Bu anlamda "mağduriyet" merkezi kavramlardan biri. Kimin mağdur olduğunun ya da edildiğinin, olası-varsayımsal mağduriyetlerin inşa edilme sürecinin ve toplumun bütünüyle ayrışmış, kutuplaşmış kesimlerinde cerayan eden bu süreçte, mağdur olmanın ya da edilmenin üzerine inşa edildiği hak ve adalet kavramlarının, siyasetin diline nasıl eklemlendiği önemli.
Sadece geçmişi, şu ana kadar olan biteni anlamaya çalışmak açısından değil, nasıl bir siyaset tarzının nasıl bir gelecek tasarımına dayanacağını da görmek açısından.
3 Kasım 2002
Siyasi olguları mağduriyet kavramı çerçevesinde tartışmaya -tam olarak bu sözcük kullanılmasa da-, sanırım sistematik olarak 3 Kasım seçim sonuçlarını anlamaya çalışırken başlanıldı ve "tepki oyları" tanımlaması da bu süreçte, seçmenin oy verme davranışının iktidarlarca, bir bakıma anlaşılır -kabul edilebilir- kılınması için icat edildi.
Seçmenin merkezden tarif edilen tartışmasız bir rasyonel içinde davranmaması, onun kendisini bir nedenle "mağdur" hissettiğine ve kendisini mağdur edenlere tepki gösterme ihtiyacının oy verme davranışını belirlediğine yönelik açıklamalar, seçim sonucunda ortaya çıkan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarıyla -ve kısmen de Genç Parti'nin (GP) seçim başarısıyla- inkar yoluyla başa çıkabilmenin bir biçimiydi. O tarihlerde yazdığım bir yazıda 3 Kasım seçim sonuçlarını şöyle anlamaya çalışmışım:
"Sosyal psikolojiden hareketle baktığımda, politik olarak bulunduğum yerden, bu seçimde açık olan tek şey, sistemin bütün araçlarıyla empoze ettiği "beyaz, temiz ve sistemin ta kendisi olan" her şeyin yenilgiye uğramış olması gibi görünüyor. Eski ve yeni olan, ama seçmenin çoğunluğunun "kendisinin ait olmadığı"nı hissettiği bir dünyaya ait olduğunu düşündüğü ne varsa, seçilmedi. 3 Kasım seçimlerinin gerek öncesinde gerek sonrasında, özellikle egemen medyada yapılan tartışmalarda neredeyse herkesin katıldığı ortak düşünce, seçmenin uzun süren zor yılların ardından bir tür '"tepki" davranışıyla oy vereceği ya da verdiği yönündeydi. Bu bağlamda kullanılan "tepki" sözcüğü, genellikle bunu izleyen oy verme davranışının geçici olduğu, geçmişi ve sürekliliği olan kalıcı bir politik-ideolojik aidiyeti ifade etmediği anlamına geliyordu. Sanki, AKP'ye hatta Genç Parti'ye oy verenler, ailelerine kızıp evden kaçan ergenler gibi kötü bir hayatın pençesinde bir süre hayalleri peşinde koşacak ve kızgınlıkları geçince de evlerine döneceklerdi."
Beklenen olmadı; AKP'yi iktidara getiren oy verme davranışının altında, büyük ölçüde Anadolu'nun muhafazakar kesimleri ve büyük kentlerin tepelerini, dağlarını bazen mecburen bazen gönüllü, memleket edinmiş, modern kent hayatının ekonomik ve sosyal ayrıcalıklarından dışlanmış yoksullarının oluşturduğu insanların samimiyetle inanmak istedikleri, çok ihtiyaç duydukları "daha iyi bir hayat" umudundan beslenen bir geleceğe inanç fikri yatıyordu.
AKP'nin, gerek kendi sermayesinin gerek merkezi-küresel sermayenin çıkarlarını kollarken, kendisine oy veren kent yoksullarının ve belki Anadolu'nun orta ve orta alt sınıflarının umutlarını ne ölçüde karşıladığını ancak seçim sonuçlarına bakarak değerlendirmek mümkün olacak. Oy verme davranışı çünkü bütünüyle rasyonel olmasa da tamamen irrasyonel saiklerle de gerçekleşmiyor; özellikle yoksullar ve dezavantajlı gruplar, kendi çıkarlarını büyük ölçüde yanlış bir bilinçle tarif etseler de, politik davranışları göreceli de olsa kendi hayatlarına dair bir tarif ve kısa dönemli gelecek tasavvuruna dayanıyor.
