Dolayısıyla, liberal özgürlük fikri, özgürlüğü negatif olarak betimler. Bireyin özgürlüğü, ne yapabileceği değil, ne yapmaması gerektiği açıklanarak tanımlanır. Bu tanımlama, toplumsal ve ekonomik durumlardaki yapısal/sınıfsal farklılıkları soyut birey ve verili özgürlük düşüncesi içerisinde eritir. Aslında bu sürecin varlığı, bize, özgürlük algısı ile din düşüncesinin paralelliğine/politik kullanımına ve bu iki kavramın -özgürlük ve din- liberalizmin içerisinde oynadığı role ilişkin bir fikir verir.
Nitekim Modernizm'in inşa sürecinde, tanrının gökyüzünden yere indirilmesi ve/veya yerine başka bir tanrı/evrensel aklın yerleştirilmesi, yaratılan ile yaratan arasındaki bu rol değişikliği, bu fason üretim, bir yandan insanların manevi gücü/tanrısal varlık düşüncesi vasıtasıyla onu köleleştirirken, diğer yandan tanrıların yokluğunda/yönlendirilemezliğinde oluşabilecek aklın ve duyuların başka bir amaca -zevk peşinde koşmak gibi- yönelebileceği tehdidini de engellemiştir.
Özgürlüğün, mutlak ya da verili olarak değerlendirilmesi, öyle olmadığı halde özgür olunduğu yanılsaması vasıtasıyla köleliğin meşru zeminini oluşturur. Özgürlük, mutlak değil görecelidir ve sürekli olarak yeniden üretilmek zorundadır. Sürekli olarak yeniden üretilmek zorunda olduğu için de emeği gerektirir. Emek, bireyi biyolojik bir varoluştan toplumsal bir kategori haline getiren bu değer, özneleşme sürecinin/kendini insan kılmanın yegane unsurudur. Örneğin, herhangi bir kültürel yapı -aile, egemen cinsiyet kalıpları vb.- içerisindeki özgürlük mücadelesi, o yapıdan izler taşır, hatta o yapının sağladığı zemin aracılığıyla mümkündür.
Dolayısıyla özgürlük, özgürlüğe engel teşkil eden unsurları da içine alır. O unsurları yıkmak değil, aşmak üzerine inşa edilir. Özellikle basın özgürlüğünü ve Danimarka merkezli karikatür krizini bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Örneğin, hapşırma anında elinizi ağzınıza götürdüğünüzde, hapşırma şiddetini yüzde 50 oranında azaltırsınız dolayısıyla ancak yüzde 50 oranında özgürsünüzdür. (Mealen; Prof. Kadir Cangızbay) Dıştan verili olan/doğal(laştırılmış) her türlü belirlenime karşı, beşeri kimliğin vurgulanmasına, insan iradesinin ön plana çıkarılmasına dayanır özgürlük. Ancak, verili/doğal olan ile beşeri olanın bileşkesine dayanır.
Dolayısıyla tıpkı radikal din kökenli hareketler gibi, Papa'nın sözleri de, Batı'nın İslam'a ilişkin olumsuzlayıcı/bastırıcı tavrının bir sonucudur. Nitekim, ulusal/bölgesel alanda sözüm ona İslami faşistler, askeri bürokrasi alanında muasır medeniyetçi, devletçi-elitist faşistler ya da ulusaltı düzeyde etnik faşistler arasındaki ilişki, bizi, ulusüstü kapitalist diktatörlüklere ve Papa'nın sözlerine götürür.
