Beyoğlu, insanların gelip yerleşmeye başladığı ilk andan itibaren rengârenk ya da doğrusu "rengâ-henk" bir yer oldu. İçinde bir Akdeniz haritasının mavisinden vardı biraz; ve Fransızca'nın, İtalyanca'nın pütürlü, doğunun baharlı rengi.
Buna, sedefin parıltısını, bağanın tok, vakur koyuluğunu da ekleyelim. 1988'den beri, Beyoğlu'nun üç katlı bir binasında bir sedefkâr yaşıyor. Uzak denizlerden gelme bir deniz kabuğu, inciye dönüştüremediği özünü, onun elinde bir kalemdana, bir rahleye bırakıyor.
Müziği uzun süre önce unutmuş bir piyano tuşundaki fildişi, bir caminin kapı kanadını süslüyor. Çin bulutlarını, masal kuşlarını zaptediyor Şehmus Okur. Sıraselviler'in arka sokaklardan birindeki atölyesinde bulunanları tanımlamak zor. Ahşabıyla, madeniyle, sedefiyle, bugün unutulmuş bir sabırla işlenmiş, yüzlerce nesne. Ama daha ötesi, insanı varolma telâşından uzaklaştıran, kendindeki hazineye döndüren bir hayat terbiyesi.
Ahşapla ilk ne zaman tanıştınız?
Urfa'da doğdum ben. Orada, altı yaşımdayken dayımın atölyesine girip çalışmaya başladım. Her tür ahşap işi yapılırdı orada. Mobilya, doğrama, her şey... Memlekette Tunus'tan gelme bir usta vardı, soyadı da Tunusluoğlu, Osmanlı'dan Tunus'a göç eden evlad-ı fatihan dediğimiz Türklerden. Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı Tunus'tan çıkınca önce Medine'ye göç etmişler, sonra da Urfa'ya. Ondan da epey şeyler öğrendim.
Sedefkârlığı da mı o zaman öğrendiniz?
Hayır, çok daha sonra. Bilhassa İstanbul'daki tarihi eserlerin bakımsızlığından çok rahatsızlık duymam bunda etkendir. Bu işlerin en önemli merkezi İstanbul'dur. Sanatın başkentidir her zaman için. İstanbul'a geldiğimde, zaten uğraşıyordum bu işlerle, 80'li yıllardan sonra daha profesyonelce çalışmaya başladım.
Fırat Üniversitesi'nin birinci sınıfındayken atölyem vardı. O atölye devam etti, aslında akademik kariyer istiyordum, 88'de bundan vazgeçtim. Marmara Üniversitesi'nde yüksek lisansım bitmek üzereyken bıraktım, sanat ağır bastı.
Ama şu an hâlâ üniversitede çalışıyorsunuz...
Evet, Türk dili okutmanı olarak. Ben Türkoloji okudum aslında. Sanat merakı bana ailemden geçti. Baba tarafım kitaplarla uğraşıyordu, anne tarafım da ahşapla.
Kitap derken, ciltçilikten tezhipten değil, hocalıktan bahsediyorum. Daha önce de müderrislik yapanlar olmuş ailede... Sürekli eğitimin içindeydiler. Böylece, ne kitaptan vazgeçtim, ne ahşaptan, ikisi de oldu. Hayatını boyunca cumartesi-pazar hiç top oynamadım ben.
Hangi aşamalardan geçerek öğrendiniz bu işi? Örneğin malzemeyi nasıl tanıdınız?
Elest meclisinde bana bu malzemeler tanıtıldı. "Bezm-i elest"te. Yani "ruhlar meclisi". Bu bir aşk işidir. Bazı şeyler var ki, istediğiniz kadar mektebine de gidin, çalışın, olmaz. Bunun için aşk gerekir.
Mevlana bu konuda şunu anlatır: Akıl adındaki ihtiyar, fikir adındaki çocuğunu aşk üniversitesine göndermiş. Çocuk yıllarca gitmiş gelmiş, bir şey öğrenememiş. Fakat bir gün sıkılmış fikir olmaktan, adını değiştirmiş, gönül yapmış. Ve yıllarca öğrenemediği şeyleri, bir saatte öğrenmiş, defteri kalemi bir kenara atmış. Yaratılıştan sanatkar adam için, o işin okulunu okumanın bir anlamı yoktur.
Yirmi yıldır hocayım. Okulun, diplomanın her şey demek olmadığını çok iyi biliyorum. Tabii okullar, tekniklerin kaybolmaması, eski sanatların kayıtlarının tutulması için gerekli. Ama, sanatkar olmak için okul yetmez. Bu bir aşk işidir. İnsan birkaç ciddi hocadan formasyon alabilir, ama insanın esas hocası kainattır; ve bir de insanın geçmişteki büyük sanatkarlar ve onların eserleri, bir sanatkar için en büyük okuldur. Bir sanat eserine gidip bakmak, yıllarca ders almak gibidir.
