Ertuğrul Mavioğlu ve Canan Pektaş'ın Radikal gazetesinde yayınlanan 28 Şubat tarihli haberine göre, 1999 yılında, uzakta değil, Tokat dağlarında öldürülen Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu (TİKKO) üyesi Seyit Külekçi ve Doğan Altun, "eksik" organları ile ailesine "birden çok kez" öldürülerek, işte böyle teslim ediliyordu...
Yalnızca psikopatoloji mi ?
Kulak kasapları, çatışmanın ardından, Külekçi ve Altun'un ölü bedenlerini karşılarına alıp da, konuşmuş olabilirler mi acaba... Onları vurdukları yerden karakola getirene kadar, sövgüler, hakaretler yağdırmış da, sükut kesilen (!) ölü bedenlere kızıp, öfkelenmiş olabilirler mi... Küfürler savurup, dalga geçmiş de, tüm bunlara hiç ses vermeyen ölü bedenlere olan kinleri gittikçe artmış olabilir mi... Dahası, ölü bedenleri sorguya alıp, onları örgütsel bilgileri vermeye zorlamış, sır vermeyen (!) o "cansızları" örgütsel tavır takındıkları gerekçesiyle daha fazla cezalandırmak istemiş olabilirler mi...
Hatta, kendi aralarında, bu "ser verip sır vermez"lerin direncini kırma konusunda bahse tutuşmuş da, ağır işkenceler eşliğinde, "cansızlara" sorular yağdırmış olabilirler mi... Bir süre sonra, kendilerine donuk gözlerle bakan Külekçi ve Altun'un "cansız" kulaklarının işitmediğinden şüphelenip, ölü bedenlerdeki bu sükunetin sorumlusunun o kulaklar olduğu kanaatine vararak, öçlerini kulakları keserek almış olabilirler mi...
Böylesi şizoid beslemeli bir psikopatoloji mümkün müdür?
Ya da, elmayı kılıçla soyan, "barbar conan" sekansları ile yatıp kalkan, kıraathanede ruh akranı ahbapları ile çin işkencesi metodları üzerine hararetli sohbetler yapmaktan keyif alan, vitrinine koyduğu kesilmiş organlar koleksiyonu ile rekorlar kitabına girme hevesinde olan, kurban bayramlarında akşama kadar gönüllü kasaplık yapan, boş vakitlerini mezbaha önlerinde geçiren, ne bileyim en büyük hayali, okyanusa açılıp 10 adam boyundaki bir ahtapotun kollarını doğramak olan üç beş anti sosyal, dağlara komando niyetine salınmış da, Tokat dağlarındaki vahşetin nedeni bu mu acaba ?
Politik bir şiddet
Yok efendim, kulak kasaplığı, üç beş kişinin münferit sapkınlığı falan değil, ağır bir psiko-politik güdülenmenin geldiği bir davranış eşiği. Kendine, öldürülenin, artık bedenen yaşamıyor olmasının ötesinde hedefler biçmiş olmakla ilgili.
En akla gelmedik, en acımasız olanı yapmaya muktedir bir güce sahip olduğu mesajını verme hevesiyle ilişkili. Böylesi bir hevesin ortaya çıkmasına neden olan ciddi bir koşullanma ile ilgili. Söz konusu olan, Külekçi ve Altun'un ailesinin, sevenlerinin ve fikirdaşlarının, hukuki, ahlaki, vicdani hiçbir ölçeği tanımayan, akla hayale gelmeyecek bir güçle karşı karşıya olduklarına dair politik bir mesajdır aslında.
Hiçbir şeyin güvencede olmadığı, "en inanılmaz"ların dahi olabileceği bir atmosfer yaratarak, Külekçi ve Altun'un kimlikleri ile ilişkilenen her şeye korku salma üzerine kurulu bir psikolojik saldırıdır. Ve pekala politik bir şiddettir.
Bedelli işkencecilik...
