| ||||||||
19. yüzyıl, milliyetçiliğin etkisiyle Balkanlar'da birçok yeni devletin ortaya çıktığı, yeni kurulan ve nüfusunun çoğunluğu ortodoks olan her devletin aynı zamanda kendi ulusal kilisesini kurduğu, böylece Rum Patrikhanesi'nin de geçmişten gelen gücünün sarsıntı geçirdiği bir döneme işaret eder.
Bu nedenle yüzyıllardır varoluş dayanağının doğal sonucu olarak Patrikhane, artık farklı ulus-devletleri oluşturan ortodoks topluluklar arasında dini birliği muhafaza edebilmek, teolojik konularda türdeşliği sağlayabilmek amacıyla, kendi himayesinde ve milliyetler üstü bir anlayışla ruhbanını yetiştirebileceği bir ilahiyat okulunu kurmayı planlar. Bu yolda ilk adımı Patrik IV. Yermanos atar ve Heybeliada'da Umut Tepesi'nde Bizans döneminden kalma Aya Triada Manastırı'nda, 1844 tarihinde HRO'yu açar.
Okula, I. Dünya Savaşı sırasında geçici olarak askeri nedenlerle el konur, cumhuriyetin ilanından sonra da istimlâk tehdidine maruz kalır. 1940'lı yıllara kadar süren davalar sonucunda okul, Patrikhane adına kaydedilir.
1947'de Patrikhane HRO'yu bir yüksek okul haline getirmeyi amaçlar ve ders programında değişiklikler yapılması, yabancı öğretmen ve öğrenci getirilebilmesine izin verilmesi talebiyle, Milli Eğitim Bakanlığı'na başvurur. Bakanlıklararası bir komisyonca incelenen yüksek okul olma isteğine getirilen yorum, yarım yüzyıl sonra ülkenin gündemine tekrar geleceği için oldukça ilginçtir:
"Bu talep her şeyden önce 16 yerli talebesi bulunan bir okul hakkında vaki olduğuna göre evvelâ hakiki bir ihtiyaç mahsulü değildir... 4936 sayılı kanunda üniversitelerle üniversitelere bağlı olmayarak açılacak fakülteler devlet eli ile ve kanunla kurulabilir denilmektedir...Bu bakımdan ileride hakiki bir ihtiyaçla karşılaşırlarsa bu ihtiyacın ilahiyat fakültesine bir ortodoks kürsüsü ilâvesi suretiyle temin edilmesi düşünülebilir."1950'de iktidar değişip, Menderes başbakan olunca, azınlıklar açısından yeni bir dönem başlar. DP'nin iktidarının ikinci yılında, Milli Eğitim Bakanlığı'nın emriyle, okulun varolan üç sınıflı kısmına bir sınıf ilave edilerek, "Teoloji İhtisas Okulu" olarak derecelendirilmesi sağlanır. Yani "yüksek okul" denilen kısım bir yıllık bir eğitimi kapsamaktadır. Öğrencilerin büyük bir kısmı Patrikhane'nin yetki alanındaki bölgelerden gelir. 1951'deki değişiklik sonrasında hükümetin izniyle, Etiyopya Kilisesi, Anglikan Kilisesi gibi değişik kiliselerden gelenler de okulda eğitim görme olanağına kavuşurlar.
HRO'nun faaliyetlerini sürdürdüğü dönem boyunca müdürü metropolitler arasından atanır ve aynı zamanda okulun içinde bulunduğu Ayia Triada Manastırı'nın da sorumlusudur. Azınlık okullarında ve özel okullarda uygulandığı üzere bir kurucu atanması uygulaması burada da sürer, aynı zamanda müdür de olan metropolit, kurucu olarak atanır. Ancak 1960'ta, varolan kurucunun ölümünden sonra bir daha böyle bir atama yapılmaz.
1963'te başlayan, 1964-1965 yıllarındaki Türkiye-Yunanistan gerginliğinden HRO da payını alır. Menderes döneminde başlamış olan, Türkiye büyükelçiliklerinden HRO'ya gelmek için başvuran öğrenci adaylarına soruşturma yapmaksızın vize verme uygulaması 1963'te kaldırılır. Bu dönemdeki resmi yazışmalarda ilk defa, HRO'nun Yunanistan'a karşı koz olma özelliği vurgulanır.
