Bunlardan en ilginci dış politikasını neredeyse ABD güdümünde yürüten İngiltere'nin başbakan yardımcısı Prescott'un Katrina ile Kyoto Protokolü arasında doğrudan bir ilişki kurarak, ABD'nin protokolü imzalamamasını eleştirmesi oldu. Tabii bu çıkışta iklim değişikliklerinin en büyük muzdariplerinin ada devletler olacağı gerçeğinin de etkisinin büyük olduğu söylenebilir. Her şeyden önce ise sıradan halkın gözünde çevresel konulardaki duyarlılıklar, biraz da ilerde meydana gelebilecek yeni doğal felaketlerin korkusuyla, daha fazla meşruiyet kazandı. ABD başkanı W. Bush'un deyimiyle yeni "fesat" kaynağının iklim değişiklikleri sonucunda meydana gelebilecek felaketler olabileceği de daha yüksek sesle telaffuz edilmeye başlandı.
Kyoto Protokolü , bilindiği gibi sera etkisi yaratan gazların salınışında belirli bir süre içerisinde belirli ölçülerde indirime gidilmesi konusunda belirli bir eylem planıdır. Bu protokolde belirsiz olan ise bu işin nasıl yapılacağına dair prosedürler, pek fazla bilinmeyen ise Kyoto Protokolü'nün mekanizmalarıdır.
Genel kabul görmüş düşünceye göre Kyoto Protokolü geleceğimizi kurtaracak formülü içeren panzehirdir. Evet, doğrudur: Dünyada sera gazı etkisi yaratan gazların, ve özellikle de karbon(dioksit)in salınışı normalin kat kat üstündedir. Bu şekilde giderse de bilimsel modellemelerin gösterdiği gibi iklim değişiklikleri yaşanması sonucunda ileride oldukça ciddi problemlerle karşılaşılacaktır. Kyoto Protokolü bu anlamda ileriye doğru atılmış iyi niyetli bir adim olsa da protokol ile hedeflenen sera gazı salınışları duvara karşı bodoslama 150 kilometre hızla giden bir arabanın hızını 130 kilometreye düşürmesi olarak değerlendirilebilir. Zira, iklim değişikliklerinin etkisini durdurma konusunda, en azından önümüzdeki yüzyıl için, geç kalındığı da bu modellemeler sonucunda açığa çıkmış durumda.
Söylem ve gerçek
Tüm önemli hedeflerine rağmen, protokolün nasıl yürütüleceğine ilişkin uluslararası mekanizmalar işin boyutunu değiştirmektedir. Kyoto Protokolüne işlerlik kazandırması amacıyla kabul edilen mekanizmalarının tek bir hedefi vardır: Protokolün maliyetini düşürmek.
* Bu mekanizmalardan ilki emisyon (veya karbon) ticaretidir. Protokole göre, "kirletici" olarak adlandırılan bütün ülkelere 1990 yılı salınış seviyelerine binaen emisyon kredisi verilmiştir, ve bu krediler ülkeler içindeki çeşitli endüstrilere yaptıkları kirletiş miktarlarına göre (en çok kirletene daha çok kredi şeklinde) dağıtılmıştır.
Bu mekanizma sayesinde, limit emisyonunu geçen, yani atmosfere salabileceğinden daha fazla salınış yapan bir firma, gidip atıl durumda olan, yeteri kadar salınış yapmayan başka bir firmadan parasını ödeyerek emisyon kredisi alabilir. Yani atmosfere yapılan salınışta bir azalma yoktur ama bu mekanizma sayesinde atıl olan firma "hava"dan para kazanmaktadır. Böylece endüstri çarkı dönmekte, çevresel nedenlerden ötürü üretim durmamaktadır.
