Özgür Doğan
Giriş
AB Konseyi Helsinki'de (10-11 Aralık 1999), Türkiye'deki olumlu gelişmeleri ve Kopenhag kriterlerinin yerine getirilmesi yönündeki reformların sürdürülmesi niyetini memnuniyetle karşıladı ve Türkiye'yi diğer aday ülkelere uygulanan aynı kriterler temelinde Birliğe katılacak olan bir aday ülke olarak kabul etti. Bu toplantıda "daha önceki AB Konseyi sonuçları temelinde" bir Katılım Ortaklığı Belgesi hazırlanması kararı alındı. Ve bu çerçevede Kasım 2000'de Katılım Ortaklığı Belgesi hazırlandı.
Avrupa Birliği'nin Türkiye İçin Katılım Ortaklığı Belgesi'ni açıklaması ile Osmanlı'dan günümüze kadar süren "Avrupa Ailesi'nin bir üyesi olma" çabası yeni bir döneme girdi.
Avrupa Birliği tarafından hazırlanan ve Türkiye'de demokratikleşmeden ekonomiye, kültürden çevreye kadar pek çok konuda kısa, orta ve uzun vadeli 'ödevler' veren Katılım Ortaklığı Belgesi'nin bazı maddeleri hükümetin çeşitli kanatları, bazı resmi kurumlar, kimi siyasi partiler ve sivil örgütler tarafından 'kabul edilemez' ve belki de 'sindirilemez' bulunsa da son söylenen, 'belgenin süreç açısından bir olumluluk' taşıdığı oldu.
'Kabul edilemez' olarak görülen maddeler ise çok çeşitli tartışmaların konusu oldu. Bunların başında ise, kısa vadeli hedefler içerisinde yer alan "Türk vatandaşlarının kendi anadillerinde televizyon ve radyo yayını yapmalarını yasaklayan her türlü yasal hükmün kaldırılması." maddesi geliyordu.
Maddenin kapsamı "Türk vatandaşı" denilerek çok geniş tutulmasına karşın, tartışmanın tüm tarafları bu maddeyle "Kürtçe TV yayını ve Kürtçe eğitim"in kastedildiğini biliyorlardı ve tartışmalar bu çerçevede yürütüldü.
Bu çalışmada, Kürtçe yayın konusuna yaklaşımlar ve yaşanan tartışmalar ele alınacaktır. Çalışmada, "Avrupa Birliği'nin neden böyle bir talebi var?; Türkiye neden bu koşula evet demiyor/diyemiyor?" sorularına cevap aranacak ve olası bir yayın durumunda kimin, nasıl bir yayın yapacağı tartışılacaktır.
Türkiye
Katılım Ortaklığı Belgesi'nde, Türkiye'nin üyelik sürecinde yerine getirmesi gerekenler arasında yer alan "anadilde yayın ve eğitim hakkı" maddesine ilk ve oldukça şaşırtıcı tepki Dışişleri Bakanı İsmail Cem'den geldi.
Dışişleri Bakanı Cem yaptığı açıklamada, "Türkiye'de yaşayan herkesin kendi ana dilinde TV yayını yapma özgürlüğüne sahip olması gerektiğini" söyledi ve Türkiye'nin, bu yönde bir kanun hazırlaması gerektiğini belirtti. Cem'in açıklaması şöyle devam ediyor: "Hükümetimiz, elbette bu konuyu değerlendirecektir. Ancak, üyelik görüşmelerine başlamak için Türkiye, prensip olarak, demokrasi ve insan hakları konularının önündeki engelleri kaldırmalıdır. Bu konu da, o engellerden birini oluşturmaktadır."
Cem'in, Kürtçe'nin kullanılması hakkının yasalarla garanti altına alınması gerektiğini kabul etmesi, devletin geleneksel Kürt tezinin değiştiğini göstermesi anlamında oldukça önemliydi. Peki nedir devletin geleneksel Kürt tezi?
Devletin Kürt sorunu hakkındaki resmi tezi; Cumhuriyet'in ilk yıllarından bugüne kadar, "Kürt sorunu diye bir sorun yoktur" biçimindedir. Kürt sorunu denilen şey, emperyalistler tarafından uydurulmuş; Doğu ve Güneydoğu'daki vatandaşlarımızın kimi hassasiyetlerinden (dinsel inanç, mezhep farklılıkları, dil farkı, yoksulluk, aşiretçilik vb.) yararlanılarak, emperyalistler, kökü dışarda kişiler ve örgütler tarafından halka dayatılmıştır.
