* 21 Şubat Dünya Anadili Gününüz Kutlu Olsun!
...wek tûrikên derwêşan dinya/mala me li ser piştan.../...dervişin heybesi misali evimiz/dünyamız sırtımızda...
Çocukluğum siyasi çalkantıların çokça yaşandığı 70'li yıllara denk düşer. 12 Eylül öncesi ve sonrası, asayiş hastalığının köylere kadar yayıldığı sıkıntılı yıllardı. Köye karakol kurulmuştu, devlet gözünün taşra bekçileri 'cenderme'lerin (jandarma) tedirginliği üzerimizdeydi. Okul öğretmenlerimizin bir kısmı 'vatandaş Türkçe konuş' şiarını ikna yoluyla, köy ahalisi ile kurulan sıcak ilişkilerin içine yedirerek yürütürlerdi.
Büyüklerle konuştuklarında Kürtçe ile mecburi bir barışıklık içindelerdi lakin söz konusu çocuklar olunca ansızın Cumhuriyet neslinin neferleri oluveriyorlardı. Kendinden emin 'efendimis!' öğretmenler ise büyüklerin Kürtçe konuşmalarına bile tahammül edemiyorlardı. Giyim kuşamları, kibirli halleri ile Kristof Kolomb'un çocukları gibiydiler.
...emê şopa dîroka xwe têxin tûrik dev girêdinhemû kelam û çîrokan bernedin ha dê birevinew kûpa zêrîn e bo me Hezîna Karûn li ber çi yeli her alî biparêzin alemê pê bihesînin...
(...geçmişimizi, kelamlarımızı, masallarımızı koyalım heybemize, ağzını sımsıkı bağlayalım kaçmasınlar; onlar küpler dolusu altın, karun hazinesi, neyimize aman göz kulak olalım her yerde...)
Gündelik hayatta anadilinin kullanılması ile birlikte özellikle genç kuşakta gramer bozuklukları, cümle içinde Türkçe kelimelerin arttığı bozuk bir Kürtçe hakim hale gelmişti. Nasıl olabilirdi ki; bir taraftan ıraklaşmadan kaynaklanan kadim kültürlerinin yeniden üretimi durmuş, diğer taraftan Kürtçeye hiçbir alanda geçit verilmemiş, radyo-televizyon zapturapt, gazeteler, yayınlar sağır.
Dolayısıyla bazı istisnalar dışında bizim dışımızdaki Kürtlerden pek haberdar değildik. Dedem muhtar olduğu için köye gelen bürokratlar, memurlar ya da seyyar satıcılar, toptancılar bizim evde ikamet ederlerdi. Seyyar satıcılardan bazıları Antepli Kürtlerdi. Onlarla şivede kısmi zorluklar çeksek de Kürtçe konuşurduk. Traji-komik durumlar da yaşanmıyor değildi.
Örneğin TRT'de İzzet Altınmeşe gibi Kürt müzisyenler Kürtçe, Ermenice ya da Süryanice birçok türküyü Türkçe okurlardı. Bu türkülerin bazılarında herhalde çevirinin de elvermemesinden dolayı arada Kürtçe kelimeler (örneğin 'derdim yek bû oldu sed hezar/derdim birdi oldu yüzbin) kullanırlardı ve bu hal bile bizi çok heyecanlandırırdı. Ne de olsa devletin televizyonunda -kırıntı derecesinde de olsa- kendi anadilimizi duyuyor ve gururlanıyorduk.
Ortaokul çağındayken, Ankara'da okuyan amcam bir gün Kürtçe bir kaset getirdi. Kopyalana kopyalana ses çazır cuzur gelse de işte o ses...o dil... bizimdi. Şivan Perwer'in "Ey Ferat" kasediydi.
Amcam Ankara'da Kürt uyanışına tanık olmuş ve siyasete merak salmıştı. Köy ziyaretlerinde gençlerle tandırlarda, ambarlarda gizlice bir araya gelip siyasi tartışmalar eşliğinde bu yegane kaydı dinlerler, biz de gizlilik konusunda yeterli güveni vermek şartı ile bu ortamlara katılırdık. Amcamların gözünde her birimiz örgütlenmeye açık birer beyaz sayfa idik.
Kulak sürekli kirişte tedirginlik içinde durmadan bu kaset dinlenirdi. Dedemin muhtarlığından dolayı cendermeler (jandarmalar) eve gelebilir, sokakta geziniyor olabilirlerdi. Bir de köyde kuşkulandığımız ajanımsı bir köylümüz vardı. Bazen bir araya geldiğimizde ağzımızdan laf almaya çalışır, amcamlardan teyzemlerden çok kuşkulanırdı. Amcamlar köyün duvarlarına Kürtçe Türkçe karışık sloganlar da yazmaya başlamışlardı. Devletin köydeki temsilcisi olan dedemle bu yüzden çok kavga ederlerdi.
