Gazetelerin liberal yazarları, AKP'nin zina ısrarını, AB yolunda 'bir çuval inciri berbat etmek' itirazının ötesine geçmeyen bir eleştiriyle karşılıyorlar o kadar.. Neredeyse, AB'den itiraz gelmese olan biteni kabullenecekler. Aynı zihniyetin sahipleri daha önce de, hükümet yaz tatilinde okullarda Kuran kursları düzenlenmesine ilişkin yeni bir yönetmelik çıkarmaya kalkıştığı zaman, "Aman CHP'nin eline böyle bir silah vermeyin" diye AKP'yi uyarmıştı! Örneğin; İslamcıların sofrasında buruşuk bir peçete gibi duran Yeni Şafak yazarı Kürşat Bumin -ki anarşist kökenli bu münevverimiz hâlâ 'solcu' geçinir ve pek yaman bir sivil toplumcudur- mealen şöyle yazıyordu: Bu karardan vazgeçin, ancak AKP düşmanları CHP'nin eline böyle bir silah verebilir...
Yani bu yazarımız CHP'den ya da askerlerden bir itiraz gelmese ilköğretim okullarında ve liselerde Kuran kursu düzenlenmesine karşı çıkmayacak. İyi mi?
Ortada komik bir durum var; sağıyla soluyla Türkiye liberalleri islamcı hareketin yeni muhafazakâr versiyonunun hükümet olduğunun farkında değiller. Onlar, muhaliflere karşı muhalefet yapıyorlar ve bu tutumu "demokrasi mücadelesi" ve hatta "ilericilik" diye yutturmaya kalkışıyorlar. İslamın iki hegemonik güçten biri olduğunu görmüyor, dahası gözlerden saklıyorlar. Türkiye'nin alık liberalleri, cumhuriyet devriminin esas olarak kapitalizmin ve modern bir burjuva toplumunun temellerini attığını, başka bir ifade ile çubuğu esas olarak kendilerinden yana büktüğünün bile farkında değiller. Onlar kendi hayatlarına muhalefet ettiklerini anlamayacak kadar şaşkın durumdalar.
Sivil toplum siyasal toplum
Bunların, "sivil toplum" anlayışı da evlere şenlik... Hürriyet gazetesi, Milliyetçi Hareket Partisi'nin (MHP) generallere mektup yazdığının anlaşılması üzerine manşetten verdiği haberde şöyle demişti: "İlk kez sivil bir parti generallere açıkça müdahale çağrısı yapıyor."
Bu sözlerin neresini düzeltmeli bilmiyorum. Hz. Musa fıkrasını bilirsiniz; Dicle nehri kenarında duran iki dindar sohbet ediyormuş. Onlardan biri, "Hz. İsa bu nehre elindeki kılıcıyla vurunca Dicle ikiye ayrılmış ve kavmini kazasız belasız karşıya geçirmiş" deyince, daha bilgili olan diğer dindar biraz düşünmüş ve "hayır" demiş, "Bir kere o su Dicle değil Kızıldeniz, o peygamber İsa değil Musa, elindeki de kılıç değil asa". Bugünkü durum tam da böyle.
Öncelikle belirtelim; MHP ilk kez askerlere çağrı yapmıyor. Bu parti 12 Eylül'den birkaç ay önce, 1980'in başında resmi bir bildiri yayınlayarak orduya yönetime el koyma çağrısı yaptı ve o dönemde parlamentoda olan 17 milletvekilinin Meclis'ten çekildiğini açıkladı. İkincisi ve en önemlisi ise "siyasi toplum" askeri alan ile sınırlı değildir. Siyasi toplum, partiler ve ordu da dahil devlet örgütlenmesinin bütününü ifade eder. Hatta, siyasal toplumu devletle dolaylı bağlara sahip "sivil" örgütlenmelere kadar genişleten siyaset bilimciler bile var. Yani, ordunun dışında kalan toplumun diğer kesimleri "sivil toplum"u oluşturmaz, onlar sadece sivildirler. Sivil toplumun karşıtı siyasal toplumdur, askerler değil. Diğer taraftan, "sivil toplum" özü itibarıyla burjuva toplumsal düzeni demektir.
