Hıristiyan değerleri çerçeveli görüşlerini ırkçılıkla harmanlayıp hümanizm adına sunarken ciddiyetten uzak görünen bir AB ülkesinin tarihsel önyargılardan beslenen tezleri, AB değerlerine ve politikalarına ilişkin soruları yeniden filizlendirdi. Şovenist milliyetçilik ile AB arasındaki karşıtlıktan beslenen ve sadece bu iki olguya seçilme hakkı tanıyan siyasal-toplumsal formasyonların sığınacakları cevaplar, temsil yetisinin asgari koşullarından bile mahrum kalacak.
Avrupa Birliği, gerek ideolojisi gerekse bu doğrultuda oluşturduğu politikaları vasıtasıyla kendi devamlılığını yeniden üreten, standartlar geliştiren ve bu standartlar aracılığıyla bütünleşmeye merkezi bir konum atfeden, ulusların ekonomik politikalarını kendine temel alan/ulusal ekonomiler üzerinde yükselen uluslarüstü bir siyasi yapılanma. Bu nitelikleri itibariyle oluşum, küreselleşme sürecinin en önemli taşıyıcılarından biri olma misyonuna sahip. Orta doğu ve Kafkasya üzerindeki politik ABD-AB karşıtlığı, çok daha genel bir çerçevede, küreselleşme sürecindeki rol paylaşımının bir sonucu olarak değerlendirilmeli.
Küreselleşmenin bir akım/perspektif değil, bir olay/süreç olduğu temel alındığında, modern kurumlarla geleneksel kurumlar arasında yer yer bir kimlik tartışmasına kadar uzanan uyum problemlerini gündeme getirmiş/getirmekte olan Türk Modernleşmesi de global ölçekte yaşanan değişimlerin ışığında yansımasını buluyor. Dolayısıyla hem Türkiye'nin Avrupa ile bütünleşme sürecini ve bu süreçte gerçekleşecek olası değişimlerin yönünü öngörebilmek hem de AB'nin uluslararası siyasetteki konumunu ve amaçlarını belirleyebilmek öncelikle dünya siyasetinin ve küreselleşmenin temel olgularını analiz etmekle mümkün olacak:
Avrupa Birliği nereye gidiyor?
AB, 1 Mayıs 2004'te 10 yeni ülkesine kavuşmasının ardından 450 milyonluk nüfusuyla dünyanın en büyük ortak pazarı haline geldi. Genişlemiş AB, ekonomik potansiyelini/ekonomik gücünü ve dolayısıyla dünya üzerindeki etkisini arttırmakla kalmayıp küresel egemenlik yarışı içinde ABD'ye eşit bir politik konuma kendisini yerleştirdi. Savaşlar, siyasi istikrarsızlık ve ekonomik az gelişmişlik ile nitelendirilen, Batı tarafından gettolaştırılmış olan "Avrupa'nın gayri meşru çocuğu" Balkanlara da genişleme eğilimi gösteren AB, Türkiye üzerinden oluşturduğu politikalar vasıtasıyla da hem kültür temelli karşıtlıkları yumuşatmak ve bu yolla kendisine yönelik olası tehditlere engel olmak hem de Hazar petrolleri nedeniyle Kafkasya, Türkiye ile mevcut siyasi ve kültürel bağların varlığı nedeniyle de Orta Asya siyaseti üzerindeki etkisini attırmak gayreti içinde.
Bu dış faktörlerin/gelişmelerin yanı sıra, iç politikaya yönelik olarak bir yandan AB vatandaşlarının isteklerini ve sosyo-politik tercihlerini yansıtmak, diğer yandan da endüstri devlerinin lobi çalışmalarına dayanarak karar vermek gibi bir karşıtlığı uyumlaştırarak kendi meşruiyetini uzun vadeli kılmak gibi bir uğraşın da içerisinde. Tüm bu karşıt gibi algılanabilecek politikaların nedenini ya da amaçladıklarını sorgulayabilmemiz ve Türkiye'nin bu politikaların uygulanması aşamasındaki işlevini haklı bir zemine oturtabilmemiz için temel bir sorudan başlamamız gerekiyor: "Avrupa Birliği, nereye gidiyor?"
Egemenliğin devri ne demektir?
