Uluslararası İnsan Hakları Günü'nde, yani 10 Aralık günü, Kürt meselesi ve medya üzerinde durduk haliyle.
Üç günlük kısa ziyarette eski-yeni arkadaşlarımla yoğun muhabbetlerde bulundum. Tabi ki en fazla Kürt meselesi konuşuldu ama ben bir de vahim bir şekilde sürgün acısını hissettim bir çok diyalogda. Sürgün meselesini bir başka yazıda ele alacağım.
"The New Kurdish Problem"
Kürt meselesinde birkaç dönüm noktası var:
1925 Şeyh Said İsyanı, 1938 Dersim Ayaklanması, 1984 PKK'nin silahlı eylemlere başlaması...
Daha yakın bir tarihte, özellikle bugünkü durumu tahlil etmemize yardımcı olacak iki önemli olgu daha var:
ABD'nin 1991'deki ilk Irak Müdahalesinin ardından Çekiç Güç aracılığıyla Güney'e (Kuzey Irak'a) yerleşmesi ve nihayet Mart 2003 işgaliyle bölgenin en önemli askeri-siyasi gücü haline gelmesi. 1999'da Öcalan'ın yakalanması da önemli bir tarih.
Mehmet Ağar'ın açıklamaları, beşinci ateşkes sürecinde yalpalamalar, PKK'nin ve Öcalan'ın Mayıs 2007'ye kadar verdiği mühlet, vs... gibi siyasal konjonktüre ilişkin gelişmeler de Kürt dünyasında çok tartışılıyor. Ne var ki, Kürt yayın organlarında, özellikle de halen belirli bir gücü olan PKK ve PKK'ye yakın çevrelerde yeni, özgün, somut duruma uygun politikalar geliştirilemiyor. Bir çıkmaz var bu çevrelerde.
1984'de silahlı eylemler başladığında, çatışma alanı Diyarbakır-Hakkari-Van üçgeniydi; çatışan taraflar da PKK ile Türk Silahlı Kuvvetleriydi.
Dolayısıyla, Turgut Özal'ın o dönem "üç-beş çapulcunun işi" dediği bu başlangıç aşamasında meselenin sadece, belki de daha doğru bir deyişle, esas olarak iki muhatabı vardı: Ankara ve PKK.
Her iki taraf da, ama özellikle Ankara, o dönem akıllı ve barışçı bir politika izleyebilseydi, sorunu iki taraf arasında çözemeseler bile, çözüm için müsait, olumlu bir ortam yaratabilirler, hiç olmazsa çatışma seçeneği yerine dolaylı bir diyalog geliştirebilirlerdi.
Olmadı. Büyük bir ihtimalle de zaten olamazdı. Çünkü bugün bile böyle bir barışçı çözüm yolu, esasen Ankara idaresinin "hikmet-i hükümet" (raison d'Etat) anlayışı nedeniyle mümkün görünmüyor.
Ankara, Kürt meselesinin barışçı çözümünü yani Kürt haklarının resmen tanınmasını, "irtica ve şekavete" karşı kurulmuş olan Cumhuriyet'in (Res Publica değil, Res Contra İslamica& Contra Kurdica) sonu olarak algılıyor. Bu, ayrı bir tartışma konusu...
İki tarafın çözemediği sorunu...
Benim dikkat çekmek istediğim nokta başka:
Bugün Türkiye'de Kürt sorununu çözmek güçleşti. Çünkü sorunun muhatap sayısı arttı, üstelik artan muhatapların çıkarları da giderek çelişiyor.
Artık, yani 2003'den sonra, Türkiye'de Kürt meselesini çözmek için Ankara ve PKK'nin yanı sıra, özellikle Washington ve Erbil'in de onayı gerekiyor. Bağdat, Tahran ve Şam da, konu hakkında eskiye oranla daha fazla söz sahibi ya da gelişmeden daha fazla etkilenir konumda.