Siyasal toplumu askerlerle sınırlayanların, siyaset sosyolojisi bakımından ve terminolojik olarak "masum" bir hata yaptıkları düşünülebilir mi? Sanmıyorum.. Çünkü, iktidardaki AKP'yi destekleyebilmek, başka bir ifade ile siyasal toplumun en önemli kurumlarından birinin eteklerine küçük hesaplarla tutunabilmek için, siyasal toplumu mümkün olduğu kadar daraltmak geriyor. Fotoğraf da çok açık üstelik! İzahı da kolay; üniformasız herkesi sivil toplum çuvalına doldurursun olur biter!
Akıl tutulması
İnsanlık bugün bir akıl tutulması yaşıyor. Tarihsel ve kategorik olarak kapitalizmi aşamayan insanlık, "ilerici" bir çözüm üretememenin bedelini; felsefi, ideolojik, politik ve toplumsal planda "gerici" dayatmalarla ödüyor. İnsanlık bir önceki döneme, ortaçağa iade edilmek isteniyor. Toplumlar çözülüyor; özgürlük anlayışı cemaatlerin, aşiretlerin, mezheplerin, dinsel ve etnik toplulukların serbestisine indirgeniyor. Ve bu nedenle, modernitenin bir ürünü olarak görülen "vatandaşlık" bağı bile kendinden menkul ve temelsiz bir "tek doğrucu" anlayışla mahkum ediliyor. Öyle ya; artık post-modern bir çağdayız...
Post-modernistlerin ve yeni muhafazakârların Aydınlanma ve modernite eleştirisi, bu tarihsel dönemi aşmaya değil, mevcut olanın mutlaklığına insanlığı ikna etmek ve bir önceki çağın zihniyet dünyasını devralarak kapitalizmi tahkim etmek amacını taşıyor.
AKP; Avrupa muhafazakârlığına değil, Amerikan yeni muhafazakârlığına yakın bir siyasal oluşumdur. Başbakan Erdoğan'ın siyaset danışmanlarından Dr. Yalçın Akdoğan'ın kaleme aldığı ve AKP'ye ideolojik-teorik bir arka plan oluşturmayı amaçlayan "Muhafazakâr Demokrasi" kitabında, dünyadaki muhafazakârlık türleri incelenirken, AKP açıkça Amerikan yeni muhafazakârlığının yanına konuyor.
Bilindiği gibi, bugün Washington'a egemen olan Amerikan yeni muhafazakârlığı, Hıristiyan köktenciliği ve Avengalist gericilik ile içiçe geçmiş bir siyasal harekettir. ABD'nin güney eyaletlerinde W. Bush'un tanrı tarafından gönderildiğine inanan 40 milyon insanın yaşadığı belirtilmektedir. Diğer taraftan, yeni muhafazakârların Aydınlanma ve modernite eleştirileri ile post-modernistlerin görüşleri arasında büyük bir felsefi yakınlık vardır.
Post-modernizm ve yeni muhafazakârlık
Yalçın Akdoğan, söz konusu kitabında neo-con'ların kurucu babalarından Irving Kristol'ü referans alarak, yeni muhafazakârlık ile neo-liberalizm arasındaki ilişkiye özel bir vurgu yapıyor. Başbakan Erdoğan'ın da önsöz yazdığı kitapta şöyle deniyor:
"Amerikan geleneği liberaldir, bunu sonucu olarak muhafazakâr adını alan bu geleneğe sadık kişiler gerçekte liberal kişilerdir. (...) Amerikan muhafazakârları anasala demokrasiye ve piyasa ekonomisine bağlılıklarını ifade ederler. I. Kristol'e göre Amerikan muhafazakârlığı, muhafazakâr liberalizmdir. Kristol modernliğin ilkelerine boyun eğer, fakat bunların insanın ahlaki hayatına ve yetkinliğine zararlı yanlarına karşı duyarlıdır." (AKP Yayınları, s.23)
Yukarıda da belirttiğim gibi, neo-liberal ve post-modern akımlar ile yeni muhafazakârlık arasında bir fikir akrabalığı ve hatta devamlılıktan söz etmek mümkündür. Çünkü, neo-liberallerin ekonomi politikaları ile yeni muhafazakârların izlediği çizgi son çözümlemede büyük bir yakınlık içindedir. Yeni muhafazakârlığın, son yirmi yıldır yeryüzünde yıkıcı bir rüzgar gibi esen neo-liberal politikalar ile, onu felsefi düzeyde tamamlayan post-modern akımın hem bir devamı hem de onların başarısızlıklarının bir ürünü olduğu söylenebilir. İktisadi planda ultra liberal bir tutum, siyasal ve felsefi planda ise radikal ve gerici bir modernite ve Aydınlanma eleştirisi... Bu anlamda yeni muhafazakârlık, faşizan bir neo-liberalizm ve gericileşmiş bir post-modernizmdir.