Cemin açıklaması, bu tezden ve Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Türkçe'den başka bir dilde yayın yapılmasının ve eğitim verilmesinin etnik ayrımı teşvik edeceği ve ülke bütünlüğüne zarar vereceği yönündeki iddialardan radikal bir şekilde vazgeçildiğini göstermektedir.
Dışişleri Bakanı İsmail Cem'in açıklamasının ardından ikinci şok edici bomba Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT)'dan geldi. MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun ve yardımcısı Mikdat Alpay, bazı gazetelerin Ankara temsilcilerine Kürtçe yayın başta olmak üzere, birçok konuda açıklamalarda bulundu. "Bölgedeki insanlara ulaşmak için, gerekiyorsa Kürtçe'yi kullanalım" diyen MİT Müsteşarı, bu konuda devletin akılcı davranması gerektiğini ifade etti. Atasagun, PKK'nin silahlı mücadeleyi terk ederek siyasallaşma çabası içine girdiğini, bu nedenle PKK'ye karşı yeni döneme uygun araçların yaratılması gerektiğini belirterek, Doğu ve Güneydoğu'da Medya TV'nin yoğunca izlendiğini ve buna alternatif oluşturulması gerektiğini dile getirdi.
Asıl fırtına bu açıklamanın ardından koptu. Gerek hükümet içindeki partiler, gerek Meclis'te grubu bulunan partiler, gerekse de çeşitli resmi kurumlar bu açıklamanın ardından tavırlarını açıkladılar ve asıl kutuplaşma bu açıklamanın ardından netleşti. Konuya olumlu bakanlar cephesinde MİT, DSP, ANAP ve Dışişleri Bakanlığı yer alırken, karşı cephede Genelkurmay Başkanlığı, MHP, ANAP, RTÜK ve TRT yer alıyordu.
Kürtçe yayın tartışmalarına İsmail Cem'in ardından MİT'in de yeşil ışık yakması geniş yankı buldu. Başbakan Bülent Ecevit, MİT'in açıklamalarına destek sundu. Ecevit, MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun'a konuşma iznini kendisinin verdiğini söyledi. Kürtçe yayın sorununa ulusal bütünlüğe zarar vermeyecek bir çözüm bulunması gerektiğini söyleyen Ecevit, Atasagun'un son açıklamalarını yadırgamamak ve gözlemlerinden yararlanmak gerektiğini dile getirdi.
ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz'ın, "Bence, resmi devlet televizyonunda bazı özel programlar yapılabilir." şeklindeki sözlerine MHP'lilerden çok sert tepki geldi. MHP'li Devlet Bakanı Abdülhaluk Çay, ''Türkiye'de Kürtçe televizyon istemek ihanetten başka bir şey değildir'' diyerek, Kürtçe yayın yapmanın vatan hainliği ile eşdeğerde olacağını ileri sürdü.
Katılım ortaklığı Belgesi'nde yer alan bu maddeye DYP'den de itiraz var. DYP Grup Başkanvekili Ali Rıza Gönül de, çekincelerinin "devletin üniter yapısının korunması" olduğunu belirterek, "Türkiye'de bunun dışında bir tavır olacaksa, Anayasa ihlali olur" dedi.
Konuya oldukça sert tepki gösteren bir başka kurum Genelkurmay Başkanlığı. Genelkurmay Başkanlığı'nın görüşleri, "2000 Yılı İç Güvenlik Değerlendirmesi" adlı belgede yer alıyor. Belgede, "bitme noktasına getirilmiş olan terör örgütünün" yöneldiği yeni stratejinin "etnik milliyetçilik temeline dayalı siyasi bir ayrımcılık hareketi yaratma ve geliştirme" olduğu belirtilerek, bu durumda PKK ile mücadelenin "değişik boyutlarda sürdürülmesi ihtiyacının ortaya çıktığı" vurgulanıyor. Ancak, bugüne kadar izlenen stratejide bir değişiklik yapılması da öngörülmüyor. Ayrıca, Kürtçe TV yayını da dahil olmak üzere kültürel haklara, bölücülüğe katkıda bulunacağı görüşüyle karşı çıkılıyor.
40 yıldır Avrupa Birliği'ne girmek isteyen Türkiye, önüne konan bu şartlardan dolayı iki arada bir derede kalmış durumda. Kimi çevreler hem eski alışkanlıklarını devam ettirmek istiyorlar, hem de Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesini arzuluyorlar. Böyle olunca da ortaya garip bir durum çıkıyor.
