Başak Kültür ve Sanat Vakfı, Heinrich Böll Stiftung Derneği ve Verein Basak Schweiz Derneği desteği ile zorunlu göçün kadınlar üzerindeki olumsuz etkisine dikkat çekmek amacıyla gerçekleştirilen ve Ayizi Kitap'tan yayınlanan "Ne Değişti?: Kürt Kadınların Zorunlu Göç Deneyimi Araştırması"nın sonuçları açıklandı.
Sendika uzmanı Dr. Handan Çağlayan, Boğaziçi Üniversitesi'nden Prof. Dr. Şemsa Özar ve Başak Vakfı'nda görevli sosyolog Ayşe Tepe Doğan'ın yaptığı araştırma kadınların zorunlu göç sürecindeki özgül deneyimlerine odaklanıyor.
Araştırma, İstanbul'un 15 ilçesinde, zorunlu göç yaşamış 500 haneye uygulanan alan araştırmasının kadınlar ve kız çocukları ile ilgili bulgularıyla 25 kadın ve kız çocuğuyla yapılmış derinlemesine görüşmelere dayanıyor.
Tepe-Doğan, "Daha önce zorunlu göçle gelen ailelerin yaşam koşulları, sorunları, istihdam ve eğitim durumları, göçün gençler üzerine etkilerine yönelik yaptığımız iki kapsamlı alan araştırması da bu çalışmaya kaynak oldu. Bu sefer de şimdiye dek yeterince üzerinde durulmayan kadınların bu konudaki deneyimlerine yoğunlaştık" diyor.
Çağlayan, araştırmanın sadece bir mağduriyeti değil, o kadınların içinde bulunduğu duruma rağmen nasıl bir güç potansiyeli taşıdığını anlattığını belirtiyor.
Çalışmanın kolektif kadın dayanışmasının bir ürünü olduğunu belirterek sözlerine başlayan Özar, "zorunlu göç üzerine sıkça çalışılan bir konu olda da bu araştırmanın özelliği, kadınların sesini, erkeklerden farklı deneyimlerini öne çıkarmaktı" diyor.
Araştırma sonuçlarından bazı satırbaşları şöyle:
* Zorunlu göç, insanların yaşadığı yerle bağlantılarını yok ederken, ekonomik ve politik baskıların da etkisiyle aileler göç esnasında parçalanıyor. Aile büyükleriyle kalan çocuklar Kürtçe konuşurken, şehre gidenler Kürtçeyi unutuyor, Türkçe konuşuyor. Tekrar biraraya geldiklerinde aynı dili konuşmuyor olduklarını farkediyorlar.
* Yoksulluk, güvenlik güçlerinin baskılarının göç edilen yerde de devam etmesi, cezaevindeki eşe/babaya yakın olmaya çalışma gibi nedenlerle yeniden göç etme zorunda kalınması, ailenin biraraya gelememesi sürekli bir yas ve travmaya neden oluyor. Zorunlu göç yaşayan kadınların ruh halinde bir yere ait olmama, geleceğe güvensizlik önemli bir yer tutuyor.
* Türkçe bilmeme ve çevreyi tanımama nedeniyle kadınlar göçün ilk yıllarında eve kapanıyor. Bu durum, Türkçe öğrenme ve çevreyi tanımanın etkisiyle sona eriyor.
* Göç edilen yerin öngörülmezliklerle dolu olması, en güvenilir yapı olarak aileyi bırakıyor. Burada bir yandan zorluklarla her beraber baş etmeye çalışılırken, aile içinde cinsiyete dayalı rol dağılımı ve iş bölümü, gerek eğitim gerekse çalışma konusunda en çok fedakarlığın kız çocukları ve genç kadınların payına düşmesine yol açıyor.
* Kimliklerinin aşağılandığı, dillerinin hükümsüzleştiği metropollerde Kürtler de kendi mahallelerini oluşturuyor. Bu bölgeler kadınlar için bir güven ortamı oluşturuyor. Ama burada da toplumsal cinsiyet kaynaklı eşitsizlikler oluyor. Aile içi denetim mahallenin içindeki denetime dönüşüyor.
* Çalışmaya başlama ve siyasi partiyle ilişki hem sosyalleşmenin önemli bir ayağı, hem de kadına aile içi ilişkileri dönüştürmeye hizmet eden bir serbestlik sağlıyor.
* Okumak genç kadınlar için aile içinde daha rahat hareket etmenin, kendi hayatları üzerinde söz sahibi olmanın bir aracı. Daha iyi koşullarda iş bulma, okulda dışlanmama gibi nedenlerle genç kadınlarda günlük hayatından Kürtçeyi çıkarma eğilimi oluyor. Kürtçe bir taraftan günlük hayattan çıkarkeni diğer yandan kurslarla yeniden öğrenilmeye çalışılıyor.
Araştırma zorunlu göç sonrasında Kürt olmanın, kadın olmanın, kriminalize edilen kimliğe sahip olmanın yol açtığı baskıları ortaya koyarken, bu koşullarda yaşayan kadınların hayatı yeniden örme mücadelesine de dikkat çekiyor. (ÇT)