17 Aralık Brüksel AB zirvesinden, Türkiye'nin müzakere sürecine başlama kararının çıkmasının ardından oluşum sürecine giren yeni ve çok taraflı yapılanma, AB sürecini devlete yakın, seçkinci elit bir tabakanın himayesinden çıkartıp, bizatihi sürecin en derin ve doğrudan etkilerini hisseden, farklı çıkarlara sahip olması muhtemel geniş halk kesimini de müzakereler içerisinde etkin bir rol paylaşımına dahil etme amacı taşıyor.
Bu durum en geniş katılım, eşgüdüm ve işbirliğini esas aldığı gibi, Avrupa ile bütünleşme sürecinde kamu ile toplum arasında var olan ve zaman zaman yurttaşları, mevcut siyasal ve ekonomik çerçevenin meşrulaştırılması için bir araç haline getiren, manipülasyona dayanan sürecin kırılması nedeniyle de ulusal ve demokratik bir süreçle beraber ilerliyor. İşte bu demokratik süreç, Türkiye'nin demokrasi tarihinin niteliğinden olsa gerek, geleneksel/ulusal özelliklerle eklemlenince egemenliğin devri konusunda bir meşruiyet sorununu beraberinde getiriyor.
Öyle ki; Avrupa Birliği'ne girme sürecinde kuşkusuz en çok sorun oluşturan konu ulusal egemenliğin sınırlanmasına ilişkin. Egemenliğin devri konusunda, egemen yetkilerin genelde uluslararası kuruluşlar özelde de AB ile paylaşılmasının bir gereklilik olarak ön plana çıkarılması, ulusal anayasamızın Avrupa'nın entegrasyon sürecine bakışının hem yetersiz olması hem de şeffaf olmaması ile beraber düşünüldüğünde önemli açmazları beraberinde getiriyor.
Her ne kadar Türkiye-AB ilişkilerinin gündemini belirleyen konular siyasi içerikli de olsa, hukuki bir zemine yerleştirilmesi gereken egemenliğin devri konusunda, kısa vadede olmasa da, bir yöntem tartışmasının gündeme geleceği de açıktır. Öyle ki; ulusal kurtuluş mücadelesi sürerken çerçevesi çizilmiş ve bu mücadelenin itici güçlerinden birisi olan "Egemenlik kayıtsız şartsız milletidir" ilkesinden vazgeçilmesi ve egemenliğin AB organlarına devri söz konusu ise, bu devrin, bizatihi devredene, halka, sorularak yapılması daha ahlaki görünüyor.
Ancak AB süreci bazı kesimler tarafından ulusal kurtuluş mücadelesinin devamı gibi algılanmakta olup, verilecek siyasi tavizler, askeri mücadele ile kazanılmış hakların iadesi şeklinde algılanıyor. Bu algılama sivil-asker karşıtlığını yarattığı gibi, siyasi tavizlerde bulunan iktidarları da, liberal demokrasi içerisinde, derin bir meşruiyet krizi ile karşı karşıya bırakıyor. Bu süreç, Türkiye açısından, milliyetçi ideolojilerin yükselmesine neden olabileceği gibi, halk içerisinde şovenist-milliyetçi patlamaların yaşanmasına, etnik/dini/kültürel ayrışmaların yaşanmasına, kamplaşmaya neden olabilir. (Bu durum AB sürecinde hedeflenen demokratik gelişmenin, AB politikaları nedeniyle, tamamen tersine dönmesidir.)
Dolayısıyla ulusal bütünlüğü yakından ilgilendiren bu konunun, jeo-stratejik açıdan Avrupa Birliği'ne etkileri de göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye'nin üyelik sürecinde bazı özel uygulamaların gündeme geleceği açık. Bu doğrultuda hem AB bürokratlarının hem de Türkiye siyasetçilerinin yeni bir tanımlama konusunda uzlaşmaları gerekiyor: "Egemenliğin devri ne demektir?"