Bakan göze göre orada çok şey vardır. Bir noktadan sonra, en çok kendinizi yetiştiriyorsunuz. Bir de şunu unutmayalım; bir meslek dalıyla ilgili başka alanlar vardır. Tıp fakültesinde okuyorsanız, başka şeylerle de uğraşmanız lazım. Belki biyoloji, belki kimya. O zaman sanatkar bir doktor olursunuz. Diyelim eski eserle uğraşıyorsunuz. Başka şeylerle de uğraşmanız demek bu. Tarihin belli dönemlerindeki felsefeden haberdar olmanız, ve onun alt kültürünü bilmeniz... Benim yaptığım işlerle de, o alt kültür sağlam bir şekilde oluştu.
Sanatınızla ilgili olarak uğraştığınız diğer alanlar neler?
Farsça'dan, Fransızca'dan çeviriler yaptım. Osmanlıca bilirim. Aileden gelen bir şey bu. Ortaokulu bitirdiğim zaman, ben babamla eski Türkçe mektuplaşırdım. Hepsi birbirini tamamlıyor. Tezyin sanatlarıyla ilgili sürekli araştırma içindeyim. Bu nakıştan ciltçiliğe, altın işlemeden oymacılığa, yontuculuğa kadar uzanır. Zaten benini yaptığını işi sorarsanız, marangozlukla kuyumculuk arası bir şeydir. Bazen her eser için ayrı çeşit tutkal, geçme yöntemi kullanmak zorunda kalırsınız.
Malzemeleriniz neler ve bunları nasıl elde ediyorsunuz? Bunları nasıl bir araya getiriyorsunuz?
Sedef, bağa, ahşap, maden kullanıyorum. Sedef bütün tropikal denizlerden gelir. Deniz hayvanlarının kabuklarından. İncinin annesi, diyebiliriz ona. Bunun dışında salyangoz kabuğu da var. Türkiye'deki denizlerde olmuyor. Bağa da gene bulunmayan bir malzeme. Onu piyasadan topladığımız eski kutulardan, parçalardan; fildişini de piyano tuşlarından elde ediyoruz.
Eskiden tespihçilerde de bulunurdu. Ama şimdi çok zor. Fildişi için örneğin, uluslararası ihaleler açılıyor. Büyük çaplı çalışmalarda, müşterinin kendi malzemesini getirmesi lazım.
Bunları nasıl bir araya getirdiğimi şöyle anlatayım: Sizin bir hayaliniz vardır, ona uygun tasarımlar yaparsınız. Hayalinize uygun parçalar ararsınız. Böylece çok değişik parçalar bir araya gelir. Sonra, teknikleri düşünürsünüz. Teknikler ise, ayrı bir ders konusu.
Siz neleri restore ettiniz?
Koleksiyonerlerin elindeki bazı eserler var. Bunun dışında, şimdiki Erbilgin Yalısı, Fatih Camii'nin ahşap kısımları... Almanya'da, Ürdün'de, Japonya'da, Filistin'de, Kuveyt'te, Kanada'da bazı devlet adamlarının ve şahısların ellerindeki eserler...
Restorasyon yaparken nelere dikkat edersiniz? Örneğin FatiCamii'nin ahşapları, sizden önce hiç restorasyon görmemişti. Nasıl bir teknik uyguladınız?
Ben sanatkar olarak çalışıyorum. Eserin devrinin tekniğiyle, devrinin malzemesiyle. Aynı malzemeyle yeniden yapılacak, yapılanlar kayda geçirilecek, daha önce yapılanlar belgelenecek...
Sizin bu işi öğrettikleriniz var mı?
Evet, yanımda çalışanlar oldu, ama üç beş ay içinde, biz ustalaştık diyorlar. Türkiye'de herkes kolay yoldan para kazanmak istiyor, sonuna kadar sabredemiyor. Sanat eseri, her köşe başında bulunmaz. Sanatkara da kolay rastlanmaz.
Dolayısıyla, piyasada her gördüğümüzün sanat eseri olması da gerekmez. Sanat için burjuvaziye ihtiyaç vardır. Burjuvazi desteklerse sanatkarlar da gelişir.
Yeterince destek alıyor musunuz?
Hayır, Türkiye'de böyle bir şey yok. Türkiye zaten, kendi kültüründen istifa etmiş bir ülke. Şimdi yavaş yavaş kendimizle barışıyoruz. Dünyanın diğer ülkelerinde, Osmanlı ve Selçuklu sanatına büyük ilgi ve hürmet gösteren insanlar olmasaydı, bizi adam yerine koymayacaklardı. Dolayısıyla, belki bizde yeni başlayacak.
Yaptıklarınız içinde, en fazla kendinizi gördüğünüz eserler hangileri?
Bunu söylemek zor. Abdülhamit'in hokka takımı var mesela, restore etmiştim. Çok heyecanlanmıştım. Fatih Camii'nin cümle kapısı da beni çok heyecanlandırmıştı. Yaptığım bir kemence, bir ut da öyle...
IV. Murat'ın tahtını yapmakla uğraşıyorum dört-beş yıldır. Şöyle bir projem var: Taç eserlerimizin, müzelerde bulunan eserlerimizin rekonstrüksiyonunu yapmak. Ne var ki bu konuda beni destekleyen yok. Kendi yağımızda kavruluyoruz.
Yaptıklarımı müze gibi bir yerde sergileyebileceğimi sanmıyorum, çünkü satmak zorundayım. Gerçi, satmak kelimesi çirkin geliyor, ama alıcısı çıkarsa veririm, diyelim. (SÖ/NM/YS)