1932-37 arası, okul 65 öğrenci ile üçü Türk olmak üzere 15 öğretmene sahiptir. 1949'da tümü TC vatandaşı 16 öğrenci; 1962'de 11'i TC vatandaşı 81 öğrenci; 1963'te 12'si TC vatandaşı 76 öğrencisi vardır. 1968 yazındaki mezun sayısı yalnızca dörttür. Faaliyette bulunduğu 127 yıl içinde, 930 mezun verir. Bunlardan 343'ü episkopos olur. Episkoposlardan 12'si patriklik makamına kadar yükselir.
1965 tarih ve 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu'nun bazı maddelerinin 1971'de Anayasa Mahkemesi'nce iptali üzerine, 12 Ağustos 1971 tarihinde "gizli" bir yazıyla okulun yüksek kısmı, 9 Temmuz 1971'den geçerli olmak üzere kapatılır. Bir süre önce, Patrik Athinagoras Başbakan Nihat Erim'e, 1 Temmuz 1971'de bir mektup göndererek, okulun 625 sayılı kanunun yürürlüğe girmesinden çok önce açıldığını, bir "meslek okulu" olmaktan öteye geçmediğini, bir özel yüksek okul telakki edilemeyeceğini anlatmış, ilgi ve himayesini talep etmiştir.
Okula tayin edilen kayyımlık, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi üyelerinden Prof. Dr. Ömer İlhan Akipek'i avukat olarak tutar, o da Danıştay'a bu idari tasarrufun iptali isteğiyle, 17 Kasım 1971'de özetle şu gerekçelere dayanarak dava açar:
1-Bu okul, Lozan'ın 40. maddesi kapsamına giren okullardandır.Okulun kayyımlığı, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi üyelerinden Prof. Dr. Hicri Fişek'e de bir mütâlaa hazırlatır. Fişek de, 10 Şubat 1972 tarihli mütâlaasında, Özipek'in savunmasındaki ifadelere benzer ifadelerle, özetle şunlara yer verir:2-Teoloji bölümünü bitirenlere verilen diplomalarda yer alan, "lise üzerine en az bir yıllık meslekî tahsil veren okullar derecesinde öğrenim görmüş sayılırlar" ibaresi dışında, TC Lise Diploması ile Teoloji Bölümü Diploması arasında hiçbir fark yoktur.
3-Okulun teoloji bölümü mezunları bu sıfatla vatanî görevlerini lise mezunları gibi er olarak yaparlar.
4-Öğrenimlerine üniversitede devam etmek isteyenler, lise mezunları gibi giriş sınavına tâbi tutulurlar.
5-Bu bölüm mezunları ancak rahiplik mesleğine kabul olunurlar.
6-Okul, 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu'na göre kurulmuş olmayıp 1844'ten beri faaliyet göstermektedir. Zaten, okulun yönetmeliğinin onaylandığı tarihte yürürlükte olan mevzuata göre özel yüksek okul açılamazdı.
7-Kapatılan bütün özel yüksek öğretim kurumlarının, öğrencilerinin öğrenimlerine devam edebilmeleri amacıyla, mevcut üniversite ve akademilere bağlanmalarına rağmen HRO'nun hakkında böyle bir işlem yapılmamış olması, kanun koyucunun bu okulu bir yüksek okul olarak görmemiş olduğunun açık bir delilidir.
1-Okul kapatıldığı zaman, 625 sayılı yasanın iptal edilmemiş olan 25. maddesinde belirtilen bir azınlık okulu olarak işlemektedir. Bu madde Lozan'ın 40 ve 41. maddelerine atıf yapar. Bu uygulama, 625 sayılı yasanın bazı hükümlerinin iptali Türk vatandaşlarının orta dereceli okullarının kapanmasına yol açmadığı cihetle Lozan'da belirtilen eşitlik ilkesine aykırı olacaktır.Danıştay'a açılan dava, Patrikhane'nin tüzel kişiliği olmadığı, yargıya başvurma ve okul açma ehliyeti bulunmadığı gerekçesiyle reddedilir.2-Lozan gereği azınlıkların dînî ayinlerini icra etmeleri serbest olduğuna göre, bu din adamının yetiştirilmesini de zorunlu kılar. 40. madde de, "her türlü okul vesair öğretim ve eğitim kurumları açmasını" hükme bağladığına göre, bu azınlıkların din adamı yetiştirecek okul açması laiklik ilkesini, laik devletin din okulu açmasından daha az zedeleyecektir.
