"Üç yıl önce biz bir aileydik. Sonra her şey altüst oldu. Önce Kuddusi gitti. Sonra bir bakımevi alzheimer hastası annemin tedavisini üstlendi. Yaşadığım kentten ayrılmak zorunda kaldım. 33 yıllık yuvam dağıldı. Eşim pisi pisine ölmüş olmasın, bizim yaşadıklarımızı başkaları yaşamasın diye ölümünde sorumluluğu bulunanların hesap vermesini istiyorum. Sonuna kadar mücadele edeceğim."
Ağır ölümcül hastalığına rağmen 13 ay tutuklu kalan ve tahliyesinden beş gün sonra, 60 yaşındayken hayatını kaybeden Kuddusi Okkır'ın eşi Sabriye Okkır, yaşadığı kaybı işte böyle anlatıyor.
Bugün Kuddusi Okkır'ın ölümünün ikinci yıldönümü. Okkır, 20 Mayıs 2007'de, sonradan "1. Ergenekon davası" olarak anılacak dava kapsamında tutuklanmıştı ama bunu hiç öğrenemedi. İddianame ölümünden sonra açıklandı. Hakkındaki dava, yargılama yapılmadan düşürüldü.
Sabriye Okkır, son günlerinde eşinin yanında olabildi ancak bu çok zorlu bir mücadelenin sonucuydu. Eşinin ölümünden sonra eşinin ölümünde sorumluluğu bulunduğunu düşündüğü sağlık personeli, cezaevi personeli ve savcılarla hakimler hakkında suç duyurusunda bulundu. Ancak İstanbul'da valilik doktorlar hakkında, Adalet Bakanlığı ise savcı ve hakimler hakkında soruşturma izni vermedi.
Sonuçta, yalnızca Tekirdağ Devlet Hastanesi hekimleri hakkında Kuddusi Okkır hakkındaki belgeleri usulüne uygun düzenleyip düzenlemediklerine ilişkin bir yarglama başlatıldı. Savcı ve hakimlere ilişkin dosya ise Danıştay'da. İç hukuk yollarından umudunu kesen Okkır Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) başvurdu ancak başvurunun kabul edilip edilmediği henüz belli değil.
Eşiniz gözaltına alınırken neyle suçlandığının farkında mıydınız?
Hayır. Komiser "Eşinizi gözaltında tutacağız. Üç dört gün misafirimiz olur" dediğinde Kuddusi'ye "Dört gün yokmuşsun. Ne olacak şimdi?" demiştim. İlk günler bekleyerek geçti. Nasılsa çıkacak diyordum. Tutuklandığını 23 Haziran gecesi televizyondan duydum. Emekli olduktan sonra daha önce isteyip de yapamadığım şeyleri yapmaya çalışıyordum. Halk oyunları, halk müziği, Türk müziği gruplarındaydım. Koro ile Paşakapısı Cezaevi'nde konser vermiştik. Eşimi cezaevinde ziyaret edeceğim aklımdan bile geçmemişti.
İlk ziyaret?
Açık görüş vardı. Güvenlik kontrolünden sonra bir kadın polis üzerimizi aradı. Sonra külotumu indirmemi söyledi. İçeriye çamaşırla pet esrar sokuluyormuş. Çıktığımda gruptaki kadınlardan biri yanıma gelip "Sizin de külodunuzu indirdiler mi?' diye sordu. Ağlamaklıydı. Bense robot gibi söylenenleri yapıyordum sadece. Bir sonraki görüş gününde Tekirdağ F Tipi Cezaevi'ne nakledildiğini öğrendim. Protesto ve ölüm oruçları haberlerini televizyonlardan izlemiştim ama dışarıdan baktığım için fazla etkilenmemiştim.
"Kuddusi Tekirdağ'a, ben Yalova'ya nakil"
Eşiniz tutuklandıktan sonra neler oldu?
Evimi boşaltmak zorunda kaldım. Kirada oturuyorduk, emekli maaşım ev kiramızın altındaydı. Yakın bir arkadaşımın Yalova'da boş duran bir evi vardı. Ben de kira ödemeden orada kalabilecektim. Alzheimer hastası annem, bakıcısı ve ben, Subaşı Kalıcı Konutları'ndaki evimize taşındık.
