Göğün dibi delinmiş gibi yağdı üç gün boyunca. Minik salyangozlar türedi ağaçların bedeninde, bahçe çitlerinin üzerinde. Şikâyet ettiğimi sanmayın. Bayılırım bu havalara. Başka bir sıcaklığı vardır battaniye gibi üzerime serilen bulutların. Bilirim cancağazım da sever yağmurlu gökleri. Arayıp sesindeki su birikintilerini duysam mı?
“Evet ya, harika... Üç gündür doyamadım seyretmeye. Ne olsun işte, kızlarlayız. Sohbet muhabbet falan… Hadi atlayıp gelsene… Yaaa, ne olacak, tanışırsın. Hem sıkılırsan kalkarsın. Hadi gel.”
Sıkılırsam kalkar giderim rahatlığı iyidir. Cesaret verir, özgür kılar insanı. Kalmaya, devam etmeye, sündürüp gitmeye mecbur olmamak iyidir işte.
Apartman boşluğuna sızan ışıktan belli… Kapı kapatılmamış duman çıksın diye muhtemelen. Ya da unutulmuş, açık kalmış. Aralık bırakılmış kapıdan süzülen sigara dumanı yolu tarif ediyor. Kocaman salonda, kimisi yere bağdaş kurup oturmuş, kimisi taburede bacak bacak üstüne atmış, kimisi kanepeyi tek başına kaplamış kadınlar, ellerinde çay kupaları ve sigaralarıyla öyle dalıp gitmişler ki konuşan kırmızı kısacık saçlı kadının kelimelerine, gelip masanın yanındaki tabureye iliştiğimi fark etmiyorlar bile. Bu daha da iyi... Gelişimi fark etmedilerse, sıkılırsam kalkıp gidişimi de anlamazlar.
“İşte böyle…” diye bitiriyor sözünü kırmızı saçlı kadın. Kupasını eline alıp mutfak tezgâhına yöneliyor. Demli bir çay dolduruyor, şekersiz. Bir kupa da ben alıyorum raftan. Dolduruyorum çayımı. Açık ve şekersiz… Masaya döndüğümde tabureme kırmızı saçlı kadının oturduğunu görüyorum. Olsun, yer mi yok. Halının üstüne, sehpaya yakın bir yere bağdaş kurup oturuyorum. Bir sigara da ben yakıyorum. Ufak tefek, minyon, yuvarlak tel çerçeveli bir gözlük takan kadın alıyor sözü. Kocaman deri koltuğa gömülmüş, daha da ufak görünüyor. Kelimeler sakin sakin dökülüyor ağzından. Valiziyle birlikte trenden atlayan bir kadının hikâyesini anlatıyor. “Bu aslında sadece bir hikâye değil” diyorum içimden. “Bir duygu.” Kaç kez, hem de kaç kez, neyim varsa doldurup bir çantaya, ağır aksak, sersem sepelek yürüyüp giden bu trenden atlayıp gitmek istemedim mi? Bir koca ormanda erimek, ağaçlardan birinin hücreleri arasında yitip gitmek istemedim mi? Hem de kaç kez…
Kadınlar, telaşsız, aceleyle, ağlayarak, gülümseyerek, merakla, bütün cevapları bilerek, sorarak, öfkeden yüzleri kızararak anlatıyor hikâyelerini. Ölümden söz ederken sessizlik çöküyor ruhlarımıza. Düğünden söz ederken bir de… Her ikisinde de yoğun, ağır, dünyanın yükünü üstlendiğimiz bir sessizlik… Yok ama bu kadar da değil. Bu işte bir şey var. Anlattıkları her hikâyede ben varım. Sanki didik didik etmişler beni. Sadece hayatımı değil, hayallerimi de biliyorlar. Meyhanede geçen hikâyesini anlatan kadın mesela, hayalimden bahsediyor aynı zamanda.
Gece bastırmış. Hava nemli ve serin. Üşümüşüz. Kanepeyi tek başına işgal eden kadın kalkıp balkon kapısını kapatıyor. Yerine otururken sehpanın diğer ucunda halının üzerine uzanmış kadına bir bakış atıyor, sıra sende, der gibi. Kadın doğrulup oturuyor. O ana değin tek kelime etmeden dinlediklerinden bir derleme yapacakmış gibi duruyor. Hayır, hiç de değil. Kedilerden bahsediyor kadın. Kediciklerden ve pisiciklerden… Ne kadar da tanıdık geliyor kedicikler ve pisicikler. Her köşe başında denk gelebileceğimiz, zavallı, iğrenç, onurlu olabilen kediciklerden ve pisiciklerden. Kedicik miyim, pisicik mi, diye geçiyor aklımdan bir an. Kimliğimde dönüp duruyor cevap.
Birden, hepsi dönüp bana bakıyor. Neden ki? Tek kelime etmeden dinliyorum oysa başından beri. Dikkatlerini çekecek bir şey mi yaptım? Sanmam. “Eee…” diyor tabureme oturan kadın. Boş boş bakıyorum. Dinlemeye gelmiştim oysa ben. Anlıyorum sonunda, benden de birkaç kelime bekleniyor. “Anlatacak neyim kaldı ki” diye düşünüyorum. “Her şeyimi biliyorsunuz zaten.” “Hadi ama vardır kıyıda köşede bir şeyler” diyor kırmızı saçlı kadın. Artık eminim, bu kadınlar sadece hayatımı ve hayallerimi değil, aklımdan geçenleri de biliyorlar. Çaresiz, benden önce, on altı yaşındaki gözünün nuru kızını evlendirmek zorunda kalan kadının hikâyesini anlatan kadından devralıyorum lafı. “Yok” diyorum. “Ben düşmedim o tuzağa. Ama annem… On dört yaşında evlendirilmiş. Sokakta oynarken çağırıp takmışlar söz yüzüklerini.” Birkaç kırık dökük cümleyle, kısacık, anlatıveriyorum hikâyemi.
Sabah olmak üzere... Çayın kahvenin uyanıklığıyla mı? Sanmam. Sıkılırsam kalkar giderim diye geldiğim külkedilerinin toplantısına son damlalarına kadar tanıklık ediyorum. Kendilerine külkedileri diyorlar. Külleri eşeleyip közleri üfleyerek ateşi canlandırmak işleri... Bir de manifesto yayınlıyorlar. İşte bütün hikâye orada yazıyor. Ne de iyi yapıyorlar. (FS/YY)
* Külkedisi Manifestoları, Der: Zeynep Tül Akbal Süalp, Doğan Kitap, 2015, 191 sayfa