Tarih bir bakıma gayya kuyusudur. Bu karmaşık ve çelişkiler yumağıyla bezeli ve özellikle de geçmişe ait olması nedeniyle deney ve gözlem imkânı olmayan bir alandan objektif bir tarih yazımıyla çıkmak ne ölçüde mümkündür?
Tarih metodolojisi alanının bu temel sorusunu tarihçilere havale ederek, şu kadarını söylemekle yetinebiliriz; belgeli ve karşılaştırmalı bir tarihçilikle gerçeğin önemli bir kısmına ulaşılabilir. Hele yakın tarihe ait bir konu ise, çok sayıda sözlü, görüntülü ve yazılı belgenin, objenin varlığı nedeniyle gerçek büyük öcüde ortaya çıkarılabilir. Herhalde tarihçiliğin zevkli yanı da bu olsa gerek.
Böyle olmakla birlikte öyle konular vardır ki üzerinde uzlaşılmasa bile, blok haline gelmiş tarafları arasında tartışmaları devam eder. Elbette burada ideolojik ve siyasi tutumlar etkilidir.
Yakın tarihimizde bunun önemli bir örneği de resmi adıyla “Almanya ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Saldırmazlık Antlaşması” olan Hitler – Stalin paktıdır.
Hitler - Stalin Paktı reel politiğin tarihsel öneme sahip çok önemli bir olayıdır. Herhalde tarihte bu kadar şaşırtıcı ve geniş çevrelerden tepki toplayan bir başka antlaşma yoktur.
Bu pakt üzerine çok sayıda belge, kitap, makale var. Bildiğim kadarıyla bu kaynaklar içerisinde Wıllıam L. Shırer “Nazi İmparatorluğu’nun Doğuşu – Yükselişi – Çöküşü” adında 3 ciltlik kitabı önemli bir kaynaktır. 1926 – 1941 yılları arasında Paris, Londra, Berlin, Viyana ve Roma’da çalışan yazar, Nürnberg Duruşmalarını yakından izlemiş, müttefiklerin eline geçen Alman belgelerini incelemiş ve uzun dönemli bir çalışmayla bu kitabı yazmış.
Kitabın yazımında her ne kadar bir gazeteci tarzı görülüyor olsa da titiz bir karşılaştırmalı belge taraması ve tutarlı bir aktüel politika incelemesi de kitabın içeriğini zenginleştiriyor.
Shırer’in çok eskiden okuduğum kitabına bugünlerde tekrar baktım ve bu bağlamda Tayfun Mater’in bianet’te 2020 yılında, konuyu derli toplu şekilde izah eden “Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı 81. Yılında” başlıklı yazısını tekrar okudum.
Shırer’in kitabından hareketle Mater’in yazısına da katkısı olabileceğini düşündüğüm bazı noktaları ifade etmeye çalışacağım.
SAVAŞLAR VE BARIŞLARI/ TAYFUN MATER
Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı 81. yılında
23 Ağustos 2020
Antlaşmaya giden süreç
Antlaşmaya giden süreci Mater çok iyi ifade etmiş. Shırer’ın kitapta uzun uzun anlattığı İngiltere, Fransa, SSCB, Almanya görüşmelerinin seyrindeki dönüm noktaları dikkatle incelendiğinde Hitler – Stalin Paktına çok da şaşmamak gerekiyor.
Hitler iktidarı ele geçirdikten sonra Versay Antlaşmasının birçok maddelerini ihlal etmeye başlar.
Hitler Mart 1938 yılında Avusturya’yı ilhak ettiğinde, İngiltere ve Fransa’dan hiçbir tepki gelmez.
Arkasından Hitler Çekoslovakya üzerinde hak iddia eder. Bunun üzerine 29 Eylül 1938 tarihinde yapılan Münih Konferansı düzenlenir. Almanya adına Hitler, İtalya adına Mussolini, İngiltere adına Chamberlain, Fransa adına Daladier yapılan bir antlaşmayla Çekoslovakya büyük kısmı Almanya’ya ve küçük bir kısım da faşist Horthy Macaristan’ına bırakılır.