Keza, bu saydığım başkentlerin yanı sıra Brüksel, Moskova ve hatta Tel Aviv de Kürt meselesinde eskiye oranla daha fazla müdahil görünüyor. Müdahiller, bir başka deyişle Kürt meselesinin çözümünde çıkarı ya da zararı olan başkentlerin listesini oluşturduğumuzda bir başka garabetle karşılaşıyoruz.
Karmakarışık bir ilişki ağı içinde bulunan beş gücü ele alalım mesela: Ankara, PKK, Washington, Erbil, Bağdat. Beşinin kendi arasındaki ilişki ve çelişki yumağı da on sayfalık bir makalede bile kolayca gözlemlenecek hatta tahlil edilebilecek netlikte değil.
Kısacası, önce yerel (Diyarbakır-Hakari-Van Üçgeni) , sonra ulusal (Türkiye) bilahare bölgesel (Türkiye-Irak-İran-Suriye) boyuta ulaşan Kürt meselesi, artık global bir sorun haline geldi.
İşin bir başka ilginç yönü de şu: Çatışmanın doğrudan iki tarafı olan Ankara ve PKK, sorunun çözümü hakkında artık büyük ölçüde inisiyatif alabilecek, alsa bile somut gelişme gerçekleştirebilecek konumdan çıktı.
Erbil'in belki hala biraz inisiyatif geliştirme potansiyeli var. (Barzani, Kürt iç savaşına son verebildi mesela). Bağdat etiketi ile hareket eden ama aslında Erbil'in bir yansıması olan Talabani ise son ateşkes sürecinin önde gelen mimarı durumunda.
Gücü, ağırlığı, özel olarak diğer dört faktör üzerindeki etkisi itibarıyla bugün Kürt meselesinin çözüm anahtarı aslında Washington'un elinde. Ne var ki ABD'nin Irak işgalinde uğradığı yenilgi konjonktürel konumdan yapısal (structurel) konuma doğru geçiyor. ABD, inisyatif geliştirerek, yani pozitif bir takım hamleler yaparak değil, pasif konumuyla soruna çözüm arıyor. Barzani-Talabani ittifakını geliştiriyor, Güney'deki PKK'ye dokunmuyor, İran ve Suriye Kürtlerini harekete geçir(e)miyor, Ankara'nın taleplerini ya duymazlıktan geliyor ya da oyalıyor, mesela sınır ötesi operasyona onay vermiyor.
Çıkmazın özü; gücü, etkisi, ağırlığı olan Washington'un Irak yenilgisi nedeniyle, Kürt meselesinin çözümünü kendi gündeminin alt sıralarına göndermek zorunda kalması. Irak Çalışma Grubu raporunun Barzani, Talabani, ve PKK tarafından olumsuz karşılanması hatta sert bir dille eleştirilmesi Kürt-ABD ilişkilerinin geleceği hakkında da bir ipucu veriyor.
Görmezden gelinen işgalde iktidar
Almanya'daki yoğun sohbetlerimizde bu gelişmeleri deştiğimizde, Türkiye Kürtlerinin gerek Güney Kürtleri gerekse ABD ile ilişkilerinde önemli bir kırılmaya, yapay bir görmezlikten gelmeye tanık oldum.
Benzeri algılamaları Diyarbakır ya da İstanbul'daki Kürt meslektaş ya da arkadaşlarımla görüştüğümde de duyduğumu hatırlıyorum: Ahmede Hani'den bu yana devlet kurma düşüyle yaşayan Kürt dünyası, bugün Güney'de kurulan yapıyı hayallerinin gerçekleşmesi olarak görüyor.
Çünkü artık Hewler'de bir Kürdistan bayrağı, bir Kürt ordusu, bir Kürt Hükümeti, bir Kürt Parlamentosu var... Kısaca söylemek gerekirse, resmi hukuki statüsü çok belli olmasa da, pratikte özerk bir Cumhuriyet'le federe bir devlet arasında bir yerde, bir "entite" artık mevcut. Gariptir, Türkiye, hatta İran ve Suriye Kürt siyasi kesimleri, Hewler merkezli bu oluşuma neredeyse dokunulmaz, eleştirilemez, kutsal bir yapı olarak bakarken, daha gerçekçi olan Kuzey Iraklı Kürtler, eleştirel desteğe ihtiyaçları olduğunu belirtiyor.
