Şu sıralar küresel dünyada, iktidarın devlet elinden giderek alınması talebi iki zıt kutupta gelişiyor. Küreselleşme bir yandan devletlerin demokratik iktidarlarını yitirmeleri ve diğer yandan ise devletlerin uluslararası normlara uyum sağlamaları ikilemiyle oluşan sorunlarda yoğunlaşıyor. Bu sorunlardan biri "uluslararası normların" hangi biçimde olacağı sorusunun yanı sıra, bir diğeri de ulusal aidiyetlerin sona ermesiyle kişisel aidiyetlerin ne biçim alacağı sorunsalıdır.
Sınırlar kalkmaz
Sınırların kalkacağına yönelik heyecanlı ve aynı zamanda karamsar yaklaşımlara karşılık Seyla Benhabib, sınırların kaldırılmasının mümkün olamayacağını, olsa olsa "yumuşatılacağını" savunur. Vatandaşlık konusunda ise, bir yandan devletlerin ortadan kaldırılması anlayışına diğer yandan ise "kosmopolitizm" düşüncesine eleştirel yaklaşır. Çünkü, demokrasilerde "etnik" ve "siyasi" entegrasyon biçimleri arasında ayırım yapabilmek için, Benhabib'e göre anayasal açıdan belirlenmiş kültürel, yasal ve siyasal temele dayanan demokratik kimlikler gerekmektedir.
Seyla Benhabib ile "küreselleşme" üzerine konuştuk:
-'Yöresellikten uzaklaştırılan siyasetten' söz ediyorsunuz. Ancak gördüğümüz kadarıyla, dünyada ve toplumlarda sınırlar tamamen ortadan kaldırılmamaktadır. Olsa olsa sınırlar biraz daha saydamlaşıyor. Ayrıca günlük yaşamda, sınırların evrensel, ya da kosmopolitik kimlikler yönünde yok olacağı da gözlenmemekte. Bu durumda yöreselliğin kurumsallaşması ile yöreselliğin ortadan kalkması arasındaki ilişki nasıl belirlenebilir?
Öncelikle "küreselleşme" kavramı bir moda kavrama dönüştü. Bu kavramla ifade edilmek istenen, ulusal siyasi hareket olanaklarının uluslararası olanaklar uğruna yok edilmesi sürecidir. "Küreselleşme", yani ulusal perspektiften yola çıkan çerçeveyi reddeden yaklaşım, reel olarak ekonomik, enformasyon ve iletişim alanlarında hareket etmektedir; adı geçen her üç alanın da hedefi kosmopolitik kimliklerin oluşturulması değil, tam tersi, hareket olanaklarının yeni teknolojilerin kullanımıyla genişletilmesidir. Kimlikler ya da kültürel alanlarda aynı sürecin yaşanmadığı bir başka realitedir. Bir başka nokta da gözlenebilmektedir: Siyasetin kendisine ve siyasete yönelik talepler artmaktadır. İlk "küresel" düşünen insanlar aslında, kendi ulusal çerçevelerinin taleplerini ifadede ve isteklerinin uygulanmasında yetersiz kaldığını gören çevre hareketleridir. En son örnekte de gördüğümüz gibi, Seattle ve Nizza'daki göstericiler kapitalizme karşı mücadelelerini bundan böyle "uluslararası" olarak algılıyorlar. Ancak bu mücadelenin ifade edilmesi için henüz kurumsal bir temel mevcut değil.
-Hem yöresellik hem de anti-yöresellik özellikle batı ülkelerinde göçmenler konusunda gözlenebiliyor. Batı dünyası kendisini ilerlemenin öncüsü olarak yansıtmaya çalışsa da, ırkçılık hem kültürel hem de siyasi boyutta gündemdedir; örneğin "Avrupa Kalesi" kavramında görüldüğü gibi...
Göçmen hareketleri gerçekte var olan bir gelişmedir. Sorun, göçmen olgusuna hangi çerçevede yaklaşıldığıdır. İşte bu noktada "küresel" bir yaklaşımdan söz etmek oldukça güç. Göçmen hareketlerini düzenleyen mekanizmalar ulusal devletler ya da ulusal devletlerden oluşan birliklerdir. Ulusal düzeyde sürdürülen bu düzenlemeler ise doğal olarak milliyetçilik ve ırkçılık için bir taban oluşturmaktadır.
-Kosmopolitik mantık ve kültür en azından küreselleşmenin karanlık yüzüne alternatif yaratmak yönünde bir talep olarak mevcut. Ancak, böylesi bir talebi gerçekleştirme tam da bu karanlık çehrenin iradesiyle oluşmuyor mu? Örnek olarak Anti-ırkçılık gösterilebilir: İlerici bir birlik olarak tanımlayamayacağımız Avrupa Sanayiciler Birliği (European Round Table of Industrialists), Üniversite eğitimi alanında yabancı kültürlerin daha iyi algılanması yönünde program, yani anti ırkçı bir yaklaşım talep etmektedir. Ancak bu istem, toplumsal bir dönüşümden çok, teknokratik işadamı mentalitesinden kaynaklanmaktadır. Yani, yatırımcı ve sermaye sınır tanımaz anlayışı...
Sermayenin, kendi çıkarları doğrultusunda ve ekonomik nedenlerle, belli talepleri olan tüketici bir kesim ya da üretim alanı olarak görülen yabancı kültürlere karşı görece bir saygı içinde olduğu kesin. Yabancı kültürler bu noktada metalaştırılmaktadır. Burada son günlerde gündeme gelen Green-Card tartışması örnek olarak gösterilebilir. Ancak bu tür gelişmelerin ırkçılığı ne ölçüde ortadan kaldıracağı son derece şüphelidir.
