"Kültür ve sanat"ın genel olarak medyada alabildiği yer ile doğru orantılı olarak; kısacık bir zaman diliminde ve sınırlı bir biçimde Devletin Yeniden Yapılandırılması çalışmaları çerçevesinde gündemden geçiveren "devlete bağlı sanat kurumlarının yeniden yapılandırılması hazırlıkları" sözünü etmeye çalıştığım.
Bu alana genel çerçeveden bir göz atacak olursak: Kurtuluş savaşının ardından, Türkiye'nin yüzünü batıya çevirme amacı doğrultusunda ülkemize kazandırılan, çok sesli müzik, opera, bale vb. kurumlar, temellerinin atıldığı günden bu yana, yadsınamaz bir biçimde; "toplumsal yapımızda geçmişi, öncesi olmayan ve toplumumuza tümüyle yabancı alanlarda" kurumların ve kurumlara işlerlik kazandıracak sanatçı topluluklarının oluşturulması görevini başarıyla yerine getirmişlerdir. Bu kurumlar, diğer ülkelerdeki benzerlerine kıyasla kısa sayılabilecek tarihleri içerisinde, kimi kez uluslararası ölçekte de başarılı olarak nitelenebilecek başarılara imza atmışlardır.
Devletin sanat kurumları olarak nitelenen, Opera, Bale, Tiyatro, Senfoni Orkestraları'nın kuruluş amaçları arasında; sanatı ülke çapında yaymak, tüm ülke insanlarının, sanatın insana kazandırabileceklerinden yararlanmalarını sağlamak, insanın yaşama, insan olmaya bakışını olumlu anlamda değiştirmek vb. amaçlar da yer almaktadır. Bu kurumlar bu amaç doğrultusunda neler yapmış, neler yapmamış, neden yapmamış gibi pek çok soru birikmişken, kurumsal ve bireysel açılardan sıkı bir özeleştiri gereksinimi ortadayken, bu soruların yanına (belki de başına) Kamu Personeli Reformu kapsamında ele alınan, yeniden yapılanma çalışmalarının hangi toplumsal çıkarları ve çözümleri hedef aldığı soruları eklendi.
Konuya böylece genel bir girişin ardından, bale/dans alanına da kısa bir bakış yöneltecek olursak: 1960'dan bu yana varlığını sürdürmekte olan bale toplulukları da diğer sanat toplulukları/kurumları gibi, nüfusun çoğalması, değişen toplum yapısı, ülkemizin geçirdiği değişimlerin dönüşümlerin yanı sıra dünyanın geneline etki etmekte olan değişimler vb. oluşumlardan nasıl etkilendi, toplum yaşamında yer alabilmek, işlevsel olabilmek, istenir aranır bir kurum olmak açılarından nasıl bir dönüşüm geçirdi sorusuna verecek bir yanıt bulmakta güçlük çekeceğimiz muhakkak. Diğer sanat kurumlarında olduğu gibi: 1960 yılında temeli atılan Ankara Balesi ve sonraki yıllarda eklenen diğer şehirlerde sahne açan bale toplulukları 45 yılı aşkındır aynı yasalarla yönetilmeye çalışılmıştır. Ancak, var olan yasalar, yönetmelikler çerçevesi içerisinde bile bu soruların zamanında ve yeterince sorulmadığı gerçeği de ortada durmakta.
Yasaların yönetmeliklerin dar geldiği, değiştirilmesi gerektiği en azından 20 yıl öncesinden bu yana tartışılmakta idi. Kimi zaman Devlet Tiyatroları Opera ve Balesi Çalışanları Yardımlaşma Vakfı (TOBAV) vb. meslek kuruluşları, kimi zaman Kültür Bakanlığı'nın girişimleriyle yasaların değişimi yönünde çalışmalar yapılmaktaydı. Her ne hikmetse, bu çalışmaların hiç biri de sonuca ulaştırılamadan geldik 2005'e.
