Geçen hafta sonu Diyarbakır'da düzenlenen "Türkiye'de Kürtler: Barış Süreci İçin Temel Gereksinimler" konferansı, çatışma ortamından barış sürecine ve demokratik bir ortama geçişin dinamiklerinin tartışılması açısından yararlıydı.
Türkiye'de Genelkurmay, milliyetçi söylem ve yaygın medyanın sıkıştırdığı dar alanın ötesinde, uluslararası deneyimlerin aktarıldığı, geleceğe bakma ısrarının var olduğunu kanıtlayan oturumlar, Kürt sorunuyla ilgili atılabilecek pratik adımların da ipuçlarını verdi.
Ama konferans, bu çok boyutlu sorun tartışılırken, insana "Keşke bunlar da konuşulsaydı" dedirten birkaç konuyu da düşündürüyordu.
Ya ABD ve Irak'ın işgali?
Konferansta hemen her konuşmanın başlangıç referanslarından biri Irak'taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ydi. Konuşmacılar, Kürt sorunuyla ilgili büküm noktalarından birinin 2003'te ABD önderliğindeki Irak işgali olduğunu saptıyordu, ama işgalin kendisinin bu tartışmada nasıl bir değişken olduğuna değinilmedi.
Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin Türkiyeli Kürtler için ne ifade ettiği, nasıl bir duygusal değere sahip olduğu da konuşulan konulardan biriydi. Yine Türkiye'den buraya akan yatırımlara da değinildi.
Ama Kürdistan bölgesinin işgalle gelen bir sermaye birikiminin alanı olması, neoliberal ekonomiye eklemlenmesi üzerine neredeyse kimse bir şey söylemedi. Prof. Dr. Baskın Oran Kürtlerin uluslararası ilişkiler sahnesine çıkışının emperyalizmle ve ABD'yle ilişkisine ancak küçük bir göndermeyle değinebildi; oturumun kolaylaştırıcısı olduğu için uzun konuşamıyordu. Robert Olson da kapitalizmle milliyetçiliğin ilişkisini sorguladığı sunumunda bu ilişkiden hep kapitalizmin "galip çıktığına" değindi.
Ama asıl konuşulmayan konu, Demokratik Toplum Partisi'nin (DTP) Diyarbakır milletvekili Aysel Tuğluk'un "emek, eşitlik, özgürlük ve demokrasi" vurgularının bol olduğu konuşmasında işaret ettiği sol çizgide bir Kürt siyasi hareketinin, bir yanda Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin Türkiye'deki Kürtler için moral değerini fark eden, bir yandan da solda durmanın doğal sonucu olarak Irak'ın işgaline karşı çıkacak bir siyaseti nasıl oluşturabileceğiydi.
Sonuçta, Irak'ta Kürdistan bölgesindeki sermaye birikimi ivmesi, işgalle mümkün oldu. Konferanstan iki gün sonra Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin dört uluslararası petrol şirketiyle anlaşma yaptığı haber oluyordu.
"Kürtler"in sınıfları yok mu?
"Sosyo-Ekonomik Yapı ve Kalkınmaya Yönelik Adımlar" oturumunda Güneydoğu Sanayici ve İşadamları Derneği'nden (GÜNSİAD) Şahismail Bedirhanoğlu ve Kalkınma Merkezi Derneği'nden Nurcan Baysal konuştular. Ana konu elbette yoksulluktu. Ama yoksulluğun çatışma ortamı dışındaki yapısal faktörlerine bakan olmadı denebilir. Belki konuşmacılardan Nazan Üstündağ gelebilseydi, bu konuda tartışmak mümkün olabilirdi. Ama konuşmacılar arasında bir tek sendika temsilcisinin olmaması da kendi başına şaşırtıcı.
Bedirhanoğlu'nun yeşil kart uygulamasının, sırf yoksul sayısına dair bir gösterge edindiğimiz için "bir devrim olduğu"na dair sözlerine bir yanıt veren de olmadı.
Oysa, Kürt sorunu çerçevesindeki insan hakları ihlallerinin yarattığı enformel emek yapılanmasına, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı yerlerdeki kapitalistleşmenin sonuçlarına, sosyal hakların ihlaline, üstelik bunların toplumun geneliyle nasıl ortaklaştığına dair birkaç analiz duymak, Kürt sorununun o çok az konuşulan, genellikle görmezden gelinen boyutunun, "sınıfsal yapısının" ne olduğuna dair bir fikir verebilir, geçiş sürecindeki "kalkınma"nın yeni sömürüler yaratmasının nasıl önlenebileceği üzerine tartışmalar da üretebilirdi.
Bir yandan "Terörist de", diğer yandan "Daha şahin ol" diye sıkıştırılan ve aktif siyaset alanı giderek daraltılan DTP'nin bu konuda nasıl bir siyaset ürettiği, bölgede geç kapitalistleşen Kürtlerin sesi olmaya oynayan AKP'ye karşı ne yapabileceğini de gösterecek belki de.
Bir de giderek yaygınlaşan "Kürtler ve Türkler" sözü var ki, konferans boyunca sık sık duyuldu. Sanki "Kürtler" de "Türkler" de homojen bir varlıkmış, başka da "grup" yokmuş gibi. Bu adlandırmadan kurtulmanın yollarını aramak da perspektifin dönüşmesine katkıda bulunabilir. Her şey dille başlıyor çünkü.
Medya da bir aktör
Barış süreci için temel gereksinimler konuşulurken, herhalde medyayı da bu sürecin aktörlerinden biri olarak tanımlamakta yarar var.
Sorunu, çatışmayı, anlaşmazlığı iki taraftan oluşuyormuşçasına tanımlayan, dilini ölümün yüceltilmesi, militarizmin müessesliği üzerine kuran "savaş gazeteciliği"ni "barış gazeteciliği"ne nasıl dönüştürebileceğimiz, barış gazeteciliği girişimlerini nasıl büyütebileceğimizi konuşmak bize -gazeteciler dahil- farklı bir medya okuryazarlığının ve gazetecilik deneyiminin kapılarını açabilir.
Travmayla da yüzleşmek
Kürt sorunu kapsamında yaşanan her şey bütün Türkiye toplumu üzerinde derin, bir dizi travma demek aslında. Geçiş sürecinin en önemli paydalarından biri de bu toplumsal travmayla yüzleşmek, uğraşmak olacak kuşkusuz.
Konferans'ın düzenleyicilerinden Heinrich Böll Stiftung Derneği'nin taze kitabı "Geçmişin Yükünden Toplumsal Barış ve Demokrasiye. Geçmişle Hesaplaşma: Neden? Ne Zaman? Nasıl?"ı okuyanların gözleri, ister istemez kitapta bir makalesi bulunan Murat Paker'i aradı.
Bu konuda çalışan, şimdiye kadar yaşananların, geçiş sürecinin ve sonrasının psiko-politiğini anlatacak olanların katkısı, başımıza ne geldiğini ve neler gelebileceğini öngörmenin ötesinde, bize yakışır bir yaşamı kurabilmek için neler yapabileceğimizin ipuçlarını da verebilir. (TK/NZ)