Şimdilerde, yine "beyaz, temiz ve sistemin ta kendisi olan" milyonlar, asıl iktidarların silahların gücüyle açtığı temiz ve dikensiz yollarda, aralarına hatta önlerine, Ne Mutlu Beyaz Türk Kadınları'nı da katarak varsayımsal mağduriyet tehditleri üzerinden "demokratik" tepkilerini haykırıyorlar: AKP'yi istemezük!
Ne istedikleri değil, ne istemedikleri konusunda hemfikirler, hiçbir demokratik girişimin, eylemin olamayacağı kadar "basit" bir sözbirliğinin etrafında: Şeriat gelecek korkuyoruz! Siz de korkun ve ne için birleştiğiniz önemli değil, Birleşin! Bu ülkenin esas kadınları ve erkekleri birleşin! Kaybedecek çok şeyiniz var..
Varsayımsal mağduriyetin inşası
Buradan bakıldığında, AKP iktidarına yönelik, Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde hızlanan ve giderek kitlesel mitinglere dönüşen eleştiriler, 3 Kasım seçimleri sonrası AKP'nin iktidara gelmesini sağlayan "halk" kitlelerini akılsallaştırmaya yani sistemin parçası olarak algılamayı sürdürmeye yönelik kavramsallaştırmaların tersinden gerçekleşmesi biçiminde değerlendirilebilir.
Şeriat tehdidine dayalı varsayımsal bir mağduriyet inşası. Cumhuriyetin selameti için, devleti ve "milli irade"yi temsil eden memleketin "asıl" sahipleri, köylerinde, kasabalarında, "öteki" Türkiye'nin -eğer kadınsalar, türbanlarıyla, kamusal olmayan evlerinde hadi en çok park ve bahçelerinde- hayatını sürdürmesine izin verilen cemaatinin hükümet olmasına izin vermek zorunda kalmış olsalar bile "memleket"i ele geçirmelerine izin veremezlerdi.
Bizim gittiğimiz restoranlara türbanlarıyla gelemezler, üniversitelerimizde okuyamazlar hele Cumhurbaşkanlığı Köşküne asla çıkamazlardı. Çok iyi bilindiği ve çokça analiz edildiği gibi yıllar öncesinden başlayan para-militer örgütlenmeler, muhtırayla taçlandı ve ulusalcılık, milliyetçilik, vatanseverlik, önümüzdeki 10 yıldan da "açık alınla" çıkmak üzere sokaklara döküldü.
Bu sürecin sınıfsal niteliğini hiç gözden kaçırmamak gerek. Bir zamanlar Bodrum Kaymakamı'nın, çoğu Kürt inşaat işçilerinin kent merkezine girmesini yasaklaması, kapkaççı, tinerci çocukların bir adaya götürülmelerinin önerilebilmesi ve orta ve orta üst sınıflardan kentlilerin durup durup, "Doğu'dan geldiler şehirlerimizin içine ettiler" söylenmelerinden uzak düşünmemek gerek belki de. Rahatımızı kaçıran ne varsa bizden uzak bin yaşasın.
Bu "sınıf"lar yeni midir?
Bu ayrı ve uzun bir tartışma konusu ama bu insanların dünyada ve ülkemizde küreselleşmeyle birlikte ortaya çıkan artık pek yeniliği de kalmayan, siyaseti ve hukuku dışlayan ve bir siyaset tarzına benzetilecekse, faşizme benzeyen, başka türlü bir siyasetin kolaylıkla üzerlerine inşa edilebilme özelliği açısından birbirine benzedikleri söylenebilir.
Amerika'da George W. Bush'un temsil ettiği siyasi çizgiyi belirleyen ve Amerikalı sosyal psikologlar tarafından "kör vatanseverlik" olarak isimlendirilen vatanseverlik, bu hareketlerin temel motifini oluşturuyor. Sembolleri ve basit tekçi sloganları öne çıkaran, tıpkı bizde olduğu gibi tarihsel figürlere ve ulusal sembollere -bayrak gibi- dayanan ama mutlaka olası, gelecekte ortaya çıkabilecek tehditler etrafında yaratılan korkuları inşa eden veya pekiştiren, hukuk ve siyasi içerikten yoksun bir başka siyasetsiz siyaset: "Tehlikenin farkında mısınız?"