Siyasi ve ekonomik politikaları meşrulaştırma aracı: Hukuk
Küreselleşmenin, ulusal ekonomilerin ve siyasi platformların birbirine bağımlı olmaları anlamına geldiği dikkate alındığında, ulusal hukukun bu karşılıklı bağımlılaşma ve bütünleşme sürecinin dışında kalamayacağı açıktır. Uluslarüstü anayasal sisteme entegre olacak ülkelerin başta yasama olmak üzere yürütme ve yargı yetkilerinde de bir azalma görülüyor. Bunun yanı sıra anayasal değişikliklerin temel özgürlükleri güvence altına alan ve demokratik Avrupa değerleri üzerinde yükselen bir içeriğe sahip olması gerekir ki; bizatihi bu durumun varlığı durumun salt hukuksal terimlere indirgenemeyecek, siyasi ve toplumsal bir boyutunun vurgulanması zorunluluğunu doğurur.
Öncelikle Avrupa Birliği'nde egemen olan görüşe göre hukuk, siyasi kavramlarla ilişkilendirilir ki, siyasi olanın doğası gereği mutlak tarihsel olması gerektiği düşünüldüğünde, hukukun kaynağı tamamen ulusaldır. Dolayısıyla Avrupa hukuku, Avrupa'yı oluşturan ülkelerin kendi tarihlerinden kaynaklanır. Tarihsel olduğu için de kültüreldir. Dolayısıyla hukuk söz konusu olduğunda, Avrupa değerleri denilen şey, Avrupa'nın kendini temellendirdiği Yunan düşünsel mirası ve Yahudi-Hıristiyanlığın özellikle Katolik ve Protestan görünümleridir ki, bu temeller Roma hukuku ile meşru bir zemine oturtulur.
Bu doğrultuda Avrupa Birliği'nin, Türkiye gibi çevre ülkelerde kendi değerlerini referans göstererek yapmaya çalıştığı, kendi düşünsel tahakkümü ve de ekonomi merkezli, neo-liberal politikaları için bir meşruiyet zemini yaratmak. Bu zeminde geleneklere ve ulusal değerlere yer yok. İyi-kötü, adaletli-adaletsiz, doğru-yanlış, modern-geleneksel, gerçek-yanılsama gibi pratikteki ikiliklerde; iyi, adaletli, doğru, modern, gerçek olan Avrupa değerler sistemi ile ilişkili olandır ki, inandırıcılığın sağlanması ya da bu olguların/değer sisteminin içselleştirilmesi, hukuk vasıtasıyla denetlenir. Dolayısıyla, hukuk ya da adalet sistemi, salt teknik bir konu olmayıp, küreselleşmenin başat aktörlerinden biri olan Avrupa Birliği'nin kendini uluslararası platformda öncelikle var kılması, sonra da sürekli olarak yeniden üretmesi için temel bir öneme sahiptir.
Bu doğrultuda müzakere sürecinin fiilen başlamasının ardından gerçekleşecek değişimlerin yönünü ve toplumun değişik katmanlarında bu sürecin yansımalarını öngörebilmek; AB-Türkiye ilişkilerinin siyasi, toplumsal ve hukuksal niteliklerini/işlevini bütünlüklü bir bakış açısıyla -ilerleme raporu ve katılım ortaklığı belgesi türü standartlardan/şablonlardan sıyrılarak- görünür kılmakla mümkün olacaktır. Ancak bu yönde gelişecek bir bakış açısıyla, kendi ideolojilerinin meşrulaştırılması yönünde halkı araçsallaştıran politik aktörler, yaratılmış toplumsal bilgisizlik üzerinden siyasi rant elde etmek bir yana, oluşacak AB karşıtlığıyla bizatihi kendi şovenizmlerinin temel dayanağından mahrum kalacaktır.
Sahiden de, Türkiye'nin siyasi geleceğini, tüm yurttaşların refah ve demokrasi inancını; farklılıklara, ancak meşru çerçeve içerisinde olduğu sürece izin veren, "globalleştirme terörü"nün önemli ayaklarından Avrupa Birliği ile bireysel, kültürel ve insani gelişime engel olma misyonuna haiz bir "milliyetçilik" karşıtlığından, bireysel ve toplumsal özgürlüğü temel alan bir platforma taşımanın zamanı gelmedi mi? (GG/EK)
________________________________________
Gökhan Gökgöz: Gazi Üniversitesi Kamu Yönetimi, Sosyoloji yüksek lisans öğrencisi