Son bir iki aydır, yeniden yapılanma, performansa yönelik değerlendirme gibi isimler altında çalışmalar yapılmakta olduğu kulaklara fısıldanmakta. ("Fısıldanmakta" tanımını kullandım, zira bu konuda ne yapılmakta olduğu, kimler tarafından yapılmakta olduğu gizemini korumakta.) Ve fısıltı gazetesinde kulaktan kulağa tahminler, varsayımlar üretilmekte.
Oysa ki, yazılı ve görsel basından, İnternet haber kanallarından izlediğimiz kadarıyla herhangi bir işkoluyla, kurumla ilgili köktenci çözümler planlanırken; konuyla ilgili kurumları temsil eden yetkililer, alanlarında ağırlığı olan kimlikler TV programlarında, sempozyumlarda, açık oturumlarda konuyu enine boyuna, öncesi ve sonrasıyla tartışmakta. Genellikle vur patlasın, çal oynasın, kaynanam-gelinim vb. konulara yoğunlaşmış olan kitle iletişim organlarında sanata ne kadar yer açılıyorsa, sorunlarına o kadar yer açılmakta anlaşılan.
Ancak, kültür ve sanat hayatımızı derinden etkileme olasılığı içeren bu çalışmalara yetkili sıfatıyla katılanlara da, kitle iletişim araçları açısından olumsuz özellik sergileyen bu durumun, kamuya açık alanlarda açık oturum vb. etkinlikler düzenlenmek yoluyla aşılabileceğini ve katılımcı bir çözüm yolunun da varolduğunu anımsatmakta yarar var sanıyorum.
Küreselleşmenin olumlu ya da olumsuz etkilerinin yaşamımızın tüm alanlarına yansıması gibi sanat alanına yansıması kaçınılmaz. Ancak, bu etkilerin hararetle tartışıldığı toplumsal diğer alanlar gibi sanat alanında da; bu etkilere karşı bireysel ya da kurumsal olarak nasıl bir tavır alacağımız, tavrımızı belirleyen ilkeleri neye göre saptayacağımız, sanatın varoluşunu sürdürebilmesi açısından ve ülkemizin sanatta varoluşu açısından önem taşımakta.
Sanat kurumlarının geleceği kapalı kapılar ardında tartışılırken; benzer sorunları yaşamakta olan dünyadaki benzer kurumların nasıl çözümler ürettikleri, onların ülkelerinin gerçeklikleri ile ülkemizin gerçekliklerinin ne kadar örtüştüğü, ülkemizde sanatın işlevi ne olmalı, insanların, ülkelerin yaşamlarında sanat ne nedenle ve nasıl var olmalı, vb. soruların sorulup sorulmadığını, daha önceki yıllarda yapılmış olan benzeri çalışmalardan yararlanılıp yararlanılmadığı vb. akılları kurcalayan pek çok sorunun, kapalı kapılar ardında da sorulup sorulmadığı merak konusu olmakta.
Bu kurumlar ve sağlıksız yapıları değişmemeli mi? Elbette değişim gerekli, gerekliden öte zorunlu ve uzun yıllardır gerçekleştirilememiş olması büyük eksiklik. Gerçekten "sanatçı" tanımını hak eden bireyleri istihdam etmek, istihdam ettiği sanatçılardan gerçek anlamıyla tam zamanlı yararlanmak, her iş kolunda olduğu gibi sanat alanında da işinin gereklerini yerine getirmeyen bireyleri işten uzaklaştırmak, ama iş verdiklerini de gerçekten işlevsel bir biçimde değerlendirebilecek projeler tasarlamak vb. konularda değişim kaçınılmaz.
Ancak, içinde bulunduğumuz süreçte kafalarda kuşku uyandıran temel soru: bu değişim sürecinin doğru temeller üzerinde, bütünsel bir bakışla, gerçekten ülkenin, insanların ve sanatın yararı gözetilerek planlanıp planlanmadığı.
