Bursaspor ile Amedspor arasında 16 Aralık’ta oynanan karşılaşmanın ardından Bursaspor taraftarları, Kürt siyasetçi Leyla Zana’yı hedef alan cinsiyetçi ve ırkçı saldırılarda bulundu. Zana’ya yönelik sözel saldırılar, Ankaragücü ve Rizespor maçlarında da sürdü.
Türkiye Futbol Federasyonu (TFF), bugün yaptığı açıklamada tribünlerindeki “küfürlü tezahürat” gerekçesiyle Bursaspor’a 16 bin TL para cezası verdiğini duyurdu.
Zana’ya yönelik saldırılara iktidar kanadından gelen tepkiler cılız kınamalarla sınırlı kalırken, ana muhalefetin açıklamaları ise Zana’yı politik kimliğinden arındırarak “kadınlık” ve “annelik” rolleriyle tanımlayan bir dille sınırlı kaldı.
Sosyalist feminist ve Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) İstanbul Milletvekili Özgül Saki ile Leyla Zana’ya yönelik saldırıların Türkiye feminist hareketi ve yeni çözüm süreci bağlamında ne anlama geldiğini konuştuk.
“Meclis’te Kürtçe yemin etmesi hâlâ unutulmadı”
Yaklaşık bir haftadır süren saldırılarla ilgili neredeyse herkesin aklında aynı soru var: Neden Leyla Zana?
Savaş ve çatışma dönemlerinde, savaşan tarafın kendini meşrulaştırma biçimi, çoğu zaman kadın bedenini bir savaş alanı gibi kurması üzerinden işliyor. Neredeyse hiç şaşmadan, her seferinde karşımıza çıkan bir mekanizma bu. Bu bağlamda Leyla Zana’nın seçilmiş bir siyasal figür olarak hedef alınması asla tesadüf değil. Zana’nın 1991’de Meclis’te ilk Kürtçe yemini etmesi, aradan geçen onca yıla rağmen unutulmadı. Çünkü bu, Türkiye Cumhuriyeti’nin tekçi yapısına karşı bir Kürt kadının, güçlü bir siyasal öznenin, “cüret” olarak kodlanan bir eylemiydi.
Kürtçenin, Kürt kadınların ve Kürt halkının Meclis’teki varlığı meselesi hiçbir zaman toplumsal ve siyasal düzlemde tüm aktörlerle gerçekten yüzleşilerek konuşulmadı, bunun yerine Leyla Zana’nın şahsında bir yara olarak tutuldu. Bu yara, her çözüm süreci tartışmasında, her yeni girişimde egemenler tarafından yeniden kaşınan bir alan oldu.
Bugün Leyla Zana’ya yönelen saldırılar da tam olarak buraya oturuyor: Türkiye Cumhuriyeti’nin “üniter” yapısında gedik açmış bir Kürt kadın figüre yönelik tahammülsüzlük. Bu, kurucu akıl açısından hâlâ kabul edilebilir değil.

“Çözüm ihtimaline açılan alana doğrudan müdahale”
Saldırıların zamanlamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
AKP’nin 23 yıllık iktidarı boyunca muhalif siyaset, adım adım toplumsal karşılık üretemeyen, yalnızca siyasal düzeyde kalan bir hatta sıkıştı. Kürt Özgürlük Hareketi’ni bunun dışında tutuyorum, onların toplumsallığı bu çerçevenin dışında. Ancak sol, sosyalist ve sosyal demokrat siyaset açısından mücadele, çoğu zaman yalnızca üst düzey temsilciler arasında yürüyen bir siyasal rekabet gibi kaldı. Kürt meselesi de, ülkedeki diğer toplumsal sorunlar da bu biçimde ele alındı.
Buna bir de AKP’nin sendikalaşmayı neredeyse imkânsız hale getiren politikaları, örgütlenme ve ifade özgürlüğü üzerindeki yoğun baskılar eklenince, hiçbir meselenin toplumsal ilişkiler düzleminde örgütlenememesi gibi ciddi bir sorun ortaya çıktı. Kadın hareketi bu tabloyu kısmen aşan, toplumsallığı yeniden örmeye çalışan bir alan oldu; ancak muhalefetin geneli bu kadar daralmışken, kadın hareketinin de sınırları kaçınılmaz olarak ortaya çıktı.