Devletin iki kurumu MİT ve Genelkurmay arasındaki görüş farklılıkları, bir gerçeği ortaya koyuyor: Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşundan bu yana vazgeçmediği inkar politikası aşınmıştır. İnkar politikası, yerini ikircikli bir politikaya bırakmaktadır. Bu ikircikli politikanın özelliği şöyle: Bir tarafı inkara yönelik, öteki yanı Kürt realitesini tanımaya yakın bir eğilim. Bu gelişmeler Kürt politikası konusunda devlet düzeyinde önemli bir çatlaklık işareti vermektedir
Genelkurmay'ın karşı çıkışının temelinde, yaklaşık 20 yıldır devam eden çatışmaların etkisi oldukça fazla. Genelkurmay, 20 yıldır inkar politikasıyla tarafı olduğu savaşın Türkiye cephesindeki neredeyse tek yetkili makamı. Dolayısıyla PKK tarafından başından beri öne sürülen talepler olan "kültürel hakların tanınması" söz konusu olursa, bu savaştan üstün çıkan taraf PKK olacak ve Genelkurmay kendi politikasının en önemli dayanaklarından yoksun kalacak ve kışlasına çekilmek zorunda olacak. Askerler savaş ortamının kendilerine sağladığı ortam nedeniyle Türkiye'de hükümetten ve parlamentodan daha etkili konumdalar. Perde arkasından da olsa iktidarın gerçek sahipleri generaller. Onlar imtiyazlarını yitirmek, kışlalarına çekilmek istemiyorlar.
Şu anda koalisyonun ikinci büyük partisi olan MHP, gücünü bugünkü baskıcı ve antidemokratik rejime borçlu. Kürt sorunu kaynaklı gerginliklerle popülist bir "vatanın bütünlüğü" söylemi, bu söylemin tarihsel sahipleri olan milliyetçi kesimlerin 'haklılıklarını' tescil edip güçlenmesine katkıda bulunuyor. MHP, 20 yıldır süren bu savaşın "şehit askerler edebiyatını" yaparak Anadolu insanını arkasından sürükledi. Politikasının temel argümanı "terör" olan MHP, kültürel hakların verilmesi durumunda kendisiyle çelişmiş olacak.
Cumhuriyetin kuruluşunun da temel felsefesi olan ve bir şekilde yapay düşmanlar gösterilerek halkı bir arada tutmanın aracına dönüştürülen "bölünme paranoyası" bu süreçte de etkili bir araç olarak kullanıldı. Verilecek en küçük bir hak, gerisini de getirecek ve ülke bölünecekti.
Konuya olumlu yaklaşanların da tavırları çok net değil. Açıklamalarında oldukça temkinli davranan bu cephedekiler, bazı düzenlemeler yaparak Avrupa'ya hoş görünmeye çalışırken, halkın hassasiyetini göz önünde bulundurarak fazla da ileri gidemiyorlar. Ve soruna 'demokratikleşme' çerçevesinden ziyade, PKK'ye karşı kullanılacak bir koz olarak bakıyorlar.
RTÜK ve TRT ne diyor?
Türkiye'de radyo ve televizyonların yayınlarını denetlemekle yetkili RTÜK, bu konuda tavrını baştan koyanlardan. RTÜK Başkanı Nuri Kayış, mevcut RTÜK yasasının Kürtçe yayın yapmaya imkan vermediğini, Türkçe'den başka, İngilizce, Fransızca ve Almanca yayın yapılabileceğini, yasaların ancak bu dillere müsait olduğunu belirtti. Kürtçe yayın konusunda lisans başvurusu olması halinde, izin vermeyeceklerini belirtti.
TRT'nin Kürtçe yayın yapmasının da yasal olmayacağını belirten Kayış, "TRT mevcut yasal mevzuat içinde Kürtçe yayın yapması durumunda önce uyarılacak, sonra ise Genel Müdür ile Yönetim Kurulu üyelerinin görevleri düşecek. " dedi.
TRT Genel Müdürü Yücel Yener ise tartışmaların kendileri dışında olduğunu ve bu konuda hazırlık yapmadıklarını belirterek, "Bu konuda hükümet, siyasiler kamuoyunda tartışıyor. Sanıyorum olgunlaşmasını bekliyorlar. Ya da devletin daha üst organlarının kararını gerektiriyor. Oradan bir karar çıkarsa, bize intikal ederse, biz de kendi açımızdan değerlendireceğiz. Şu anda 'olur' ya da 'olmaz' diye bağlayıcı bir şey söylemiyorum. Altyapı konusunda hiçbir hazırlığımız yok" dedi.
Konunun asıl muhatabı olan iki kurum, yasal düzenlemelerin arkasına sığınarak topu siyasilere ve meclise atıyor.
