Çetin Altan yıllar önce, yanılmıyorsam, Akşam gazetesinden Milliyet'e transfer olduğunda, etrafta gürültü patırtı kopmuştu. Altan da bu tantanaya cevaben 'Karaköy'de çalışan bir kadın, 5 numaradan 14 numaraya geçtiğinde kimsenin sesi sedası çıkmaz, biz gazete değiştirdiğimizde gökgürültüsü...' mealinde bir şeyler yazmıştı.
Fransa'da son 10 yılda yapılan kamuoyu anketlerinde, gazetecilerin, toplumun güvenilmez kurum ve kişiler listesinde, genellikle politikacılarla hayat kadınları arasında 2. ya da 3. sırada yer almaları, Çetin Altan'ın yanıtını doğrular nitelikte. Ki, ben bu sıralamada hayat kadınlarına haksızlık yapıldığını düşünürüm hep.
Son 25-30 yıl içinde gazete değiştiren yazar, muhabir, editör ya da yöneticilerin genel bir bilançosunu çıkardığımızda, ortaya sonuç olarak bir 'Ali Veli ya da Veli Ali' tablosuyla karşılaşıyoruz. Açayım:
Türk egemen medyası, çeşitli vida, civata, çark, kol, piston ve alet edevattan oluşan bir mekanizmadır. Bu alemde hiç bir parçanın özel, özgün, ehemmiyetli işlev ya da konumu yoktur. Herhangi bir parça, bölüm, mil aksadığında Talimhane'deki yedek parçacılara uğrayıp orijinal ya da yan sanayii ürünü parçayı alıp yerine takabilirsiniz. Makine ya da mekanizma eskisi gibi çalışmaya devam eder.
Popüler ama yalnız
Türk egemen medyasında çalıştığı gazete, radyo ya da televizyondan ayrılıp bir başkasına geçen hiç bir meslekdaşımız peşinden okur, dinleyici, izleyici kitlesini sürükleyememiştir. Tirajlarda, dinlenme oranlarında ya da reytinglerde herhangi bir kımıldamaya rastgelinmemiştir. Çünkü Türk egemen medyası esas hizmet etmesi gereken kesim olan okur, kamu ya da toplum odaklı değil, aksine eleştirmesi, sorgulaması gereken iktidar odaklı bir medyadır.
Bu nitelik, Türk egemen medya organlarının asli kimliğini, künyesini oluşturduğu için, isim, logo, hurufat, sayfa düzenlemesi gibi farklılıkların dışında egemen yayın organları aslında bir tek gazete, bir tek radyo ve bir tek televizyondan oluşmaktadır. Hakiki hayatta ve gerçekte bulunan toplumsal çeşitliliği, siyasal renkliliği, kültürel zenginliği Türk egemen medyasında göremezsiniz. Tek çeşitlilik, değişen iktidar sahiplerinin isimleridir. Er olan sözünden dönmez! Türk medyası Genel Kurmay Başkanı A ya da B'yi, X ya da Y hükümetini desteklemez, onun sözcüsü değildir, Türk medyası, iktidardakinin sesidir.
Daha da vahimi, herhangi bir meslekdaşın herhangi bir medya organından ayrıldığı bile ancak haber konusu olursa okurların farkına varabileceği bir olgu haline gelir. Yeri doldurulamayacak yazar, muhabir, editör, yönetici yoktur, olmamıştır, bu gidişle de olmayacaktır. Varlığı ile yokluğu arasında uçurum farkı yaratabilecek yazar, çizer,muhabir, editöre ya da yöneticiye de henüz tesadüf edilmemiştir. Zorlayın belleğinizi, çıkarıp bulun bakalım...
İşe göre adam
Etyen Mahçupyan'ın pek hoş, bir o kadar da doğru bir gözlemini aktarayım: 'Adam lüks bir hastahane kuruyor. Maksat zengin hastaları çekmek. Bu hastahanenin bütçesinde en büyük kalem doktora ya da sağlık personeline gitmiyor, kat görevlisine, halkla ilişkiler bölümüne, yemek ve ağırlama bölümüne gidiyor. Çünkü bu lüks hastahane aslında 5 yıldızlı bir otel gibi çalışıyor. Lokomotif sağlık değil, lüks ortam.
Bizim Türk medyası da böyle çalışıyor. Bizim gazetelerde, radyo ve televizyonlarda, iyi gazeteciye, iyi haberciye, iyi editöre ihtiyaç yok, çünkü bu medya habercilik yapmak için kurulmamış, habercilik işlevi en önemli faaliyeti değil. İktidarla ilişkileri iyi tutacak insanlara ihtiyaçları var gazete işverenlerinin. Onların iyi haberci, iyi gazeteci olmasına gerek yok. Başka bir takım meleke ve yetenekleri olması gerekir'.
Sözkonusu lüks hastahane ne kadar hastahane ise, Türk medyası da o kadar medya! Yumurtasız omlet durumları mevzubahis yani!
Varsa yoksa iktidar!
Deli profesör rollerine girmeye gayret eden bir megaloman, Türk medya işverenlerine akıl verirdi bir zamanlar. Çünkü, aslında patronlar iyi imiş de Genel Yayın Yönetmenleri patronlarını doğru yönlendirmiyormuş. Osmanlı'dan bu yana, ukala münevverlerin yaklaşımıdır bu: 'Yüce Padişahım, siz mükemmelsizin de, şu şu Vezirleriniz size yanlış malumat veriyor. Getirin beni Sadrazamlığa bakın ne güzel yönetirsiniz memleketi'. Aslında işsizliğin de bir onuru olması gerekir(di), tıpkı Profesör ünvanınki gibi...