Bu arada Ankara'daki teyzemin oğlu uzak kıtaları da çeken pilli bir el radyosu getirmişti. Sabahlara kadar radyo frekanslarının sırtlarına biner diyar diyar gezerdik. Anadilimizin peşine düşmüş heyecan dolu oyunculardık. Frekans gücü zayıf da olsa bir iki kere bu radyoların (muhtemelen Erivan, Urmiye ya da Bağdat radyoları) izine rastlamıştık. 12 Eylül'den sonra amcam doğabilecek siyasi risklerden dolayı Almanya'ya gitti. Ben de ortaokul ve liseyi okumak için ailemle Ankara'ya yerleştim.
Taşradan şehre göç eden, modern dünyanın nimetlerinden faydalanmak isteyen bir Kürt olarak o dönem için 'olağan' sayılabilecek bir takım sıkıntılar içindeydim. Türkçe aksanım çok kötüydü! Seksenli yılların sonlarında kendini iyice hissetiren kimlik mücadelesini biraz uzaktan takip etmemden de kaynaklanan bu 'kompleksli' hal ben ve benim gibi bir çok okuryazar Orta Anadolu Kürdünü ister istemez düzgün-resmi şiveyle Türkçe konuşma telaşına sevketmişti.
Türkçe konuşurken bendeki ikinci bir ben cümlelerin düzenini, aksanı kontrol ediyor tuhaf hallere giriyordum. Oysa Kürdistan'dan gelen gençler bu aksan tedrisatını çok abartmıyorlardı. Lakin, okuryazar Kürtlerin anadillerini akraba ortamları dışında bir kenara bıraktıklarını da söylemem gerekiyor. Kimliğimizin dili Kürtçe iken aydınlanmanın, okumanın dili çoğumuz için Türkçeydi.
1989'da üniversitede okumak için İstanbul'a geldim. Kimlik siyasetinin Kürtler dışında diğer halklara da bulaştığı, farklı dillerde yayınların, albümlerin çıktığı bir ortam vardı. Ama halen temkin elden bırakılmamıştı. Örneğin, Kürtçe kasetler o zamanlar otobüs terminali olan Topkapı'da bir iki kasetçide satılırdı ve bütün Kürtçe kasetlerin kapağında bir çocuk resmi vardı. 'Bu masum ve tehlike içermeyen bir kasettir' dedirten bu albümleri satan kasetçi kendisi ile Kürtçe konuşunca rahatlar ve portföyünü size açardı.
İlerleyen yıllarda kimliğim ile olan 'mağrur ama tamamlanmamış' ilişkim barışmaya başladı. Özellikle Kardeş Türküler projesinin ortaya çıkmasıyla anadilinde konuşma özgüven ve duyarlılığı gelişmeye başlamıştı. Şiveli Türkçe konuşma doğal bir şeydi hatta o yıllarda dinlediğimiz Jamaikalı Bob Marley'ler, Afro-amerikan müzisyenler de İngilizceyi kendi aksanlarında konuşuyorlardı. Kimisi ayrımcılığa uğramalarına tepki olarak İngilizceyi özellikle bozuyorlardı. Ne de olsa üstlerine kalmış bir sömürge diliydi.
...Çavê dinyê keskesor e em jî jêne way fêm kirinyê nabînin wele korin kefâ xwe bi korebê tîninguh nede 'ser leqleqiyo' torbên wî boş û valan etu tûrikê tijî ke bi rengê hemû der û doran...
(...dünya gözü gökkuşağı bir rengi de bize emanet boşver, gözü görmeyen körebe oynayıp dursun kulak asma lagalugalarına, onların heybeleri boş, biz dolduralım heybemizi her yerle her renkle...)
Tarihin makarasını geriye sarıp geçmiş hallerimi Gabriel Garcia Marquez'in "Yüzyıllık Yalnızlık" kitabındaki fantastik ruh haline sığınarak yeniden yaşamayı denemeye başladım. Ulus-devlet mezalimi ile modernizmin geleneksel/arkaik değerlere kibirli yaklaşımını bir kenara bırakıp ninemlerin doğal bilgeliklerini anımsamaya çalıştım. Bir de, insan ilişkilerine hapsolmuş şehir hayatının yanına doğa ile muhabbeti koymayınca iyi mayalanmıyordu yaşam hamurumuz. Kitaplarda okuduğumuz 'demokratik ekolojik toplum' hayali böyle bir şeydi herhalde...
Anadili meselesine tekrar dönecek olursak; anadili kimliğimizin sandığında saklanıp korunacak bir şey değildi. İşleyen demir pas tutmaz misali düzenli olarak kullanmak gerekiyordu.
Maazallah bize küser, yavaş yavaş iç konuşmalarımızdan izin ister, zamanla da hafızamızı terk-i diyar eder...
* Bajar - Turike Derwes (Dervisin Heybesi) Hoşgeldin Albümü (2012)
** bianet'in 21 Şubat 2012 Anadili Günü sayfası için tıklayınız.