Avrupa Birliği
Türkiye Avrupa ilişkileri Soğuk Savaş ortamında şekillenmiştir. Güvenlik endişelerinin ağırlık taşıdığı bu ortamda Türkiye-Avrupa ilişkileri bir süre oldukça sorunsuz olarak yürümüştür. Ancak, Avrupa Topluluğu 1970'lerin ortalarından itibaren Soğuk Savaş koşulları dışına çıkmış, insan hakları ve demokrasi konularına önem vermeye başlamıştır.
1980'li yıllar AT-Türkiye ilişkilerinin insan hakları ve demokrasi konularının ön plana çıktığı ve bu konularda Topluluk ile Türkiye arasında farklı bakış açılarının sergilendiği bir dönem olmuştur. AT demokrasiyi vazgeçilmez koşul olarak belirlerken, Türkiye bu yaklaşımı içişlerine müdahale olarak nitelemiştir.
Avrupa, Türkiye'deki antidemokratik uygulamalara tepki gösterirken, uzun bir süre Türk güvenlik güçlerinin, Doğu ve Güneydoğu'daki insan hakları ihlalleri karşısında gözlerini kapayarak ya da diplomatik uyarılarda bulunmakla yetinerek olayları uzaktan izledi.
Ancak 1990'ların başından itibaren Kürt sorunu, Türkiye'nin ekonomik, politik, askeri ve diğer sorunlarının söz konusu edildiği hemen tüm toplantı ve tartışmalarda, şu ya da bu yanıyla ana gündem maddelerinden biri olmaya başladı. Avrupa soruna çözüm bulunmadığı sürece Türkiye'nin AB'ye girmesinin söz konusu olmadığını bildirdi. Bu politika değişikliğinde, Körfez Savaşı sonrasında onbinlerce Kürdün Irak'tan zorunlu olarak yaptıkları göçün uluslararası platforma taşınması ve Kürtlerin yaşadıkları toprakların stratejik önemi belirleyiciydi.
Avrupa'nın soruna yaklaşımının nedenleri birkaç başlık altında toplanabilir. Bunlardan ilki ticari ilişkilerdir. Türkiye, ucuz işgücü ve hammadde kaynağı ile desteklenen bir yatırımlar cenneti olarak değerlendiriliyor. Kısa vadede Türkiye'nin gerekli adımları atamayacağını bilen AB, verdiği "ödevleri" Türkiye'ye karşı bir pazarlık kozu olarak kullanıyor. Ayrıca bir pazar olarak gördüğü Türkiye'nin Avrupa standartlarına yaklaşması ticari ilişkilerinin güvenliği ve geleceği açısından da önemli.
İkinci neden, Kürtlerin yaşadıkları toprakların dünyanın en önemli stratejik bölgelerinden birinde ve Hazar petrolleriyle doğalgaz kaynaklarının bulunduğu Kafkas bölgesinin yanıbaşında yer alması, bölgenin ekonomik, politik ve askeri rekabetin en önemli alanlarından biri olması, Kürt sorununun Avrupa'nın gündemine girmesinin başlıca nedenini oluşturmaktadır. Hammadde kaynaklarıyla ticaret yollarının denetimi için yürütülen rekabetin, bölgenin tüm önemli politik sorun ve gelişmelerini mücadele alanına çekmesi, Kürt topraklarının, dünya kara ve deniz ticaret yollarının Afrika ve Asya'ya uzandığı ve petrol başta olmak üzere hammadde kaynakları bakımından zengin olar bir bölgede bulunması ve Kürt sorununun hala çözümsüz kalmaya devam etmesi, çıkar dalaşı içindeki tüm güçleri bu soruna ilgi göstermeye ve gelişmeleri çıkarları yönünde etkilemeye yöneltmektedir.
Üçüncü neden olarak ABD'nin hegemonyası altındaki Türkiye'nin, bulunduğu bölgedeki çıkar çatışmalarında taşıdığı önem, Avrupa'nın Kürt sorununa ilgisini arttırmaktadır. Hegemonya mücadelesine katılan büyük güçlerden her biri, bölge sorunlarını ve bunların en önemlilerinden biri olan Kürt sorununu, kendi çıkarları yönünde ve rakiplerin önüne geçme, rekabette üstün gelme ve bölgeye hakim olma hedefiyle kullanma çabasındadır.
Son olarak, Avrupa'da yaşayan Kürt'lerin çeşitli şekillerde sürekli gündeme getirdikleri sorun, Avrupa'daki halkın da ilgisini çekmekte ve buradaki sivil toplum örgütleri, sorunun çözümü noktasında önemli bir baskı oluşturmaktadırlar.