Patriyarka, ırkçılık ve şovenizmin kesişimi
Tam da böyle bir dönemde, barış ve çözüm süreci tartışmaları gündeme geldi. Adı ne olursa olsun –iktidar “çözüm süreci” demese bile– ortada bir süreç var. Bu süreçte Kürt meselesinin tanınması ve siyasal çözüm gerekliliğinin utangaç da olsa kabul edilmesi, ulusalcı ve ırkçı reflekslerde ciddi bir rahatsızlık yarattı. Dünyanın genel olarak faşizan bir hatta kaydığı bir momentte, bu kesimler kendileri için geniş bir alan buldu. 19 Mart’ta sokakta atılan sloganları da hatırlarsak, bu gerilim bilinçli biçimde kışkırtıldı.
Dolayısıyla Leyla Zana’ya yönelik saldırı, çözüm ihtimaline açılan alana doğrudan bir müdahale ve bu müdahale yayılıyor. Ne yazık ki bu yayılmaya karşı verilen tepkiler, çoğu zaman siyasal temsilcilerin kınamalarının ötesine geçemedi. Oysa burada söz konusu olan patriyarkanın, ırkçılıkla ve şovenizmle birleşerek her adımda kadın bedenini yeniden hedefe koyma kapasitesi. Bu, yok saymanın bir adım ötesi ve daha büyük felaketlerin, hatta soykırım riskinin zeminini hazırlayan bir tehlikeyi içinde barındırıyor.
Buna rağmen duyduğumuz itirazlar çoğunlukla “Bir kadına, bir anneye bunu yapamazsınız” sınırında kaldı. Oysa mesele bundan çok daha ağır ve çok daha politik. Durumun ciddiyetinin yeterince kavranmadığını düşünüyorum. DEM Parti’nin bu konuda ikirciksiz bir tutum aldığı açık; ancak asıl mesele, bu ülkede gerçekten demokratikleşme isteyen, yeni sürecin demokrasiyle tamamlanmasını umut eden kesimlerin çok daha güçlü bir toplumsal tepki ortaya koyması gerektiğiydi. Eğer ilk günden bu ciddiyetle karşılık verilseydi, bugün bu saldırıların bu denli yayılmasını belki de konuşuyor olmazdık.

NEFRET SÖYLEMİNE SORUŞTURMA TALEBİ
TBMM'de ırkçılığa yanıt: "Leyla Zana onurumuzdur"
“Taraftar gruplarının galeyanıymış gibi ele alınması son derece tehlikeli”
Leyla Zana üzerinden kurulan siyasal saldırılar, Türkiye’de patriyarkanın işleyişi ve Kürt meselesiyle nasıl kesişiyor?
Kadını ikincil konuma kodlayan, onu özne olmaktan çıkarıp nesneleştiren her siyasal hareket, ister kurucu ister yıkıcı dönemlerde olsun, kendisini kadın bedeni üzerinden inşa ediyor. Bu tarihsel bir süreklilik. Bugün içinde bulunduğumuz geçiş sürecinde de çözüm karşıtları –ben buna açıkça kandan ve savaştan beslenenler diyorum– kendilerini yine kadın bedeni üzerinden tahkim ediyorlar. Bunu yaparken Türkiye’de patriyarkanın ne kadar güçlü ve işlevsel olduğunu çok iyi biliyorlar. Üstelik bu strateji güncel siyasal meselelerle doğrudan bağlantılı.
Eş başkanlık sistemini hedef alan, kadınların siyasette eşit temsiliyetini sistematik biçimde yok sayan büyük bir siyasal yapı var. Aynı zamanda “şiddete sıfır tolerans” söylemi kurup, cezasızlık politikalarıyla kadınlara yönelik şiddeti fiilen olağanlaştıran, kadın cinayetlerini siyasal değil bireysel vakalar gibi ele alan bir anlayış egemen. Bu anlayış, temenni ve iyi niyet açıklamaları dışında güçlü bir siyasal tutum almıyor ve şiddetin yapısal bir sorun olduğunu ısrarla görmezden geliyor. Ve ne yazık ki bu tablo AKP ile sınırlı değil.