İlk günlerde tedirgindim. Yalova'da komşulara eşimin yurtdışında olduğunu söyledik. Ama eşimi görmek için her hafta Tekirdağ'a gidiyordum. İnsanlar hasta annemi bırakıp gezmeye gittiğimi sanıyordu. Kocası yurtdışında çalışıp para kazanıyor, kadın da burada paraları yiyor diye düşünüyorlardı. Bir süre sonra durumu anlattım. Onlar da beni daha çok sahiplendiler. Öte yandan önceden tanıdığımız bazı kişiler de bu olaydan sonra bizden uzaklaştılar. Kendilerince haklı nedenleri vardır herhalde. Yine de yakın dostlarımın desteği bana güç verdi.
Kuddusi'yi "işadamı", "örgütün kasası", 'örgütün finansörü" diye ifşa ettiler. Sonradan bilgileri basına savcı Zekeriya Öz'ün sızdırdığı söylendi. Ben geçen sene apartmanıma doğalgaz geldiği halde kombi alamadım, doğalgaz bağlatamadım. Zekeriya Öz kasanın yerini biliyorsa bana da söylesin de şu yaşımda soba yakmak zorunda kalmayayım.
Eşinizin psikolojisi nasıldı?
Hastaneye yatırılana kadar her görüşte ziyaretine gittim. Kuddusi her seferinde "Sabriye, hak huzurunda ben suçsuzum. Bir yanlış anlaşılma var. Yakında buradan çıkacağım. Ben burada dinleniyorum, sen de hiç yorulma, gelme bir daha" diyordu.
Koşa koşa, sevinçle, heyecanla gidiyor, hüzünle dönüyordum. Onu orada bırakmaya kıyamıyordum. Kuddusi ise tek kişilik koğuşta kalıyordu ama hiçbir zaman şikayet etmezdi. "Biz devletin zimmetli malıyız. Devletin himayesi altındayız. Devlet gözümüzün içine bakıyor" derdi.
Hastalığı nasıl başladı?
Her ay açık görüş vardı. 30 Mart'taki açık görüşte Kuddusi'yi en az 15 kilo vermiş gördük. Bir hafta boyunca hep kustuğunu ama iyileşmeye başladığını söyledi. Bir hafta sonra cezaevi doktoruyla görüşmek istedim. Hastabakıcı "Doktora götürdük. Ciğerinden röntgen çekildi. Temiz çıktığı söylendi" dedi. 15 gün sonra telefonda konuşamayacak durumdaydı. On dakika çabalayıp kurabildiği tek cümle "Ben iyiyim" oldu.
Sonunda kendisine "majör depresyon" tanısı konulduğunu, tek kişilik koğuştan üç kişilik koğuşa alındığını öğrendik. Ama koğuşuyla birlikte ziyaret günü ve saati de değiştiğinden kendisini göremedik. Sonra da hastaneler arasında maraton başladı. Üç hafta boyunca hastaneler arasında Kuddusi'nin izini sürmeye çalıştık.
Eşinizi hiç göremediniz mi?
Hayır. Yalnızca Bakırköy Devlet Hastanesi'nden bir doktor bize eşimin çok kötü durumda olduğunu, yoğun bakım ünitesi olan bir hastanede tedavi görmesi gerektiğini söyledi.
Kuddusi'yi 7 Mayıs'ta Bayrampaşa Cezaevi'nin koridorunda, yerden bir karış yüksekteki bir sedyede bulduk. Tanıyamadık. Saçları ve bıyıkları kazınmış. Burnunda bir sonda. Leş gibi bir battaniyenin üstünde bir ilaç torbası. İdrarda sonda. Gözleri tavana dikili, tepki yok. Kuddusi'yi işte bu halde, yoğun bakım ünitesi olan bir hastanede tedavi görmesi gerektiğine dair epikriz raporu bulunduğu halde cezaevinde tutuyorlardı.
O gün hastaneye yatırabildiniz mi?
Hayır. Ertesi gün hastalığı nedeniyle tutuksuz yargılanması için ilk başvurumuzu yaptık. Aynı gün reddedildi. O gün Kuddusi'yi bir kez daha gördüm Bilinci daha açıktı. Ona 'Seni buldum. Bir daha bırakmayacağım. Hastaneye yatacaksın, iyileşeceksin' dedim. Gözleri parladı. Sonra da Bayrampaşa Devlet Hastanesi'ne götürüldü. Ama orada bir gece tutulduktan sonra Tekirdağ F Tipi Cezaevi'ne gönderildi. Cezaevine girişi yapılmadan Tekirdağ Devlet Hastanesi'ne, oradan da Trakya Üniversitesi Hastanesi'ne gönderildi. Bu yanında doktor dahi olmadan ambulansta geçirdiği sekiz, dokuz saat demek.