Savaşın psiko-politiği uzun uzun değerlendirilmeli belki, ama daha aciliyetle üzerinde durulması gereken başka bir nokta var.
Bu olayda Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nce (AİHM) toplam 40 bin Avro'luk bir cezaya çarptırıldı. İnsan tam da bu noktada birden ürperiyor. Böylesi bir vahşet sonrasında gelinen son noktanın avro cinsinden bir değer olması çok rahatsız edici aslında.
Öldürülmüş bedenlere yapılmış işkencelerin, ailelerin yaşadığı travmanın nihai olarak salt parasal bir ölçekle tazmin edilmesinin incitici olması, işkencenin kendini yeniden üretmesi konusunda "muasır" bir dayanak haline geliyor çünkü. Acımasız kahramanları ile bir ortaçağ efsanesinde, Irak işgali ile ilgili bir haberde, ne bileyim, bir Pasolini filminde teşhir edilirken dahi düşünmekte güçlük çektiğimiz böylesi bir vahşetin, gazetelerde teşhir olan ağır bir gerçeklik olduğu halde, devletin başına eni sonu avro cinsinden bir yaptırım olarak düşmesi, "bedelli işkencecilik" için pek cesaretlendirici değil mi?
Sorumlular üzerinde baskılama yaratacak insani bir hassasiyeti, politik bir duyarlılığı güdülemediği ve devlet kendini kamuoyuna karşı sorumlu hissetmediği noktada bilmem kaç bin avronun kıymeti var mıdır? Kıymeti olmayışı bir tarafa, bu sükunet ikliminde, "paramı veririm, işkencemi yaparım" algısının yerleşmesi muhtemel değil midir?
Bu vahşetin mahkumiyet bağlamı salt avrolardan değil, toplumsal vicdandan, politik baskıdan müteşekkil olmalıydı. Aksi halde, işkencenin avro bedelli bir mecrada meyil kazanmasının kim önüne geçebilir? Ölü bedenlere yapılan akıl almaz işkencelerin hukuki tablolardan öte bir hareketliliğe neden olmayışını, işkence karşıtlarının yetersizliği gibi basit bir derekede değerlendirmek yeterli olmaz. Asıl risk bundan sonra başlıyor çünkü. Bu ağır vakanın, ancak AİHM yazışmalarında ve birkaç gazete haberinde yaşam bulabilmesi, başta insan hakları refleksi olmak üzere bir takım değişkenlerin sonucu elbet.
Bu sonucun nedenleri özel olarak tartışılabilir. Öyle ki, asıl tedirgin edici olan, bu memleketin bir Tokat'ında, o Tokat'ın bir dağında, o dağın bir köyünde, o köyün bir meydanında, o meydanın bir öğlen vaktinde, kollarında, birden çok kez öldürülüp, "eksik" teslim edilen yakınlarını taşıyan bir babanın, bir ablanın çektiği acının avrolarla geçiştirilmesinden, toplumsal vicdanın belirgin bir rahatsızlık duymayışıdır. İşte bu, işkencenin süreklilik arzetmesi noktasında belirleyici bir etkendir. Sorumluların, çığırdan çıkan üç beş sapkın olduğu ve olayın münferit olduğu propagandası, daha önce işlenen ve kimi yine AİHM'ce de belgelenen bir dizi kulak kesme işkencesinin kendini Tokat'ta yeniden üretmesine neden olmadı mı ?
Vicdanı oluk oluk kanatan bir işkenceyi, sadece avroların hükmüne teslim edersek, insanlığımızın altında kalacağız. Bunun vebali ağırdır. İşkencecinin kendini kahredici bir siyasal baskı altında hissetmeyişi yeteri kadar vahimdir. Üç beş tomar para bedelini göze alarak işkenceyi hasır altı edenleri rahat bırakmamak için, illa, kesilen kulakların aslında bizleri duyuyor olduğu gibi bir sanrıya mı ihtiyacımız var ?
* Onur Gülbudak, psikolog