3-Okul diplomaları, diğer lise diplomaları gibi okul müdürü ve Milli Eğitim Müdürü tarafından imzalanmaktadır. Oysa aynı devirde verilen özel yüksek okul diplomalarını okul müdürü ve Milli Eğitim Bakanı imzalamaktadır.
4-Bu diplomanın üniversite ya da yüksek okul diplomasının sağladığı hakları sağlamayacağı, okulun Milli Eğitim Bakanlığı'nca tasdik edilmiş olan yönetmeliğinde açıkça belirtilmiştir.
Bu tarihten itibaren okulun sadece genel lise kısmı eğitime devam eder. Ancak cemaatin azalmasına paralel olarak öğrenci sayısı da gittikçe azalır. Patrik Dimitrios, Milli Eğitim Bakanı'na yazdığı 4 Ağustos 1984 tarihli mektubunda, okul için önerilen kurucu adaylarının reddolunduğunu, bu nedenle resmî yazışmaların ve SSK işlerinin takip edilemediğini, bunlardan doğan hukukî davalarda bir avukat bile tutup kendisini savunamadığını, davaların gıyapta sonuçlandığını, tazminatlara mahkûm olunduğunu ve sonuçta da okulun mallarına haciz uygulandığını dile getirir; okulun müdürünün de yıllardır tayin edilmediğini, bu nedenle eğitim ve ve disiplinin aksadığını, öğretmen tayinlerinin de yapılmamasından dolayı fiilen eğitimin de gerçekleşmediğini ekler, bunun sonucunun da halen okuldaki öğrenci sayısının dörde inmiş olması ile görüldüğünü belirtir. Sonuç olarak da okulun kapatılmasını talep eder. Ancak bu istek "karşılıklılık" ilkesi gereğince kabul edilmez.
Konunun, Patrik Vartholomeos döneminde Patrikhane'nin en acil sorunlarından biri haline gelmesinden sonra Patrik, 4 Nisan 1996'da Başbakan Mesut Yılmaz'a bir mektup yazarak, Patrikhane'nin ruhban ihtiyacını dile getirir, okulun kapatılmasıyla birlikte adayların eğitim için yurtdışına gönderilmeye başlandığını, ancak bunun beklenen sonucu vermeyip, yeni sorunların doğmasına yol açtığını belirterek okulun açılmasını talep eder.
Özellikle ABD'den ve AB'den gelen baskılar sonucunda okulun açılması konusunun, Dışişleri Bakanlığı'nın "dış ilişkilerimiz açısından yararlı olur" tavsiyesi üzerine MGK gündemine alındığı ve bir formül arandığı basında yer alır. ABD'nin de "Türkiye'deki genel yüksek öğretim düzenlemeleri kapsamındaki bütün okullar gibi kurallara bağlansa da, günlük işleyişinde gerekli serbestiye sahip bir Ruhban Okulu uygulaması" istediği, dile getirilir.
Başbakanlık'ın 3 Eylül 1999 tarihli isteği üzerine Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK), 14 Eylül 1999 tarihli toplantısında, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi bünyesinde, bir "Dünya Dinleri Kültürü Bölümü"nün kurulmasına karar verir. Kuruluş işlemlerini yürütme görevi verilen Prof. Dr. Zekeriya Beyaz, gayrimüslim cemaatlerin ruhanî liderlerine 14 Aralık 1999'da gönderdiği bir mektupla, öneri ve manevi desteklerini ister. Ancak cemaatler ve ruhanî kurumlar bu formüle ilgi göstermezler ve konu ortada kalır.
2002'de AKP'nin iktidara gelişiyle birlikte, yeni hükümet üyeleri sık sık okulun açılmasında bir sakınca olmadığını, "yakında" adım atılacağını belirtirler. Ancak bugüne kadar bir gelişme olmaz.