Kör vatanseverlik esasen politik angajmansızlık ile bağlantılıdır; mesela, kendi beyanlarından hareket edersek, Atatürkçü Düşünce Derneği'nin (ADD) hiçbir siyasi parti ya da düşünceyle hiçbir ilişkisi yoktur, Atatürkçülük zaten siyaset üstü bir şeydir. Ülkemiz yabancılar tarafından sömürülmektedir; Tam Bağımsız Türkiye istemektedirler ama olsun anti-kapitalist değillerdir. Amerika'da yapılan çalışmalar, bazı belirli koşullar altında kör vatanseverliğin, yükselen bir tür politik aktiviteye yol açabildiğini gösteriyor.
1992'de Bill Clinton'ın seçilmesinden sonra Amerika'da ortaya çıkan hükümet karşıtı eleştiriler özellikle kör vatanseverlikten beslenen muhafazakarlar tarafından örgütlenen politik davranışlar olarak ortaya çıkmıştır. Bu olgu, aynı zamanda hükümete yönelik yüksek düzeydeki eleştirellik ve politik katılımcılıkla kör vatanseverliği tetikleyebilir.
Bu tarz politik eylemlilik, hükümetin eleştirilmesi ile vatanın eleştirilmesinin birbirinden ayrı olarak düşünülmesi ile anlaşılabilir. Yazarlar, araştırmanın yapıldığı dönemde Amerika'da pek çok muhafazakarın, hükümet politikalarını ve kurumlarını çokça eleştirdiğini, hatta bazılarının Amerikan tarzı yaşama tek gerçek tehdidin federal hükümetin ta kendisi olduğunu hissettiklerini belirtmektedirler.
Kör vatanseverlik eğilimleri olanlar, ülkenin büyüklüğü, görkemi ve doğruluğu konusunda eleştirel yaklaşımlara (inşa edici vatanseverlik) tahammül edemezler (örneğin kültür, tarih ve askeri kazanımlar konusunda) veya ülkenin dışardan görünen imajıyla ilgili eleştirilere asla katlanamazlar (örneğin bayrak ve ulusal eserler-ikiz kuleler gibi); Amerikan kültürünün homojenliği ve biricikliğini tehdit ettiğini düşündükleri her türlü sosyal değişmeye kapalıdırlar (çok kültürlülük ve çift dilli eğitim vb.). Kör vatanseverlik bir toplum zor yaşam koşullarından geçiyorsa daha çok ortaya çıkabilir, ekonomik koşullar ağırlaştığında ve büyük ve ani sosyal değişmeler yaşandığında, savaş vb. gerçek ya da kurgusal korku ideolojileri beslendiğinde.
AKP'nin olası ya da kaçınılamaz intikamı
Kör vatanseverliğin beslediği siyasetsizliğin böylesine güçlenmesi, gözle görülür sayısal üstünlüğü başarmış olmanın yarattığı güçlülük duygusu ve haz, kuşkusuz, verili yasal hatta meşru iktidarının izlediği yoldan döndürülen AKP'nin rövanşı nasıl alabileceği üzerine akıl yürütmeleri de beraberinde getiriyor.
Bu motivasyonun altında kuşkusuz yazının ilk bölümünde anlamaya çalıştığım 3 Kasım öncesi ve sonrası sürecin temel dinamiklerine benzer bir arka plan var. Pek çok kamuoyu araştırması, AKP'nin oylarını kaybetmediğini gösteriyor.
Bu araştırmaların sonuçlarının seçmenin şu anki eğilimlerini ne ölçüde gerçekten yansıttığı bir yana, doğru olmaları varsayımından hareketle, sonucun akılsallaştırılması süreci şimdiden başlatılıyor ve seçmenin olası irrasyonel davranışı açıklanıyor: AKP mağduriyet üzerinden siyaset yapacak ve AKP'ye verilen oylar yine tepki oyları olacak.
Sonuçta ne dün ne de yarın AKP'ye verilen oylar, bilinçli bir tercihin sonucu olamaz, olmamalı. Bu ne yaman çelişki ama gerçek. Bir yandan AKP'nin temsil ettiği geniş halk yığınlarını ülkenin geleceği açısından tehdit olarak görecek ve onların üzerinden geleceğinizin karartılacağı fikrini inşa edeceksiniz, bir yandan da bu insanların aslında hiç de "bilinçli" olmadıklarını, durmaksızın bir geçici "tepki" peşinde koştuklarını yine koşabileceklerini savunacaksınız.
AKP'nin seçim propagandasını neye dayandıracağını, nasıl bir strateji izleyeceğini henüz bilmiyoruz.