AB süreci, din olgusunun, kendi politikalarını meşrulaştırmanın, halkın davranışlarını yönlendirmenin ve bu vasıtayla muhtemel eleştirilerinden din temelinde sıyrılarak siyasi rant elde etmenin bir aracı olarak ulusal hükümetlerin gündeminden çıkıp, uluslarüstü kurumlar tarafından devralınması sürecidir. Din, AB politikalarını meşrulaştırmanın bir aracıdır. Avrupa Birliği'nin aidiyetinde -Avrupa Parlamentosu'nun bir alt komisyonunun aldığı bir karar ile de netlik kazanan- demokrasinin geleceğinin Yunan-Roma ve Yahudi-Hıristiyanlık'ta bulunan Avrupa kültürünün mirasında aranması, bu yöndeki din inşası/temeli vasıtasıyla, uluslarüstü yapılanmaya ilişkin gelecek olumsuz eleştirilere karşı bir manevra alanı sağlıyor. Dolayısıyla AB, din olgusunu, ulusal özellikler nedeniyle meydana gelebilecek muhtemel bölünmelerin üstünü örtmek amacıyla bir örtü gibi kullanıyor.
Nitekim Ortaçağdan bu yana Hıristiyanlık, din misyonu, Avrupa devletleri arasında önemli bir yapıştırıcılık işlevi görmüştür. 2. Dünya savaşı sonrası AB düşüncesi, gündemden çıkmaya yüz tutan Hıristiyanlığın yerine bir ikame vasıtası/yeni bir yapıştırıcı olma işlevini yüklenmiştir. Bu doğrultuda AB'nin kendisini, AB kimliğini, Hıristiyanlık temelinde tanımlama gayreti, AB'nin demokrasi ve çoğulculuk fikriyle çelişmiyor aslında. Zira, AB'nin farklılıkların bir aradalığı, demokrasi ve barış projesi adı altında sunduğu evrensellik, aslında Batı medeniyetinin ürünü olan değerlerden ibaret.
Tam da bu nedenle, AB için, Müslüman Türkiye, Hıristiyan AB'nin varlığını sürdürmesi için zorunlu ve bu nedenle idare edilmesi gereken bir "öteki"dir. Yani, Müslüman Türkiye sayesinde, Hıristiyan Avrupa anlam kazanıyor ve varlığını sürekli kılıyor. AB'nin kuruluşunda, 2. Dünya savaşı sonrası Avrupa'da geçerli olan hegemonik söylem (Anti-semitizm, Anti-nazizm, İslam karşıtlığı) ne oranda etkili olmuşsa, AB kurumlarının ve politikalarının oluşturulmasında Almanya'yı dizginlemek ne oranda öncelikli bir konu olmuş ise, AB, NATO aracılığıyla Amerikalıları Avrupa'da tutmanın, Rusları dışarıda tutmanın ve dolayısıyla Almanları baskıda tutarak Avrupa'yı tehlikelerden uzak tutmanın bir aracı, bir kısmi kapanma durumunu ne oranda temsil etmiş ise, günümüzde de Batılı kurum, kuruluş ve medya tarafından oluşturulan İslam imajının, İslam'a dair yapay karşıtlıklar kurulmasının nedeni, İslam aleyhinde bir kamuoyu oluşturma çabasıdır. Dolayısıyla Batı medyasının "ürettiği" indirgenmiş ve basitleştirilmiş İslam imajı, temelli bir ideolojinin ürünü olmakla birlikte, Avrupa'nın din temelindeki stratejik zihniyetinin bir aracıdır.
Tüm bu süreç, iktidarın hangi din vasıtasıyla dolayımlanacağını, çoğunluğu yakalama ve hegemonyayı meşrulaştırma sürecinin hangi din vasıtasıyla yapılandırılacağını belirleme/egemen kılma sürecidir. Dolayısıyla, medeniyetler çatışmasının yolunu açmayacağı gibi, Protestan ve/veya Kalvinist birikim rejiminin şekillendirdiği (post)modernizm sürecinde, medeniyetlerin farklılığına yaslanmak, yaşam biçimlerinin, alışkanlıklarının ve ritüellerinin farklılığına inanmak olsa olsa bir aldatmaca ya da standart(laştırılmış) bir tümelin yolunu açan bir yanılsamadır. (GG/TK)
* Gökhan Gökgöz, Gazi Üniversitesi Kamu Yönetimi Anabilim Sosyoloji Bilim Dalı Yüksek Lisans öğrencisi