"Ben de demir parmaklıklar arkasında kaldım"
Trakya Üniversitesi Hastanesi'nde durum nasıldı?
Kuddusi kendisine bakamadığı için yanında kalmamı kabul ettiler. Bilinci çoğu kez kapalıydı. Günde bir saat dışarı çıkma hakkım vardı. Sonra demir kapı üzerime kapanıyordu. O zaman kendimi her şeyden uzaklaşmış, çok aciz hissediyordum. 15 gün süren tahliller sonunda kanser tanısı konuldu. Hastalık dördüncü evresindeydi ve Kuddusi'ye en çok üç ay ömür biçiyorlardı. Edirne'de doktorlar eşimin daha az acı çekmesi için ellerinden geleni yaptılar. Ben de onu temizliyor, yaralarının pansumanını yapıyor, dişlerini fırçalıyordum.
Bu arada annemin bakıcısı da evden ayrılmak zorunda kaldı. Annem ortada kalınca bakımını komşularım üstlendi.
Ben ise durumu insanlara duyurabilmek için çalmadık kapı bırakmadım. 4 Haziran'da Meclis İnsan Hakları Komisyonu'na dilekçe verdim. Ardından CHP milletvekili Atilla Kart, Meclis'te Kuddusi hakkında bir soru önergesi verdi. 1 Temmuz'da da eşim aniden tahliye edildi. Önceki dilekçelerimize ret yanıtı gelmişti. Şimdi değişen neydi? Devlet ilk defa hasta hakkında bilgi edinmiş ve paniklemişti. Ellerinde ölmemesi için Kuddusi'yi tahliye etmişlerdi.
Tahliye kararını öğrendiğinizde ne hissettiniz?
Dünyanın en acı tahliyesiydi. Kuddusi'ye "Başardık Kuddusi" dedim. Kuddusi'nin bütün mücadelesi bu anı görmek içindi. Ben de içimden ona "Sen artık tahliye oldun. Daha fazla acı çekme. Huzur içinde git. Gözün arkada kalmasın" dedim.
Zaten tahliyesinden beş gün sonra onu kaybettik. Saat 06.00'da da öldüğü söylendi. O morga götürüldükten sonra iki saat odasında oturdum. 06.30'da kahvaltı geldi. Robot gibiydim. Getirdikleri kahvaltılıklardan yedim, ilaçlarımı içtim. Tekirdağ'da tek başımaydım. Kuddusi'yi İstanbul'a götürmek için ayakta kalmam gerekiyordu.
İstanbul ve Yalova'da iki ayrı cenaze töreni düzenlendi. Tatilde olanlar, yanlış bilgi edinenler ve bizimle aynı karede görünmek istemeyenler vardı. Namazdan çıkan cemaat bile cenaze namazına katılmadı. Yalnızca yakın dostlarım yanımdaydı.
Ölümüyle neler değişti?
Biz birbirimizle çok şey paylaşırdık. Dolu dolu yaşadık. Ortak zevklerimiz ve birbirimize saygımız vardı. Herkes kendi hayatı içinde özgürdü ama birbirimizden hiçbir şeyi saklamazdık. Çevremdeki insanlar benden fazla onu severdi. Konuşması, esprisi boldu. Mutfağı çok severdi. Yedirmeyi, içirmeyi severdi. Masamız dolu olsun, insanlar gelsin isterdi.
Biz kopuk bir aile değildik. Şimdi bütün bunların yokluğunu hissediyorum. Artık Kuddusi yok. Onun mücadelesi sona erdi ama benim hukuk savaşım sürüyor. Çok büyük bir kayıp verdim. 33 yıllık hayat arkadaşımı kaybettim. Yuvam dağıldı. Peki ne için? Ne uğruna? Bir yandan da çok yorgunum.
Peki neden vazgeçmiyorsunuz?
Gün geçtikçe daha çok hırslanıyorum. Eşim kahrından öldü. Hastalığı zamanında fark edilmediği, fark edildiğinde gerekli tedavi uygulanmadığı için öldü. Sorumlular hakkında soruşturma bile başlatılamadı. Sorumlular cezalarını çeksin ki ben de eşim boşuna öldü demeyeyim. İnsanlar arkamdan "Adam pisi pisine gitti" diye fısıldaşıyor. Bu ne büyük bir acı biliyor musunuz? Bizim yaşadıklarımızı başkaları yaşamasın diye, eşim "pisi pisine" ölmüş olmasın diye ölümünde sorumluluğu bulunanların hesap vermesini istiyorum. (BB)