Galiba Hewler hariç,- o da biraz- Ortadoğu'daki Kürtlerin çok geniş bir kesimi, Kuzey Irak'ta kurulmuş olan yeni oluşumun, ABD İşgalinin somut bir ürünü olduğunu ya görmek istemiyor, görse de kabullenmek işlerine gelmiyor.
İşgal sonrası, yani ABD'nin Irak'tan çekilmesinden sonra Irak Kürdistan'ının kaderi üzerine ne taktik ne de stratejik plan ya da fikir geliştiren var. Çünkü bu durum kimi Kürt çevrelerinde anlaşılmaz ve çelişkili de olsa, bir ABD yanlılığı yaratmış durumda. İşgal altında özerklik, federasyon ya da bağımsızlık, özgürlük olamayacağını kabul eden Kürt siyasetçisine rastlayamadım şimdiye kadar.
PKK'den KDP (Barzani'nin Kürdistan Demokratik Partisi) ya da KYB'ye (Talabani'nin Kürdistan Yurtseverler Birliği) kadar belli başlı Kürt örgütleri, tahlil ve açıklamalarında, ABD işgalini neredeyse görmezden geliyor.
Bu miyopinin temelinde İKTİDAR olgusu yatsa gerek. Güneydeki Kürtler, on yıllar sonra, ama ABD'nin sayesinde İKTİDAR gerçeğiyle tanıştı. Ve artık meseleye halk, toplum açısından değil iktidar açısından bakmaya başladı. PKK, 1984'den bu yana siyasi ve askeri olarak en zayıf dönemini yaşamasına rağmen, o da, Güney'deki bu iktidar gerçeğinden belirli ölçüde yararlanıyor, görünüyor.
Bu karmaşık durum nispeten yeni. Ancak PKK saflarında, daha doğru bir deyişle bu odağa yakın çevrelerde, 99'daki şokun üstüne yeni bir karışıklık getirmiş. Batı Avrupa'da eskiden tanıdığım PKK kadro ve sempatizanlarının önemli bir kesiminin siyasi hayattan çekildiğini öğrendim. Kalan siyasilerde ise karamsar bir hava gözledim. Sohbetlerde, ciddi bir şekilde "çıkmaz", "çaresizlik" hatta "çözülme" sözcükleri geçti.
Çok genelde, Kürt meselesine çözüm arayan kesimlerde, meselenin doğrudan, birinci elden tarafı olan kesimlerde, sol perspektiften uzaklaşma, iktidar yanlısı milliyetçi bir yaklaşım trajik bir şekilde sırıtıyordu. En önemlisi, ABD emperyalizmi konusunda olağanüstü bir duyarsızlık tezahüratı var.
Sonuç olarak, 1978 yılında, isyankar bir yoksul köylü hareketi olarak doğup, kısa sürede, bir ölçüde Ankara'nın yanlış politikaları sayesinde güçlenip gelişen PKK, bugün yerel, ulusal ve bölgesel düzeyi de aşıp global bir hal alan sorunu çözmek için gerekli olan, ne siyasi altyapıya (kadrolar, ittifak politikaları) , ne deneyime, ne de orta ya da uzun vadeli bir siyasal perspektife sahip.
Ne var ki Kürt dünyasında PKK'nin dışında, PKK'ye alternatif bir başka siyasal hareket de şimdilik ufukta görünmüyor. PKK'nin kendisini yenilemesi ve yeni koşullara ayak uydurma ihtimali ise çeşitli nedenlerle (Örgütsel yapı, önderlik, altyapı...vs...) her halükarda kısa vadede olası görünmüyor. Bu eksiklik de Kürt sorununun çözümünü geciktiren bir faktör. (RD/EÜ)