Elbette elde edilen sonuçlar hakkında aynı şeyi söylemek mümkün değil. Birincisi, ilk günün konuşmacılarının önemli bir bölümü Kürt sorununu çok genel bir düzeyde tartışmayı, bugünün somut koşulları çerçevesinde nasıl bir çözümün söz konusu olabileceğine değinmemeyi seçtiler.
Akademik bakımdan son derece değerli tartışmaların temeli olabilecek bazı bildirilerin, sorunun kendisine ışık tuttuğu tartışılamaz, ama bunlar (biri hariç) sorunun çözümüne ilişkin hiçbir somut açılım içermiyordu.
Koordinasyon kurmak
İkincisi ve daha önemlisi, böyle bir konferansın iki günlük görüşmeler sonucunda derhal sihirli bir çözüm olanağı yaratması elbette mümkün olmadığına göre, bu çalışmayı sürekli hale getirebilecek bir koordinasyonun kurulması son derece faydalı olurdu. Ne var ki, bazı bileşenlerin isteksizliği dolayısıyla bu da mümkün olmadı. Şimdi aynı çağrıcılar heyetinin (belki de kendini genişleterek) yeni girişimlerde bulunmasını dilemek gerekiyor.
Tabii yeni girişimlerin daha başarılı olması için katılımın daha da güçlendirilmesi gerekiyor. Bu bakımdan en dikkat çekici yön, işçi sınıfının örgütlerinin temsilindeki tuhaflıktı. Hak-İş başkanının hem çağrıcı, hem de oturum başkanı olarak görev aldığı bir ortamda, bir tarihsel mirasın simgesi olan DİSK adını hâlâ temsil edenlerin gölgesinin bile salona düşmemesi şaşırtıcı idi.
Bütünüyle büyük bir sorun oluşturan Türk-İş için hangi girişimlerin yapıldığını bilemiyoruz, ama bu en büyük işçi konfederasyonunun doruğunun gerici politikaları veri iken, tekil sendikalarla temas içinde yürümek en doğru hat gibi görünüyor.
Birinci fay hattı: ABD
Bırakalım, Kürt sorunu konusunda ilerici bir tavır alan bir Türk-İş sendikacısının konferansta yaptığı gibi, biz sendikalar çalışma barışını sağlıyoruz, toplumsal barışı neden sağlayamayalım? türünden insanın içini sızlatan itiraflarda bulunsunlar. Birlikte çalıştığımız ölçüde, bu tür yanlışların giderilmesi de daha kolay olur.
Konferansta Kürt sorununa demokratik ve barışçı bir çözüm konusunda tartışılanlar ise, sol basında yeni hiçbir şey söylenmedi türü bazı yorumlar çıkmış olsa da, oldukça ilginçti. Birincisi, Irakın işgali yepyeni bir olgu olduğuna göre Kuzey Irak Kürtlerinin durumu konusunda yapılan tartışma da yepyeni idi.
Bu alanda taban tabana karşıt iki görüş olduğu açıkça ortaya çıktı. Kimileri Kuzey Irak Kürt önderliklerinin çizgisini bütünüyle benimserken, bizim de içinde yer aldığımız bir grup ise, bu politik hattın hem Türkiyenin Kürtlerinin aleyhine bir ittifakın üzerinde yükseldiğini, hem de ABDnin Irakta başarısızlığı halinde Kuzey Irak Kürtleri için büyük bir felâkete yol açabileceğini savundu. Yani birinci fay hattı ABD karşısında takınılacak tutumdu.
İkinci fay hattı: AB
İkinci fay hattı Avrupa Birliği (AB) sorunuydu. Konferansın ilk oturumunda çarpıcı bir tezat yaşandı. Oturumun son konuşmacısı Mehmet Altan, kendisinden beklenebileceği gibi, bütün konuşmasını kurtuluş ABdedir teması üzerine kurdu. Bu kadarla da kalmadı, Türkiyede son dönemde demokratikleşme hızının çok arttığını bile söyledi!
Oysa kendisinden biraz önce konuşmuş olan Diyarbakır Barosu Başkanı Av. Sezgin Tanrıkulu, mükemmel kanıtlarla, sözde uyum paketlerinin ne kadar gülünç sonuçlar yarattığını ortaya koymuştu. (Kürt Enstitüsü Başkanı Şefik Beyaz da ikinci gün Tanrıkulunun verdiği somut bilgilere bir yenisini ekleyecekti: Şanlıurfada Kürtçe kursu açılması için yapılan başvuruya devletin cevabı Kürtçe diye bir dil yoktur, öyleyse kursa da gerek yoktur olmuştu!) Bu satırların yazarı, konferansta ABnin bir çözüm olmadığını altını çize çize belirtti.