Okulun açılmasını istemeyenler birkaç gruba ayrılabilir. Bunların ilki, Türkiye'nin Rum Patrikhanesi'ne yönelik, bugüne kadar izlediği politikanın belirlenmesinde etkin oldukları ya da bu politikaları destekledikleri anlaşılan kesimlere göre HRO, Patrikhane'nin hatta Megali İdea'nın "Harp Okulu"dur. Dolayısıyla Türkiye'den, Yunanistan'ın kendisine yönelik bu yayılmacı ideolojisini besleyecek din adamları yetiştirmesine izin vermesi beklenemez. Bu nedenle izin vermeme politikası, Patrikhane'ye karşı izlenen "yok etme" politikasıyla tutarlıdır.
Patrikhane, okul kapatıldıktan sonra, ruhban ihtiyacını karşılamakta acze düşmüş, bu konuda Yunan Kilisesi'ne bağımlı hale gelmiştir. Oysa bu durum, yukarıda sözü edilen politikaları üretenlerin istediğinin tam da zıddı bir durumdur.
Cemaati hızla azalan Patrikhane, din adamı olmak isteyen genç bulmakta gittikçe zorlanmakta, bulduklarını genellikle Selanik İlahiyat Fakültesi'ne göndermekte, bunların da bir kısmı geri dönmemektedir. 1923 tarihli, patrik adaylarına Türkiye vatandaşı olma zorunluluğu getiren İstanbul Valiliği tezkeresi nedeniyle, muhtemel aday sayısı her geçen gün azalmaktadır. Böylece, bu "tutarlı" politika sayesinde belki de 30-40 yıl içinde Patrikhane'nin patrik adayı bulamayıp "kendiliğinden" yok olacağı hesaplanmaktadır. Bu ödün vermez politikanın yanı sıra, aynı kesimlerce zaman zaman konunun, Batı Trakya Türkleri'nin sorunlarını çözmek amacıyla, Yunanistan'la "karşılıklılık" ilkesi çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiği de dile getirilmektedir. Bu konuda dışarıdan eleştiri geldiğinde, Patrikhane'nin bir "Türk kurumu" olduğu söylemi kullanılmakta, dolayısıyla konunun Türkiye'nin bir "iç işi" olduğu vurgulanmaktadır.
Görüldüğü üzere bu kesimler, Megali İdea'nın 1922 yenilgisinden sonra tarihin çöplüğünde yerini aldığını, artık Yunan dış politikasının hedefi olmaktan çıktığını bilmemekte ya da öğrenmek istememektedirler. Ayrıca varolan durumda, bu "Türk kurumu"nun ruhban adaylarının Türkiye dışında eğitim görmelerinden, orada "tehlikeli" ideolojilerle tanışmalarından bir rahatsızlık duymamaktadırlar. İkincisi, bu "Türk kurumu"nun Yunanistan'a karşı, sanki "yabancı" bir kurummuş gibi, "karşılıklılık" ilkesi çerçevesinde kullanılmasını isteyebilmektedirler. Oysa, Lozan'da bu anlamda bir "karşılıklılık" ilkesi mevcut değildir. Antlaşmanın 45. maddesine gönderme yapılarak hatırlatılan bu durum, aslında sadece bu maddeden önce Türkiye'dekiler için sayılan azınlık haklarının, Yunanistan'da da aynen geçerli olduğu, onu da bağladığı anlamına gelmektedir. Lozan, Yunanistan ve Türkiye arasındaki bir ikili antlaşma değil, uluslararası bir antlaşmadır. Yani taraflar bütün imzacılara karşı sorumludurlar. Dolayısıyla, Türkiye ve Yunanistan'dan birinin, kendi vatandaşlarına uyguladığı ayrımcılıklar ve hak ihlalleri, diğerinin de kendi vatandaşlarına benzer yaptırımlar uygulamasının gerekçesi olamaz. Zaten karşılıklılık ilkesinin böyle yorumlanması uluslararası hukuktaki, bu ilkenin "insan haklarına aykırı uygulanamayacağı" ilkesine de aykırıdır.