Münih Antlaşması, İngiltere ve Fransa tarafından Hitleri yatıştırma politikasının bir ürünü olarak değerlendirilir. Aslında İngiltere ve Fransa Hitler’i Batı’ya yönelik baskıların azaltmak ve özellikle Hitleri Sovyetler üzerine yönlendirmek çabası içerisindedirler.
Stalin, İngiltere ve Fransa’nın Almanya ile birlikte olup Sovyetleri Münih Konferansı dışında bırakmalarını hiç unutmadı. Bu durum iki batılı ülkeye çok pahalıya mal oldu. (544)
Churcill Münih Antlaşmasının arkasından “Chamberlain’in savaş ve utanç arasında bir seçim yapması gerekiyordu. Şu anda o, utancı seçti; savaşla ise daha sonra karşılaşacak” der.
Hitler, Polonya’yı istila planları tartışmalarında genel kurmayına moral telkin etmek için “Düşmanlar ufak adamlar, hepsini gördüm Münih’te” der. (674)
Hiter 14 Ağustos 1939 tarihinde askeri şefleriyle yaptığı toplantıda “İngiltere’de gerçek çapta liderler yok. Benim Münih’te tanıdığım adamlar, tehlikeyi göze alamazlar.” (654) görüşünü tekrarlar.
Münih’ten önce ve sonrasında Sovyetler Nazi Almanya’sına karşı İngiltere ve Fransa’ya defalarca konferans yapma ve ittifak önerisinde bulunur. Ancak bu ülkeler sürekli ipe un sererler. Churcill, Rusya’nın Batılılardan yana savaşa katılmasının büyük bir kazanç olacağını İngiltere’de en aptal bir insan bile anladığı halde, Başbakan Chamberlain bu görüşe bir türlü yanaşmamasını en sert şekilde eleştiriyordu. (515)
Batı’dan bir umut göremeyen Stalin, 1930’dan beri Sovyetler Birliği Dış İşleri Bakanlığı yapan ve Hitler’e karşı Batılı devletlerle bir güvenlik sistemi oluşturmaya çalışan Litvinov’u Mayıs 1939 yılında görevden aldı. Yerine sertlik yanlısı Molotov’un geldiği bu görev değişimi, ibrenin Hitler tarafına kayacağının bir işareti oldu. Buna rağmen Batı, yine aynı rehavetini devam ettiriyor.
Ribbentrop ile Molotov el sıkışıyor
“1939 Temmuz’unun sonuna doğru, Stalin’in, Fransa ile İngiltere’nin hem sağlam bir ittifak istemediklerine hem de İngiltere’deki Chamberlain hükümetinin, Hitler savaşlarını Doğu Avrupa’ya çevirmek istediğine inandığı açıkça anlaşılıyor” (688)
Buna rağmen Hitler-Stalin Paktı imzalanmasından 2 hafta öncesine kadar Sovyetlerin Batı’yla görüşme talepleri devam ediyor. Moskova’da bir görüşme ayarlanıyor. Ancak Batı, görüşmeye yetkileri sınırlı ikinci sınıf memurlar gönderiyor. Buradan bir sonuç çıkmıyor.
Hitler-Stalin Paktı 23 Ağustos 1939 yılında Almanya Dış İşleri Bakanı Ribbentrop ile SSCB Dış İşleri Bakanı Molotov arasında Moskova’da imzalanıyor.
Hitler 1 Eylül 1939’da ve 6 Ekim 1939’da da Stalin, Polonya’yı işgal ediyorlar.
İki ülke arasında imzalanan ticaret antlaşmanın hemen peşinden yapılan bu saldırmazlık antlaşmasının 2 temel maddesi var; Doğu Avrupa aralarında pay ediliyor ve her iki ülke de birbirine 10 yıl boyunca saldırmayacak. (Ne 10 yılı, 22 Haziran 1941 tarihinde 21 ay sonra Hitler Sovyetlere saldırdı).