* İkinci mekanizma, temiz kalkınma mekanizmasıdır. Bu mekanizmaya göre, yine limitinden çok salınış yapan bir firma, emisyonunu düşürmek yerine gidip gelişmekte olan ülkelerden birindeki çevresel bir projeye katkıda bulunabilir. Böylece yaptığı bu katkıdan dolayı yeni emisyon kredileri kazanır. Firma, atmosfere gönderdiği salınışta azalma olmamasına rağmen, kendini iyi hissetmekte, neden olduğu kirlilikten doğabilecek suçluluk duygusu ise birazcık olsa da hafiflemektedir, ne de olsa "çevresel" bir projeye katkıda bulunmaktadır.
* Üçüncü mekanizma, ortak uygulama mekanizmasıdır. Bu mekanizma bir önceki mekanizmanın aynısıdır, ama kirletici firma gidip de gelişmekte olan ülkeyle uğraşmasın, zengin ülkeler kendi aralarında paslaşsın, harcanacak para da birbirlerine kalsın diye (miras aile içinde kalsın misali) gelişmiş ülkeler arasındaki projeler için uygulanmaktadır.
Gene Dünya Bankası ve zenginlerin yararı
Protokolün mekanizmalarının uygulanabileceği projeler ise büyük oranda Dünya Bankası'nın sağladığı karbon fonları tarafından desteklenmektedir. Dünya Bankası'na göre bu projeler ağırlıklı olarak rüzgar ve güneş enerjisi, yakıt hücreleri gibi yenilenebilir enerji ve alternatif teknolojiler üzerine yoğunlaşacaktır. Ama uygulama aşamasında işin rengi değişmektedir.
Özellikle temiz kalkınma mekanizması projeleri ve sonuçlarına dikkat çeken bir sivil toplum kuruluşu olan CDMWatch 'a göre, yürütülmekte olan temiz kalkınma mekanizması projelerinin yoksul ülkelerin ve yoksul kesimlerin yararından çok, daha zengin addedilen gelişmekte olan ülkeler üzerinde yoğunlaştığı, sürdürülebilir kalkınma veya yoksulluğu azaltacak projelerde değil; daha çok kimyasal tesislerden, kömür madenlerinden veya toprak dolguları projelerinden dolayı açığa çıkan gazların azaltılması işlerine yöneldiği iddia edilmektedir.
Zira, Dünya Bankası yürütülmekte olan 226 petrol, gaz ve kömür projesine 22 Milyar dolar yatırım yaparken, 36 yenilenebilir enerji veya verimlilik projesine yapılan yatırım sadece 1 milyar dolardır. Petrol veya gaz projelerinin sonucunda ortaya çıkan 40 milyar tonluk karbondioksit salınışı ise 1999 yılındaki insan kaynaklı salınışların neredeyse iki katını oluşturmaktadır.
Kısacası, protokolün amacının daha çok ticaret mi, yoksa daha az sera gazı salınışı olduğu anlaşılamamakta, Dünya Bankası'nın desteklediği projelere bakınca da protokolün nasıl yürütüleceği konusundaki öncelikli düşüncenin çevresel değil ekonomik olduğu ve bu protokolün işlerliğinin gözüktüğü kadar da masum olmadığı sonucu ortaya çıkmaktadır.
Her şeyden önemlisi ise, bu mekanizmalar kirleticiler için bir çeşit "kirletme lisansı" sağlayarak bu firmalara işin kılıfına uydurulması hakkını vermektedir. Her şeyi bir kar mekanizması olarak gören kapitalist toplumlarda, ne yazık ki, bunun tam tersini düşünmenin biraz safdillik olacağı de aşikar.