Bazı karar vericilerde, İmam-hatiplerin bu kadar gündemde olduğu bir dönemde, hıristiyanlara ruhban okulu açma izni verilmesinin İslamî bir muhalefet doğmasına yol açacağı kaygısının mevcudiyeti de bir sır değildir. Ancak, çok temel bir fark gözden kaçırılmaktadır ki, Hıristiyanlıkta bir ruhban sınıfı vardır ve hıristiyanların bunlar olmaksızın ibadeti söz konusu değildir. İmam-hatipler, İslamiyet'te ruhban sınıfı olmamasından dolayı, bu amaçla değil, farklı beklentilerle kurulmuş okullardır. Örneğin eski başbakanlardan Erbakan, bu okulların "arka bahçeleri" olduğunu dile getirmişti.
Korkulan konulardan biri de, okul haksız yere kapatıldığından, herhangi bir yasal değişikliğe gidilmeyip okul eski statüsü ile açılırsa, Patrikhane'nin tazminat hakkı doğacak olmasıdır.
Teorik olarak, belli bir dinin eğitimi ve din adamı formasyonu, genellikle o dinin ve mezhebin görevlilerince idare edilen okul ve fakültelerde verilir. Laiklik ilkesinin uygulanışı bakımından Türkiye ile büyük benzerlikler gösteren Fransa'da bu sorun, büyük ölçüde 9 Aralık 1905 tarihli kanunla çözülmüş ve kilise ile devletin düzenleme alanları ayrılmıştır. Bu kanuna şu ilkeler hakimdir: Cumhuriyet, vicdan özgürlüğünü kabul eder ve ibadet özgürlüğünü güvence altına alır. Cumhuriyet hiçbir dini grubu tanımaz ve bunlardan hiçbirine mali yardım ve maaş vermez. Fransa'da, dini okulların örgütlenmesi, devlet denetimi saklı kalmak üzere tamamen dini gruplara ve mezheplere bırakılmıştır. (Alsace-Lorraine bölgesi istisna)
Laik bir devlet bünyesinde ilahiyat fakülteleri bulunması, halkın çoğunluğunun müslüman olduğu ve laiklik ilkesini benimsemiş Türkiye'ye özgü bir durumdur. Oysa, ortodoks ilahiyat eğitimi, basit bir ders düzeninden ibaret olmayıp günün muhtelif saatlerinde ayinlere katılmak ve oruç dönemlerine riayet etmek gibi karmaşık ibadetleri de içermektedir. Diğer yandan, mevcut ilahiyat fakülteleri, esasen İslam dini konusunda eğitim veren ve bu din üzerine araştırmalar yürüten kurumlardır. Bir ortodoks ilahiyat okulunun böyle bir kurumla iç içe yaşaması, sakıncalar doğurabileceği gibi mevcut ilahiyat fakültelerinin kütüphane vb. gibi altyapıları da, böyle bir bölümü sürdürmeye yeterli değildir.
Çözüm, bu okulun bir "Patriklik semineri" olarak anlaşılmasından ve denetimi MEB'de olmak kaydıyla, yönetiminin tamamen Patrikhane'ye bırakılmasından geçmektedir. Bu durumda diploması, bazı istisnalar dışında (patrik adayı, ilgili alanda akademisyen veya din dersi öğretmeni olabilmek vb.) resmen tanınmayabilir.
Rum azınlık mensuplarının sayısının çok azalmış olması nedeniyle, Ruhban Okulu'na Türkiye'den başvurabilecek öğrenci sayısı da fazla olmayacaktır. Oysa Patrikhane'nin ekümenikliği nedeniyle, okulun Türkiye dışındaki ortodokslardan rağbet görmesi büyük ihtimaldir. Okula yabancı öğrenci kabul edilmesi de bu nedenle gereklilik arz etmektedir. Patrikhane doğal olarak ruhani yönetimi altındaki dünyanın çeşitli bölgelerinden öğrencilerin gelmesini isteyecektir. Hatta, onun yönetimi altında olmasa da, Ortodoks ilahiyatını öğrenmek isteyecek farklı kilise mensupları da muhtemel öğrenci adayları arasında yer alacaklardır. Nitekim 1964 yılında yasaklanıncaya kadar durum böyleydi.