Antlaşmada tarafların sağladığı faydalar
Hitler Çekoslovakya işgalinden sonra gündemine Polonya’yı işgali aldı. Bunun için Batı garantörlüğünü etkisiz kılmak ve Batı’ya saldırmak için Doğu tarafını garantiye almak ister. Bunun yolu da Stalin ile bir saldırmazlık paktı imzalamaktan geçiyordu.
Batı’nın Sovyetleri sürekli oyalaması, Hitler’e bu fırsatı verdi. Hitler Doğu’da kendini güvenceye alarak Polonya’yı işgal etti, Fransa’ya saldırdı, Londra’yı bombaladı.
Stalin ise, bu antlaşmanın kendisine bir buçuk yıl kazandırdığı savunmasını yaptı. Bu doğruydu çünkü Stalin, Kızılordu Genel Kurmay Başkanı Mihail Tuhaçevski başta olmak üzere binlerce subayı tasfiye etti. Sovyetlerin resmi rakamlarına göre “Eylül 1938'de Halk Savunma Komiseri Kliment Voroşilov, toplam 37.761 subay ve komiserin ordudan ihraç edildiğini, 10.868'inin tutuklandığını ve 7.211'inin Sovyet karşıtı suçlardan mahkûm edildiğini bildirdi.” (Vikipedia)
İkincisi Stalin, Hitler ile yaptığı paylaşım antlaşması vesilesiyle Rusya’nın iç savaş sırasında kaybettiği bazı toprakları (Polonya’dan, Romanya’dan ve Baltık ülkelerinden) geri aldı.
Suçlamalara karşı Antlaşmayı savunan Kremlin’in argüma ”Sovyetler Birliği de küçük bir devletin sırtından Almanya’ya karşı silahlanmak için zaman kazanmıştır. Chamberlain 1938 Eylül’ünde, Çekoslovakya’yı feda ederek Hitler’e boyun eğerken doğru ve namuslu bir iş yapmış oluyordu da neden Stalin bir yıl sonra, Sovyet yardımını hiçbir suretti istemeyen Polonya’nın zararına Führer’in isteklerini yerine getirirken yanlış ve namussuzca davranmış oluyordu?” (690)
Elbette her antlaşmada kazanımlar olduğu gibi kayıplar da vardır. Burada kazanım ile kayıp arasındaki oran önemlidir. Bir de bu antlaşmanın tarihi döneminde Sovyetler yalnızca Sovyetlerden ibaret değildir. Çünkü kapitalist-emperyalist dünyaya karşı şu veya bu ölçüde enternasyonal bir komünizm mücadelesi verilmektedir. Sovyetlerin faşist Almanya ile yaptığı bu antlaşma dünya sol çevrelerinin büyük kısmında şaşkınlık yaratır.
Churcihill’in ve yazarın görüşü
Hitler-Stalin Paktını objektif olarak değerlendirenlerin başında Churcihill gelmektedir. O dönemde muhalefette olan, hatta yalnızlaştırılan bu kurt politikacı, Sovyetlerin ve sosyalizmin düşmanı olmasına rağmen, Stalin’in “o sırada çok yüksek gerçekçi” davranışta bulunduğunu belirtir. (688)
Kitabın yazarı bunca belgeyi, görüşü yazarken yine de Stalin’in Hitler ile antlaşmasını aşağılık bir pazarlık olarak niteler. “Sovyetler Birliği, Milletler Cemiyeti’ne girdiğinden beri barışın önderi olarak tanınıyordu. Bu sayede belirli bir moral güç kazanmış ve faşist saldırısının başlıca düşmanı olmuştu. Şimdi ise bu moral sermayeyi tüketmiş bulunuyordu.” (690)
Kim haklı?
Bu sorunun tek bir cevabı yok. Tıpkı Rusya – Ukrayna savaşında olduğu gibi, çok yönlü ilişkiler ve çelişkiler ağında bu konular üzerinde kesin yargılara varmanın çok zor olduğu bir gerçek. Yine de konuya dair yargısal düzeyde olmasa da bir görüş belirtmek gerekirse ben, Stalin muhalifi olmama rağmen bu olayda Stalin’i haklı buluyorum.
(HŞ/HA)