Ülkemizde sanatın var oluşunu derinden etkileme gücünü (belki de şansını içeren) bu ağır sorumluluğun, dar bir çevre yerine, ilgili kişi ve kurumların katılımıyla ve "bütüncül" bir yaklaşımla ele alınması sanatın ve sanat kurumlarının geleceği açısından büyük önem taşımaktadır. (Kimi sanat kurumlarının neredeyse 60 yıldır değiştirilememiş yasa ve yönetmeliklerle yönetildiği gözönüne alındığında, bu yasa çalışmasının ne denli sağlıklı ve ileriyi görebilen bir yapı içinde oluşturulması gereği daha da önem kazanmaktadır)
Genelden giderek aşağı doğru devam edecek olursak; Yeniden yapılandırma tartışmaları arasında kulağa çalınan ve tartışmaların odak noktasını oluşturan "performans" tanımının hangi anlamı içerdiği büyük önem taşımakta. Eğer ki bu tanım sanat kurumlarının, başlangıcından bu güne dek, sözü edilen sanat dallarını yaşamın bir parçası haline getirmekte pek de başarılı olmadığı gerçeğini kabul ederek, alanlarında yetişmiş bireyleri tam doğru yer ve biçimde tüm ülke çapında işe koşarak "performansı yükseltmek" anlamını taşımaktaysa, sanatın ülke çapında ve tüm yurttaşlara ulaştırılması konusunda gerçekten çok işlevsel olabilir.
Ancak, bu konuda yapılan sınırlı açıklamalar neticesinde varılan genel kanaat o ki: devlet performansına ihtiyaç duyduğu sanatçıyı, ihtiyaç duyduğu eser/süre boyunca istihdam edecek. Başka bir deyişle, süreklilik/kurumsallaşma çizgisi terk edilerek, kurumlar prodüksiyon topluluklarına dönüştürülecek.
Eğer "performans" tanımı bu anlamıyla kullanılmakta ise, bu yaklaşım, dünyanın sanat merkezleri olarak kabul edilen sanat kurumlarının yüzyıllardır ayakta kalabilmelerinde, çalışmak, disiplin, kendini yenilemek gibi unsurların yanı sıra; yerini hak eden sanatçıların, sanat yaşamları boyunca mesleklerinin icracı, eğitici, yönetici basamaklarını tırmanmalarıyla oluşan bir süreç içerisinde ve bu yolla, sürekliliklerini/kurumsallaşmalarını tamamlamış oldukları ve geleceğe yönelmek için arkalarında güçlü bir birikim oluşturdukları gerçeğini gözardı etmek anlamına gelmektedir.
Mesele şu ki; yeni tasarı ile esas olarak amaçlanan devlete bağlı sanat kurumlarının kadrolarını hafifletmek, süreç içerisinde sanatçıları emekliliğe teşvik ederek kadroları boşaltmak ve bundan böyle sanat eğitimi almış bireyleri yalnızca eserin sahnelenmesi, seslendirilmesi süresince istihdam etmek mi? Ki, bu aynı zamanda kurumsallaşmayı yok etmek anlamına da gelmektedir. Yoksa, uzun yıllar içinde çözüm üretilmemesi nedeniyle, kimi sanat alanlarında gerçekten de kabaran (bale sanatçıları açısından bakacak olursak, yaşlılık vb. nedenlerle giderek işlevsel olmaktan uzaklaşan) atıl kadroları emekli ederek, yerine daha sağlıklı ve tüm yurt çapında işlevsel olabilecek bir yapı oluşturmak mı?
Tüm mesele her sorunda olduğu gibi bu sorunda da "nereden baktığınız" ve "hedefinizin ne olduğu" nda düğümleniyor.
Performans Kriterleri'nin "performansa engel kritik haller"e yol açması olasılığı karşısında çıkarılabilecek ses ise, ne yazık ki bu kurumlarımızın bu güne dek bu toplumla buluşmasının çapıyla sınırlı... (MA/BB)