Tam da bu nedenle statlardaki saldırıların, sanki taraftar gruplarının anlık bir galeyanıymış, gelip geçici bir taşkınlıkmış gibi ele alınması son derece tehlikeli. Bu saldırılar patriyarka, ırkçılık ve şovenizmle birleşmiş organize bir siyasal hattın parçası. Kadın hareketi ve feminist hareket bu meselenin ciddiyetini kendi bedeni üzerinden hisseden bir özne olarak elbette tutum alıyor. Ancak bu tutum kadın hareketiyle sınırlı kalamaz.
“Doğrudan bugünkü çözüm süreci tartışmalarıyla bağlantılı”
Eğer bu ülkede demokratikleşme adına gerçekten bir kapı aralanacaksa, bu kapının anahtarlardan biri de Leyla Zana’ya yönelik saldırı karşısında alınan tutumdan geçer. Kürt meselesinin siyasal çözümünü, eşitlik ve özgürlük temelinde bir toplumsal yaşamı savunduğunu iddia eden her siyasal ve toplumsal hareket, bu saldırı karşısındaki pozisyonuyla kendi inandırıcılığını ve güvenilirliğini testten geçiriyor. Çünkü bu tür saldırılar devam edecek, tarihsel ve güncel örnekler bunu açıkça gösteriyor.
Ancak saldırılar sürerken verilen güçlü bir toplumsal ve siyasal tepki, saldırının etkisini de, tekrar edilme cesaretini de azaltır. Bir yerde yapılır; ama ikinci kez yapılamaz hâle gelir. Bunun için öznesi olan, kararlı ve ilkesel bir tutum gerekir. Aksi halde Leyla Zana’nın hedef alınmasıyla başlayan bu hat; faili meçhul hafızasının, beyaz Torosların, geçmişin karanlık simgelerinin yeniden dolaşıma sokulmasıyla devam eder. Ve bu doğrudan bugünkü çözüm süreci tartışmalarıyla bağlantılı.
“Saldırılar münferit değil; sürecin sınırlarını test eden hamleler”
AKP Grup Başkanvekili Özlem Zengin saldırıları kınadı, Meral Akşener’in de Leyla Zana’yı aradığına dair haberler basına yansıdı. Açıklamaların ötesine geçmeyen cılız tepkiler, iktidarın saldırılar karşısındaki tutumuna dair ne söylüyor?
İktidarın bütünlüklü ve net bir tutum almaktan kaçınması son derece sorunlu. AKP’nin komisyon raporlarına bakıldığında, yüzeysel bir demokratikleşme dili kurulsa da Kürt meselesinin kök nedenlerine –sömürüye, eşitsizliğe, inkâra– bilinçli olarak girilmediği görülüyor. Bu tercihin kasıtlı olduğunu düşünüyorum.
Kürt meselesi yalnızca bu sınırlar içinde ele alınabilecek bir mesele değil. Bölgesel bir boyutu var ve bunun özellikle Suriye’yle doğrudan bağlantılı olduğunu görmek gerekiyor. AKP, Suriye sahasında bütün çabalarına rağmen aradan geçen onca zamana karşın ciddi bir yol alamadı. Ve bu süreçte Suriye sahasında da kolay manevra alanı bulacağını, SDG ile ilişkileri kendi lehine daha rahat şekillendirebileceğini varsaydı. Ancak bu hesapların sahadaki ve toplumsal karşılığı sanıldığı kadar basit değil.
Buna rağmen kendi raporunda bu meseleye ilişkin hâlâ “kırmızı çizgimizdir” notunu düşüyor. Süreci Suriye’ye bağlayan esas aktör AKP’nin kendisi; ama meseleyi genellikle Suriye’ye bağlanmasını Kürt hareketine atfeden bir söylem dolaşımda. Evet, meseleler ilişkili. Ancak bu bağı bir şart olarak rapora yazan, bunu resmî bir siyasal pozisyon haline getiren AKP. Ve tam da bu noktada ayak sürüyerek, bilinçli biçimde güven artırıcı hiçbir adım atmıyor.
Ne demek istiyorum? Hasta mahpusların serbest bırakılması, AİHM kararlarının uygulanması gibi adımlar için yeni bir yasal düzenlemeye dahi gerek yok. Bunlar sürecin güvenini güçlendirecek, toplumsal karşılığını büyütecek adımlar olurdu. Ama AKP bu adımları bilinçli olarak atmıyor. Bunları birer şantaj unsuruna dönüştürüyor: “Önce siz yapın, sonra ben bakarım” yaklaşımıyla hareket ediyor. Bu yüzden bu saldırılar münferit değil; sürecin yönünü, sınırlarını ve niyetini test eden hamleler. Ve bu testten kimlerin nasıl geçtiği, önümüzdeki dönemin kaderini belirleyecek.