Cumhuriyet muhabiri Asiye Yıldız, yıllar önce Gazeteciler Cemiyeti yayınları arasında yayınlanan araştırmasında, başta muhabirler olmak üzere, Türk gazetecilerinin eğitim, kültür, bilgi, birikim, yabancı dil alanlarındaki düzey bilançosunu çıkarıp, değerlendirmişti. Durum hiç iç açıcı değildi.
Bugün aynı araştırma, anket yapılsa, kuşkusuz biraz daha iyi bir tablo ortaya çıkar: Üniversite mezunlarının, yabancı dil bilenlerin, hatta master belki de doktoralı gazetecilerin sayısı çok büyük bir ihtimalle artmıştır. Ne var ki bu artış, mesleki vicdan ve şahsiyet, profesyonel ilkelere sadakat, kamuya hizmet gibi kıstaslar gibi alanlarda herhangi olumlu bir etki, katkı yaratmıyor.
Vicdan, şahsiyet, mesleki onur konusunda ilkokul diploması bile alabilmiş gazeteci sayısı iki elin parmaklarını geçmez. Dış görünümlerinde pek modernler, pek şıklar. Los Angeles'deki t-bone steak lokantalarından gurme yazıları yazacak kadar beceriklidirler, Abu Dabi'deki hamilelik günlerini yazıya dökecek kadar şahsiyetlidirler ama en küçük iktidar karşısında hemen boyunlarını eğerler. İktidarın tabularını kendi tabuları olarak benimserler. Yoksullara, mülksüzlere karşı müthiş bir küçümseme, aşağılama ve nefret duydukları yetmiyormuş gibi, iktidar ve mülk sahiplerine de olağanüstü hayrandırlar. Pek nefret ettikleri Yılmaz Güney'in kahramanları, boynu bükük ölürken, bunlar boynu bükük doğmuşlardır.
Tekellerin egemen olduğu Türk medya ortamında, işverenler, çalışanlara karşı bir aralar 'Centimenlik Anlaşması' adını verdikleri bir kartel sözleşmesi yapmışlardı. Mafyatik bir anlaşma idi. Şimdi pek işlemiyor galiba...
Yeni yepyeni süper yeni ama...
Okuyorum, duyuyorum. Bir tekelde yıllarca çalışıp, o tekelin çıkarları uğruna kimi zaman usturuplu kimi zaman fütursuzca meslek ilkelerini çiğneyen, işverene alet olan insanlar, bir gün rakip tekele geçiveriyorlar. Hiç bir şey olmamış gibi. Sanki hiç bir geçmişleri yokmuş gibi. Sıfır yılı bu kadar basit bir espri midir? Geçmiş yıllar bir anda silinip gidiyor adeta. Arşivler yanmadı halbuki...Bilanço, değerlendirme, eleştiri ya da özeleştiri çok mu nadir şeylerdir? Transfer eden de, edilen de hiç bir vicdani muhasebe yapmadan nasıl çalışabilir? Cüzdani muhasebe vicdani muhasebenin yolunu mu tıkıyor?
Bir sürü örnek vaka çalışması yaptıktan sonra Türk medya işvereninin istihdam kriterlerini çıkarabiliriz: Türk medya işvereni, tıpkı medya gibi, tarihsiz ve geçmişsiz çalışanı bağrına basar. Ne geçmişini ne bugünü ne de geleceği sorgulayacak insan ister. Medya işvereni, haberciyi değil propagandacıyı talep eder. Bunlar Müslümandır ama çalışanla işveren arasında Katolik nikahı ister. Sadakat esastır, iktidar ve çıkarlar değiştikçe sadakatın konu ve alanı da değişmelidir. Makbul medya çalışanı, ne zaman nerede nasıl esnek olunacağını bilmesi gereken bir karaktere sahip olmalıdır. Biz buna halk dilinde yalaka, siyasi literatürde oportünizm, diplomatik jargonda da 'şahsiyetli tutum' diyoruz. Türk medya çalışanlarının haleti ruhiyesi ile çalışmaya ilişkin standartlarını da sonuç olarak işverenler belirlediği için mutlu bir işçi-işveren dayanışması hatta birlikteliği de doğmuş ve gelişmiş oluyor. Tavla filan oynayıp köşe yazısı yazıyorlar sonra... Şeşü dü, patron onu da üzdü, dü beş, öğren de gel keleş, sen patronunu ancak rüyanda yenersin...
Böylelikle, Türk egemen medyası çalışanlarının, sadece teknik ve mesleki anlamda değil şahsiyet ve siyaset düzleminde de çokamaçlı ve çokişlevli bir kimliğe sahip olduğunu saptayabiliriz. Ne var ki amaç ve işlevler gazeteciliğin amaç ve işlevleri değildir kesinlikle.
Yıllar önce, rahmetli babama ünlü bir gazeteciyi tanıyıp tanımadığını, nasıl bir insan olduğunu sormuştum:
- Tanırım, benim için şeffaf bir adamdır,
demişti ama yüz ifadesi olumsuzdu. Anlamadım:
- Nasıl yani?
- Bu adam önümden geçer, o kadar şeffaftır ki, ben arkasındaki duvarı görürüm! (RD/YS)