ÖDPnin açılımı
Yeni bir şey daha vardı: Özgürlük ve Dayanışma Partisinin (ÖDP) bu konferansta yaptığı açılım, bu partinin Kürt sorununa yaklaşımında son derece olumlu bir değişikliğin başlangıcına işaret ediyor.
Sadece Genel Başkan Hayri Kozanoğlu değil, diğer ÖDPli konuşmacılar da KADEKin Türkiyenin siyasi hayatına kazanılması gerektiğini belirtmenin yanı sıra, bu partiden duymaya alışık olmadığımız başka şeyler söylediler.
Bu söylenenleri elbette ÖDPnin bölünmesinden önce Kürt hareketi içinde sadece meşru ve demokratik güçleri göz önüne almakta ısrar eden parti çoğunluğu açısından pratikte özeleştiri saymak gerekiyor.
Özne sorunu
Gerçek bir özeleştiri yapılsın ya da yapılmasın, solda görmezlikten gelinemeyecek bir güç olarak ÖDPnin Kürt sorununda eskisinden daha doğru bir politik hatta yönelmesi hepimiz açısından sevindiricidir.
Elbette başka önemli tartışmalar da vardı. Ama konferansın çoğu katılımcısının yüzleşmeye yanaşmadığı bir büyük soru vardı: Özne sorunu. Herkes siyasal, barışçı, demokratik bir çözüme ulaşmak için ne yapılması gerektiğini tartışıyordu.
Yani hep nasıl? sorusu tartışılıyordu. Ama pek az katılımcı, kim? sorusunu sordu. Oysa bu sorunun cevabı konferansa katılımın bileşiminden bile belli oluyordu.
Karayalçın ve Altan
Düzen partilerinden, hatta bu partilere yakın şahsiyetlerden konferansa birkaç istisna dışında katılım yoktu. Bu durumda konuşmacılardan birinin buraya sol hakim oldu diye şikâyet etmesi biraz tuhaf oluyordu.
Sağ (ve bazılarının sol gördüğü sözde sosyal demokrasi) davet edilmişti ama gelmemişti! Düzen güçlerinden gelen siyasi parti temsilcisi SHP başkanı Murat Karayalçındı. Aydınlar arasında ise, hâlâ Özalcı çizgiyi izleyen Mehmet Altan dikkati çekiyordu. Ama bu istisnaların davranışlarına dikkat çekmek gerekiyor.
Her ikisi de kendileri konuştuktan sonra çekip gittiler. Diyaloga ve birlikte iş yapmaya değil, bize kendi yüksek fikirlerini açıklamaya gelmişlerdi. Karayalçının uzun konuşmasının tek mesajı SHP iktidara gelirse Kürtler kurtulur idi. Yani bana oy verin diyordu.
Kürt kadınları
Altanınkinin ise ABye girersek Kürtler kurtulur olduğunu belirtmiştik. Bu ikisinin ortak yanının ne olduğu ortada değil mi? Kürtlere ve onlarla ittifak yapabilecek gerçek sola siz bekleyin, bir kurtarıcı sizi kurtaracak demekten başka nasıl yorumlanabilir bunlar?
Oysa kurtuluşun yolunun mücadeleden geçtiğini Kürt kadınları, gençleri, kitleleri her gün sokağa çıkarak gösteriyor. Bizim konferansta savunduğumuz esas fikir de bu eksende idi. Eğer kurtuluş mücadelede ise, gerçekçi olmak gerek.
Burjuva düzeninin güçleri bu amaca omuz vermeyecektir. Öyleyse geriye kazanılacak güçler kalıyor. Bu güçler de işçilerdir, emekçilerdir, öteki ezilenlerdir. Ama Kürt hareketi düzen güçleriyle ittifak yapılamayacağını hâlâ kabul edememiş görünüyor.
Birlikte cevap vermek
Onları yumuşatacak politikaları öne sürüyor hep. Bu ise işçi ve emekçileri Türk milliyetçisi kapıkulu sola itmekten başka bir anlama gelmiyor. Kürt hareketi, işçi sınıfını yanına çekmek istiyorsa, ABDnin emperyalist politikalarına cepheden karşı çıkmalı, Türkiyeye Uluslararası Para Fonu (IMF) ile aynı programı dayatan ABye bel bağladığını açıklamaktan vazgeçmeli, özelleştirme ve yoksullaştırma politikalarına cepheden taarruz etmelidir.
Ancak nasıl? ve kim? sorularına birlikte cevap vererek çözüme ulaşmanın doğru yöntemini bulabiliriz. (SS/NM)