Peki bu mekanizmaların uygulamaları nasıl yapılmaktadır ve kazanılan emisyon kredileri nasıl hesaplanmaktadır? İşte bu soruların cevabini yine kirleticiler vermektedir. Kazanılan emisyon kredisi, proje olmadan önceki potansiyel emisyonun, firmanın çevresel projeye yaptığı katkıdan sonraki emisyon arasındaki fark olarak hesaplanmaktadır. Pek tabii ki bu hesabi yapan firma, proje öncesi emisyonu olduğundan çok daha fazla gösterme olanağına ve de böylelikle bir taşla üç kuş vurma hakkına sahip olmaktadır. Şöyle ki; firma, gösterdiği büyük emisyon farkıyla havadan kredi kazanmaktadır; sonrasında bu krediyi daha çok kirletmek için kullanma hakkına sahiptir ya da bu krediyi başka bir firmaya satarak para kazanmaktadır. Sonuçta olmayan bir azaltış sayesinde daha çok kirletme veya kirlettirme hakkını bulabilmektedir. Pek tabii şirketin kasasını da doldurarak.
Bir Örnek: Plantar
Kyoto mekanizmalarıyla ilişkilendirilen projelerin özellikle temiz kalkınma mekanizması sayesinde gelişmekte olan ülkelerde yeni iş sahaları ve ekonomik gelişme olanakları sağlayacağı Dünya Bankası tarafından iddia edilmektedir. Gerçekte ise emisyon ticareti sayesinde yaratılan karbon pazarı gelişmekte olan ülkeler için yeni bir sömürü aracından başka bir şey değildir.
Karbon havuzu projelerinin ormanlar ve diğer ekosistemler üzerindeki etkisini gözlemleyen bir sivil toplum kuruluşu olan SinksWatch 'e göre, Kyoto Protokolü , gelişmiş ülkelere her yıl küçük bir azgelişmiş ülke toprağı kadar alanda temiz kalkınma mekanizması adı altında karbon kredisi kullanımına olanak tanımakta. Yerel seviyede bu kullanımlar ise yerel halkın yerinden yurdundan olmasına, topraklarının kullanımının engellenmesine veya yiyecek kaynaklarının kısıtlanmasına neden olabilecek sonuçlar doğurmaktadır.
Büyük oranlarda karbon depolama yeteneğine sahip ormanların karbon havuzu olarak kullanılması düşüncesiyle ağaçlandırma projeleri ise ilk bakışta oldukça masumane ve yararlı bir aktivite olarak gözükse de madalyonun diğer tarafında endüstriyel ağaçlandırma sonucu tek tip ağaç kültürünün baskın kılınması, toprak demografisinin değişmesi ve orman yangınları sonucunda tekrar açığa çıkacak büyük miktarlarda ki karbondioksit tehlikesi gibi sonuçlara neden olmaktadır.
Bu tarz bir projenin yerel halk üzerindeki etkisinin güzel bir örneği Dünya Bankası tarafından desteklenen Plantar S.A. Reflorestamentos şirketinin projesi kapsamında Brezilya'nın Minas Gerais eyaleti kırsal kesiminde yapılan okaliptüs plantasyonudur. Bu proje ormanların karbon havuzu olarak kullanılması projesinin ilk örneğidir.
Fakat, okaliptüsün biyolojik çeşitliliğe darbe vuran tek kültürlü bir ekolojik sistemi yaratacak olmasını, okaliptüsün çok su isteyen bir bitki türü olduğu için su seviyesini düşürerek halkın su kaynaklarını yok etmesini, plantasyon sırasında kullanılan tarımsal ilaçlardan doğan kirlenme ve sonucundaki besin kaynaklarının yok olmasını düşünmek karbon pazarından gelecek dolarları düşünmekten biraz daha yavan bir iş olarak gözüktüğü gerçeğini açığa çıkaran ilk proje olduğu için de öneme haizdir.
Bir de bunların üstüne halkın plantasyon alanı olarak belirlenen topraklardan sürülmesi de cabası. Plantar'ın "devolutas" adi verilen sahipsiz ama yasal olarak üzerindeki köylülere ait olan toprakları devletten satın alarak gasp ettiği, köylüleri yıllardır üzerinde yaşadıkları topraklardan sürdüğü, yeni ekilen okaliptüs ağaçlarını tozdan koruma amacıyla yerel halkı yıllardır kullandığı yol yerine daha uzun başka bir yolu kullanmaya zorladığı, plantasyon için kullandığı işçileri de köle koşullarında çalıştırdığı Brezilyalı sivil toplum örgütlerinin hazırladığı raporlarda mevcut.