-Bu bağlamda Green-Card tartışmasında bir Alman politikacısının "Hintli yerine daha fazla Alman çocuk" sloganı örnek verilebilir.
Bu noktaya değinmeniz bana "küresel mentalite" konusunda yaşanan sorunlara yaklaşmamada yardımcı olacak. Ortadan kaldırılması kurgulanan düşünce ne yazık ki yalnızca gerçekliğin sorunlarında değil, aynı zamanda karşı çıkılanın alanında da yaşanıyor. Örneğin anti-ırkçılık ve anti-seksizm: Anti-ırkçılık her kültüre karşı bir hoşgörüyü içerir. Ancak birçok kültür anti-seksist bakış açısından yola çıkılırsa kolay kolay kabul edilir değil. Örneğin, İslam ya da Afrika kültürlerinde yerleşik olan çok boyutlu seksizm ve baskı anlayışlarını desteklemek olası mıdır? Kesinlikle hayır. Burada böylesi yaklaşımlara nasıl bakılacağı önemlidir. Kültürler arası iletişim konusunda aslında hangi temelden, nereden bakılarak tartışıldığı önemlidir. Her bakış açısından ya da bakılan mekandan yola çıkılırsa, yalnızca küçük bir coğrafi kesit ele alınmaktadır. Kültürler arası tartışmalarda ise diğer kültürün bazı önemli nüvelerinin ele alınmadığı, alınamadığı ve alınması için mekanizmaların olmadığı göze çarpmaktadır.
-Öyleyse, sözü edilen "küresel mentalite", belli bir düşünce modelinin bir dizi bakış açısının, düşünce modellerinin üzerinde hegemoni kurmaya yönelik olarak algılanabilir. Yani bir çeşit yeni bir batı "şovenizmi" olarak... Ya da Amerikanlaştırma hedefindeki "küresel mentalite"... Bir Afrikalı insanın bu konuda ne düşündüğünü bilmek, bu hegemonik modele nasıl yaklaştığını bilmek son derece ilginç olabilir...
"Sözünü ettiğiniz "Amerikanlaştırma" kanımca gerçek süreçlerin tanımında yetersiz kalır. Ekonomik alanda yalnızca amerikan modelinin olmadığı gibi, yani alman, Fransız ve genel olarak trans-nasyonal tekellerin küreselleşmeyi yönlendirdikleri gibi, coğrafi ve kültürel alandaki "küreselleşmede" de belirli, çerçevesi kesin tek bir modelden söz etmek doğru olmaz. Küreselleşme sürekli kendi biçimini dönüştüren, sürekli yeni ilişkileri ortaya çıkaran bir süreçtir. Tabii ki bugün bu süreç batı normları temelinde gelişmektedir. O nedenle farklı kültürleri bu sürece kanalize etmek giderek güçleşmektedir. Ayrıca batı kültürü de sürekli eleştirilmesi gereken bir içerik taşımaktadır. Özellikle postmodern yaklaşımlar bu eleştiriyi gündeme getirmişlerdir. En önemli sorun, bu normlar zincirinin, daha doğrusu bu normların pozitif yanlarının küresel sivil toplum değerleriyle bütünleştirebilmektir. Bir Afrikalı küreselleşme konusunda ne düşünüyor sorusuna gelince... Afrika aslında küreselleşme süreçlerinin kesinlikle "küresel" olarak gelişmediğini gösteren açık bir örnek. "Ulus devletin sonu" sorunsalı Afrika'da da gündemde, ama ters bir yönde: Ruanda gibi ulus devletler ortadan kalkıyorlar, ama etnik parçalanmalar temelinde. Bunun temelinde, bu ulus devletlerin organik biçimde oluşmadıkları yatıyor. Ancak küreselleşen batı yapılanmalarının ne ölçüde organik oluştuğu da ve o nedenle ne kadar ayakta kalabilecekleri de sorulmalı.
-Geldiğimiz noktada "küreselleşme" bireyin kendisini geliştireceği bir sistem olarak lanse edilmekte. Bunun gerçeklikte böyle olmadığı ortada, çünkü küreselleşme söylemlerinin en önemli kavramlarından birisi olan "kendi ayakları üzerinde duran bireysellikler", var olan gerçekliklere ters orantılıdır.
Doğru. Çünkü bu bireysellik sloganlarıyla hedeflenen örgütlü bireylerin ortadan kaldırılmasıdır...
-Öyleyse, yaşadığımız zamanın göstergesi bu değil mi? Yani aslında "bireysellik" başarıya ulaşmadı mı?
Pozitif yaklaşımdan yola çıkarak, "bireyselliğin" asla gerçekleşemeyeceğini savunuyorum. Gerçekleşen, bireylerin ve kişiliklerin parçalanması. Bireyin kendisini koruyabilmesinin önünde yoğun bir meta dünyası mevcut. Ayrıca bu metalar yanı sıra, bireyin oynamak zorunda kaldığı roller, bireysel gelişmelerin önünde aşılması zor engeller olarak ortada. Bilindiği gibi postmodern tartışmada, öznenin "aşılmasının" bir hedef olup olamayacağı ele alındı. Bu şirin ama anlamsız bir denemeydi. Çünkü "bireyselliğin" gelişebileceği temel her zaman öznenin kendisidir ve o nedenle gereklidir.