“İktidarın tutumu ırkçı ve şoven saldırıların alanını genişletiyor”
Nasıl bir belirleyenden bahsediyorsunuz?
AKP’nin bu konudaki tutumu ırkçı ve şoven saldırıların alanını genişletiyor. Az evvel belirttiğim gibi, Komisyon raporunda da somut hiçbir şey söylemeyerek, net bir irade ortaya koymayarak bu alanı fiilen kendisi açıyor.
Değindiğimiz üzere, Leyla Zana’ya yönelik saldırı sonrası Meral Akşener’in ona telefon açması meselesi de bu bağlamdan ayrı düşünülemez. Meral Akşener, faili meçhul hafızasının ve devlet şiddetinin baş aktörlerinden biri. Bu nedenle attığı adımı, bu süreçle gerçek bir yüzleşme değil, kendi siyasal pozisyonunu yeniden hatırlatma çabası olarak görüyorum. Meseleyi kendi açısından araçsallaştırılıyor.
Keza Özlem Zengin’in açıklamasına bakarsak, yoğun eleştirilerden sonra ve gecikmeli olarak geldiğini görüyoruz. Çünkü Leyla Zana’ya güçlü bir biçimde sahip çıkmak, 1991’de Kürtçe yemin etmiş, Diyarbakır Cezaevi hafızasını taşıyan, Türkiye Cumhuriyeti açısından hâlâ “rahatsız edici” bir siyasal figürü sahiplenmek demek. Üstelik bugün Leyla Zana, onca deneyimin ardından “başka türlü bir çözüm mümkündür” diyerek barışı işaret ediyor.
AKP açısından Leyla Zana’ya yönelik saldırılara güçlü bir biçimde karşı çıkmak, sürecin siyasal ve toplumsal tüm düzeylerde çözülebileceğini kabul etmek anlamına gelir. Oysa raporları ve eylemleri bunu söylemiyor. AKP, en azından bunu erken söylemek istemiyor. Kürt siyasal hareketinin varlığını, özne olarak tanınmasını, devlet aklının hiçbir düzeyinde kabul etmek istemiyor.
Özetle AKP’nin yaklaşımı şu: Mehmet Uçum’un da yazdığı gibi, “Memlekete sosyalizm de lazımsa biz yaparız, Kürt meselesinin çözümü olacaksa da bizim çizdiğimiz sınırlar içinde, bizim öngördüğümüz biçimde olur. Bu harita ve çizgi kabul edilmedikçe, muhalefetten ya da toplumsal kesimlerden gelen hiçbir şeye güçlü biçimde sahip çıkmayız”.
Bu noktada şunu net söylemek gerekiyor: Barış ya da çatışma çözümü dediğimiz şey, iktidarın iki dudağı arasına bırakılabilecek bir süreç değildir. “Bakalım iktidar ne yapacak, ne diyecek” bekleyişiyle bu süreç ilerlemez. İnisiyatif almak gerekir. CHP’den sosyalist harekete, sendikalardan toplumsal hareketlere kadar herkesin bu inisiyatifi üstlenmesi gerekir. Ancak bugün baktığımızda, bu inisiyatifi gerçekten alan yegâne hat kadın örgütleri, feminist mücadele ve Kürt hareketi. Bu çok ciddi bir risk alanı. Burada da yine kadınlar inisiyatif alacaktır, buna kuşku yok. Ama bekleyen değil, özne olan, yön veren bir hat kurulmazsa, önümüzdeki sürecin son derece korkutucu bir yere evrilme ihtimali var.
Özgül Saki kimdir?

Sosyalist feminist, DEM Parti İstanbul Milletvekili.
Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Eğitim Fakültesi Fizik Bölümü’nü bitirdi. Kocaeli Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde yüksek lisans yaptı.
Uzun yıllar fizik öğretmeni olarak çalıştı.
1967, Zonguldak-Çaycuma doğumlu. (TY)
