Kürtçe yayın
Bütün bu tartışmaları bir yana bıraktığımızda, bir başka sorun önümüzdeki dönemde çok daha somut olarak çözüm beklemektedir: Kürtçe yayının gerçekleşmesi durumunda bunu kim ya da kimler yapmalı; bu yayının içeriği nasıl olmalıdır. Bu konuda Avrupa'daki örneklere bakmak bize bir çerçeve sunacaktır.
Korsan ya da yasal, kamusal ya da özel, toplumsal, eğlenceye dönük, ya da ticari, özgür, yerinden yönetilen, tek başına ya da yasal düzenleme dışında, çok profesyonel ya da amatör, yerel ya da bölgesel olsunlar Avrupa'da TV ve radyo istasyonları şaşırtıcı çeşitlilikte bir mozaik oluşturmaktadırlar.
Avrupa'daki azınlık yayınları ne tam anlamıyla resmi ne de ticari kuruluşlardır. Reklam almalarına izin verilen bu kuruluşlar, reklam verenlerin içerik üzerindeki müdahaleleri endişesiyle reklam almaktan kaçınmaktadırlar. Bunun yerine kendi olanakları ve devletin desteğiyle faaliyetlerini yürütmektedirler. Hemen hemen tüm Avrupa ülkelerinde bu kuruluşlara devlet tarafından belli bir fon ayrılmakta ve bu kuruluşlar ülkenin yayınları düzenleyici kurulları tarafından denetlenmektedirler.
Ve Avrupa'da bu tür yayınlara, demokratik katılımı artırmaları ve çoğulculuğu sağlamalı çerçevesinde yaklaşılmaktadır.
Türkiye'de yapılacak böylesi bir yayının devlet tarafından başlatılması, başlangıç aşamasında yararlı olacaktır. Her ne kadar bu yayın TRT mantığını aşamayacak ve Avrupa'daki gibi bir çoğulculuğu, demokratikliği sağlayamayacak olsa da; bu durum yayının kalıcı olmasını sağlayacaktır. Çünkü, Türkiye'de devletin öncülüğü olmadan başlanacak bir azınlık yayını, "ülkenin ve devletin bölünmez bütünlüğü, devletin âli menfaatleri" gereği "sakıncalı" görülerek durdurulabilir.
Ancak böylesi bir yayının siyasilerin bir aracı olması da kaçınılmaz gibi görünse de, gelecekte halkın sesi olacak bir yayıncılığın önünü açması anlamında önemli bir adım olacaktır.
Kürtlerin homojen bir kitle olmaması, 4 farklı lehçenin bulunması, yayının içeriğinin nasıl olacağı ve hangi grubun ne oranda temsil edileceği sorusunu gündeme getirmektedir. Bu konuda Avrupa'daki örnekler ve PKK'nin yayın organı Medya TV (içerik olarak değil, temsil anlamında) referans alınabilir. Haftanın belirli günlerinde belirli gruplara yönelik programlara yer verilebilir.
Sonuç
Yaklaşık iki asırdır Avrupa'ya yüzünü dönmüş Türkiye'nin "Avrupa ailesinin üyesi olma" çabası, Katılım Ortaklığı Belgesi'yle yeni bir döneme girdi. Katılım Ortaklığı Belgesi'yle Türkiye'nin önüne konan "ödevler" arasında yer alan "anadilde eğitim ve yayın hakkı" konusundaki tartışmalar, Avrupa-Türkiye ilişkilerini analiz edebilme olanağı verdiği için önemli.
Avrupa, "olması gerekeni" temsil eden ve "olması gerekenleri" dayatan yapı olarak ilişkinin bir tarafında yer alırken, Türkiye kendi iç dinamikleriyle hareket etmek yerine, "ağabey"inin verdiği ödevleri "ağabey"inin gözüne girmek için yerine getirmeye çalışarak ilişkinin diğer tarafında yer alıyor.
Tartışmanın her iki tarafı da konuya siyasi, ekonomik, askeri çıkarları çerçevesinde yaklaşıyor. Ve tartışmaya konu olan ve sorunun asıl muhatapları olan Kürtler, bu tartışmada söz hakkı bulamıyorlar. Türkiye her zaman olduğu gibi, sorunun çözümünü kendi iç dinamikleriyle tartışarak, süreç içinde çözmeye çalışmak yerine, Avrupa'nın çizdiği çerçevede ve Avrupa'yı memnun etmek anlayışıyla soruna yaklaşıyor.