Hükümet iradesini, okulu açma yönünde defalarca açıklamış bulunuyor. Artık sorun açılma-açılmama aşamasından çıkmış ve hangi formülle açılacağı noktasına ulaşmıştır. Bugüne kadar olan eğilim ki uzun süredir gündemdedir hatta bundan önceki hükümet döneminde eğilimin bu yönde olduğu da anlaşılıyordu; Ruhban Okulu'nun, bir devlet üniversitesinin ilahiyat fakültesine bağlanması... Oysa Patrikhane baştan beri bu formüle sıcak bakmamış, kendi yönetimi altında olacak, müfredatını ve öğretmenlerini kendisinin belirleyeceği bir statü talep etmiştir.
Şimdiki hükümet ise, kendinden önceki hükümet döneminde ortaya atılan ancak taraflara büyük sorunlar çıkaracağı da kesin olan bu formülden uzaklaşarak, YÖK sistemi içinde yer alacak bir ruhban okulu yerine Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı olacak özel statülü bir okul formülüne meyletmektedir.
Ortodoks dünyasında bir ruhaninin yükselip episkopos olabilmesi, ancak bir ilahiyat fakültesini bitirmesine yani en azından dört yıllık bir yüksek öğretim almış olmasına bağlıdır. Ruhban ihtiyacının karşılanmasının bireysel özgürlükler/haklar çerçevesinde değerlendirilmesi gerekir. Dolayısıyla bunun hukukî temelleri bunca uyum paketinden sonra artık, azınlıklara verilen "pozitif haklar"da değil, ülkedeki herkes için geçerli olan bireysel haklarda yani "negatif haklar"da aranmalıdır.
1923 Lozan Barış Antlaşması'nın 40. maddesi, bu konu ile doğrudan ilgilidir:
"Müslüman-olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları, hem hukuk bakımından hem de uygulamada, öteki Türk uyruklarıyla aynı işlemlerden ve aynı güvencelerden [garantilerden] yaralanacaklardır. Özellikle, giderlerini kendi ödemek üzere, her türlü hayır kurumlarıyla, dinsel ve sosyal kurumlar, her türlü okullar ve buna benzer öğretim ve eğitim kurumları kurmak, yönetmek ve denetlemek ve buralarda kendi dillerini serbestçe kullanmak ve dinsel ayinlerini serbestçe yapmak konularında eşit hakka sahip olacaklardır."HRO, burada sözü edilen anlamda hem bir "dinsel kurumdur" hem de "her türlü okul" kategorisine girer. Önemli bir uluslararası hukuk ilkesi ise "antlaşmanın taraflarından birinin, kendi iç hukukunun hükümlerini öne sürerek antlaşmayı uygulamaktan kaçınmayı meşru kılamayacağı"dır. Bu nedenle, Türk yüksek öğretim sistemine egemen olan laiklik ilkesiyle bağdaşmazlık nedeniyle dogmatik eğitim veren HRO'nun hem kapatılmasının hem de açılmamasının, uluslararası hukukta bir çelişki oluşturduğu aşikârdır.
Unutulmaması gereken bir başka nokta da, laik bir devletin din adamı yetiştiremeyeceği veya yetiştirmemesi gerektiğidir. Bu nedenle doğru olan, devletin gözetimi ve denetimi altında, her hıristiyan cemaatin kendi ruhbanını, parasını cemaatinden toplayarak ve elbette müfredatını belirleyerek, kendisinin yetiştirmesidir. Dünyadaki laik uygulama budur. Onlar bunu isterlerse tek bir çatı altında beraberce de gerçekleştirebilirler. Türkiye'nin okullarındaki zorunlu din derslerinde "resmî İslamı" anlatması gibi, şimdi de ilahiyat fakültelerinde "resmî Hıristiyanlık"ı öğretme isteği, laik düzenle bağdaşmayan bir ısrardır.
Türkiye'deki hıristiyanların ruhban ihtiyacı sorunu artık acil bir sorun haline gelmiştir. Lozan'ın 40. maddesinden dolayı da Türkiye'nin ayrı bir yasal düzenlemeye ihtiyacı yoktur. Bu yapılmadığı takdirde, AİHM'ye başvurup Türkiye'yi mahkûm ettirme ihtimalleri yüksektir. (EM/TK)