmet olacağı aklımıza bile gelmemişti o satırları kaleme alırken."
Yani, 'darbe soruşturması', 'ülkenin karanlık geçmişiyle hesaplaşma' gerekçeleriyle sürdürülen davaya, hayatlarını darbelere karşı mücadeleyle geçirmiş insanları dahil ederseniz, her ne kadar gerçek suçlarından ötürü yargılanmıyor olsalar da, ülkenin karanlık geçmişinin mimarlarının adlarının yanına Ahmet Şık ve Nedim Şener'i de yazmaya çalışırsanız, bu büyük bir yanlış olur.
Bu davaya inananların ve inanmayanların pusulası başından beri aynı: vicdan. Sürecin işleyişi hep eleştirildi ama işin ucu Ahmet Şık ve Nedim Şener'e varana kadar sabreden bir kesim oldu. Çünkü Veli Küçük ve Kerinçsiz gibi bayrak isimlerin aslında bu yaşananları hak ettiğine inandık. Hata mı ettik ya da oyuna mı geldik?
Ne hata ettik, ne de oyuna geldik. Olan biteni anlamaya çalışırken, hem soruşturmayı yürütenler, hem de soruşturmaya konu olanlarla aramıza mesafe koymayı başarmamız gerekiyordu ve bunu yaptık. Tribünlere çıkıp, bir tarafın holiganı olmadık ki, zaten gazetecilik bu şekilde yapılamaz. Bizim işimiz olan bitene dair somut ve anlaşılır bir resim çizmekti.
Emniyet ve/veya cemaat, dikkatleri bu kadar üstlerine çekecek işleri neden yapıyorlar? Sizin kitabınız için de, Ahmet Şık'ın kitabı için de geçerli bu. Normal şartlarda daha az ses getirebilecek ve kalabalıkları örgütlemeyebilecek olan bir kitap binlerce kez internetten indirildi ve satır satır okundu. Neden cemaat daha gizli kalmıyor da her şeyi ayyuka çıkartmaktan çekinmiyor?
Ahmet'in tamamlaması engellenen kitabının 'normalde çok ilgi çekmeyeceği' iddiasını Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de dile getirdi. Bu sadece bir tahmindir. Ben ya da pek çok insan da tersini iddia edebilir. Basılmamış bir kitaba karşı gösterilen bu ceberut tavır nedeniyle gerçeği asla öğrenemeyeceğiz. 'Cemaat neden her şeyi ayyuka çıkarmaktan çekinmiyor' sorusu ise benim değil, cemaatin yanıtlayabileceği türden bir soru. (BS/EÖ)