Balıkçılık yaparak yaşayan Brezilyalı köylülerin, tarımsal ilaç kullanımı sonucunda kirlenen su kaynaklarında yaşayan balıkların ölmesi sonucunda açlığa biraz daha mahkum olmaları da yine Dünya Bankası'ndaki ilgililerinin ilgisini çekmemiş olmalı ki plantasyon alanlarının büyüklüğünün daha da arttırılarak 23 bin 400 hektara çıkartılmasında sakınca görülmemekte. Aynı şekilde, bir Norveç şirketi olan Tree Farms'ın Uganda'daki projeleri için 13 köyde toplam 8 bin kişinin evlerinden sürülmesi mekanizmaların uygulanmasına başka bir örnek. Sonuçta Plantar'ın okaliptüs plantasyonunu destekleyen gelişmiş ülke şirketleri atmosferi biraz daha kirletmek için daha fazla hak sahibi olurken bunun doğuracağı sonuçlara katlanmak yerel halklara kalıyor.
Çözüm?
Çözüm pek tabii ki Kyoto Protokolü'nden vazgeçmek değil. Fakat gerek mevcut hedefler, gerekse de uygulamalar protokolün amaçlarından oldukça uzak kalındığını gösteriyor. Her şeyden önemlisi ise protokolü imzalamayan esas oğlan durumundaki ABD'nin protokolü imzalaması durumunda bile hedeflenen çevresel sonuçlara ulaşılması zor gözüküyor. Bununla birlikte protokole en başından karşı çıkan büyük petrol şirketlerinin başını çektiği grupların, protokolün mekanizmalarını kullanarak kâr üstüne kâr elde etmeleri de mümkün.
Bütün bunların yanı sıra protokolle birlikte son zamanlarda öne çıkan tartışmalarda nükleer enerjinin de temiz kalkınma mekanizmasına dahil edilerek, karbon ticaretiyle birlikte gelişmekte olan ülkelerin nükleer çöplük haline getirilmesi olasılığı da bulunuyor. Zira, Fransa gibi, sahip olduğu nükleer teknolojiyi protokolle belirlediği hedeflere ulaşabilmek için gelişmekte olan ülkelere transfer edip (muhtemelen de eski teknolojiyi) en azından protokolün maliyetinden kurtulmaya çalışan ülkeler mevcut.
Protokolün finanssal açıdan doğacak zararın azaltılması için yaratılan yeni olanakların kolaylıkla sömürülmesinin durdurulması, alternatif teknoloji ve yenilenebilir enerji projelerinin daha da çok desteklenmesi, bu projelere destek veren gerek Dünya Bankası'nın karbon fonları gerekse de yerel hükümetler düzeyindeki kuruluşların denetlenmesi (bir nevi denetçilerin denetlenebilmesi) yakın gelecekte yapılabilecekler olarak gözüküyor.
Protokolün yakın dönemki hedeflerinin (2010 yılına kadarki dönem) tam anlamıyla ulaşılabilmesi, uygulamadaki belirsizliklerin aşılabilmesi, uzun süreçte ise (2010 yılından sonraki dönem), şu an protokole katılmamış ama gelecekte ABD kadar kirletme oranlarına ulaşması mümkün görünen Çin ve Hindistan'ın da protokole dahil olmasının zorlanması, daha gerçekçi ve çevreci değerlerin belirlenmesi, gelişmekte olan ülkelerdeki (özellikle Afrika'daki) sürdürülebilir kalkınma projelerinin daha da artırılması Kyoto Protokolü nü daha gerçekçi bır panzehir haline getirebilir. Aksi takdirde, protokolün 'bu ne perhiz bu ne lahana turşusu' deyimini doğrulmaktan öteye gidemeyeceği de oldukça açık. (SM/EK)