Tarihin sonu ideolojisi
Post-modernizm, Aydınlanma ve modernite geleneğine karşı çıkarken, epistemolojik olarak aklın ve bilimin belirleyici konumunu reddeder. Böylece dinsel doğmalar, teolojik literatür ve geleneksel kültür, bilimle aynı düzeye yükseltilir. Post-modernizm, modernitenin "toplumsal ilerleme" anlayışını ve tarihselciliği de reddeder. Bir anlamda, serbest piyasa düzenini uygarlığın son aşaması olarak kabul ettiği için, kapitalizmi aşmaya yönelik her girişimi "totaliter projeler" olarak mahkum eder. Tarihselciliğin reddi, insanlığın bugünü ile geçmişi ve geleceği arasındaki bağı koparır. Aslolan bugün ve şimdi olandır.
Kapsayıcı genel kuramlara, tarihselciliğe ve "büyük anlatılar" dediği ideolojilere karşı çıkan post-modernistler; dolayısıyla sınıf mücadelelerinin kapsayıcı toplum modellerinin ve nihayet bilimin de sonunun geldiğini iddia ederler. Onlara göre, totaliter rejimler ve diktatörlükler, "büyük anlatılar"ın ürünüdür. Bu yanıyla post-modernizm aslında teolojik (bilimsel olmayan) bir sosyalizm eleştirisidir. Kapsayıcı toplum modellerine itiraz ederken, gerçekte insanlığı birleştiren ortak değerlere, görüşlere, ideolojilere, yurttaşlık bağlarına ve ulus devletlere karşı çıkan post-modernistler, bunun yerine alt kültürlere ve etnisiteye dönüşü savunur. Dinsel cemaatleri, yöresel kültürleri, mezhepleri öne çıkarlar ve "özgürlük" projesini bu kesimlerle sınırlarlar.
İnsanlığı Ortaçağa iade etme girişimi
Bu görüşler küreselleşme ideolojisinin köşe taşlarıdır. İşte yeni muhafazakârlık bu görüşleri olduğu gibi devralır, muhafazakâr ve geri temelde yeniden üretir. Bu yanıyla yeni muhafazakârlık, insan aklına ve bilimsel bilgiye karşı bir saldırıdır. Bir tür "ortaçağa dönüş" ideolojisidir. Neo-con akımın burjuva demokrasisini bile reddeden seçkinci ve faşizan özünün üstü örtülerek çok liberal gerekçelerle savunulması, özgür aklı kuşatma girişiminden başka bir şey değildir.
İşte AKP, yerel kültürleri öne çıkaran küreselleşme dalgasının kendi projesini hayata geçirilmesi bakımından bir fırsat olarak görmektedir. Zina tartışması bu bağlama oturtulmadan anlaşılamaz. AKP bu türden girişimlere her fırsatta başvuracaktır. Yalçın Akdoğan, "Tarihte ilk kez dış dinamiklerle iç dinamiklerin buluştuğunu" belirtiyor. Dış dinamikler, Batı'nın küreselleşme yönelimi ve Amerikan yeni muhafazakârlığının imparatorluk projesidir, iç dinamikler ise kendisine verilen oylar ve liberallerin desteğidir. Büyük Ortadoğu Projesi ve "ılımlı İslam" basit birer jeo-stratejik yönelim değil, arkasında büyük bir ideolojik yığınak bulunan küresel gerici saldırının parçalarıdır. AKP, bu saldırının ülkemizdeki ve bölgemizdeki aracından başka bir şey değildir. Düşük yoğunluklu bir islamizasyon girişimi için fırsat kollayan bir araç...
Siyasal toplumu askeriye ile sınırlayan liberallerin, hükümetin insanların yatak odalarına girme girişimi karşısında neden şaşırdıklarını anlamıyorum. Zinanın suç sayılması, bir önceki dönemin, Ortaçağın hukuku ve daha önemlisi o pek değerli yerel kültürümüzün bir parçası değil mi? Hani büyük anlatılar çağı kapanmış ve aklın krallığı yıkılmıştı? Ah benim alık liberallerim... (MY/EÜ)