Ama bildiğimiz şu: AKP karşıtı "istemezük" cephesinin dayandığı eylemlilik, eğer siyaset hayatı dönüştürmeye yönelik somut yorum ve gelecek inşasına ilişkin öneriler bütünü, ayırıcı özellikleri olan, bir tür dünyayı değiştirme vaadi ise ve demokratik siyaset ancak "hukuk"un ve demokrasinin olduğu bir yerde yapılabilirse asla demokratik-siyasi bir kampanya olarak adlandırılamaz.
AKP'nin olası ya da kaçınılmaz intikamı da eğer, iktidardaki mazlum teması üzerine inşa edilecek, kökten bir askeri vesayet, militarizm karşıtlığına dayanmayan, daha ziyade dindarların ve dindarlığın tasfiyesini, mağduriyetin esas kaynağı olarak tanımlayan bir anlayışa dayanacaksa, siyasi olma özelliğini baştan yitirecek.
Hangi cepheden gelirse gelsin, mağduriyet üzerinden oluşturulan siyasi kurgular, insanlarda adaleti gerçekleştirme yönünde bir motivasyon yaratabilir ve buna uygun siyasi davranışları oluşturabilir mi?
Sosyal psikoloji literatürü, insanların sandıklarından ve görünenden daha fazla adaleti umursadıklarını göstermektedir. Bu, düzenli, kontrol edilebilir ve öngörülebilir bir çevrede yaşama arzusunun kaçınılmaz sonucudur ve dünyanın özünde adil ve rasyonel bir yer olarak algılanmasına ilişkin psikolojik ihtiyaçla yakından ilişkilidir.
Adil dünya inancı, yaşamın katı gerçeklerine karşı psikolojik bir tampon işlevi görerek, kişinin günlük eylemleri ve uzun vadeli yatırımları için çaba göstermesini sağlar; başka türlü olduğunda dünya, adaletsiz, öngörülemez, düzensiz bir yere dönüşecek ve kaotik bir dünyada kişilerin, grupların ve toplumların göstermiş olduğu etkinliklerin sonucu öngörülemeyecektir. Çaba ve sonuç arasında hiçbir ilişkinin kurulamadığı, bütün eylemlerin sonuçlarının tesadüfi ödül ve cezalara bağlı olduğu bir dünyada, her hangi bir politik ya da değil, etkinlikte bulunmak anlamsız ve yararsızdır.
Adil dünya inancı "temel bir yanılsama"dır; kişisel ya da sosyal olayların gerçekte adil olarak cereyan edip etmemesinden bağımsız olarak, hatta adaletsizlik açıkça gözlenebilir olsa da, var olan bu inanç, sosyal gerçekliğin anlamlandırılması ve açıklanmasında, bireyler ve toplumlar tarafından paylaşılan değerler, normlar, temsiller aracılığı ile inşa edilerek, kişinin kendi yaşamını sürdürmesine ve ona belli bir anlam atfedebilmesine aracılık eden önemli bir motivasyonel süreçtir.
Adil dünya inancı çerçevesinde insanların ya da toplulukların, adaletin zedelendiğine dair inançlar geliştirmeleri ve bu yönde davranmaları, adaletsizliğe uğradığını iddia eden ya da adaletsizliğe uğradığı açıkça görülen "kurban"a ve sürece ilişkin atıflarından doğrudan etkilenen karmaşık bir süreçtir. Bu süreci belirleyen ve konumuzla ilişkili etkenlerden biri, kurbanla nasıl bir kader ortaklığının inşa edildiği ve diğeri de adaletsizliği giderme konusunda ne ölçüde etkin olunacağıyla ilişkili olarak algılanan kontroldür. İnsanlar eğer, zalim üzerinde herhangi bir müdahale güçleri olmadığı yönünde bir algılamaya sahiplerse, kurbanı değersizleştirmekte, suçlamakta ve adaletsizliğin kaynağını kurbana atfederek, zulmü meşrulaştırmaktadırlar.
Bu memleket bunca darbeyi nasıl sineye çekebildi ve nasıl oluyor da ordusuna hala bu kadar hayrandır ya da hep hayran olduğunu "beyan etmektedir"?
Dünyanın gerçekte adil bir yer olmadığı biçimindeki inançlar, ancak dünyayı değiştirebilme iddiasını tutarlı ve istikrarlı bir biçimde savunmaya yönelik sistematik siyasi programlarla birleştiğinde ve bu siyasetle dünyanın değişebileceğine, dolayısıyla kendi siyasi iradelerinin gücü ve etkiliğine inanan insanların varlığıyla mümkün olabilir.(MG/EÜ)
* Melek Göregenli'nin bu yazısı Siyasi Gazete'nin Haziran 2007 sayısında yayınlandı.