Doğan Emrah Zıraman'ın kapitalist ekonomide yaşanan krizin sebep ve sonuçlarını incelediği Yaşamın Krizi başlıklı yazı dizisinin beşinci ve son kısmını yayınlıyoruz.
Solun 2008 krizini tahlil becerisi zayıf değil. Hatta bu yazı dizisinde dile getirilen tespitlerden daha güçlü tespit ve değerlendirmeleri bulmak hiç de zor olmayacak. Ancak solun bir durumu tahlil etmesi ile durumdan görev çıkarması arasındaki açı farkı giderek büyüyor.
Aslında daha açık konuşmak gerekirse, solun süreci tahlilinden bahsederken aslında Marksizm’in tahlil gücünden bahsediliyor demektir.
Solu otomatikman Marksizm’le eşleştirmenin hata olduğu söylenebilir. Bunu söyleyenlerin o zaman krizin başlaması ile neden Marx’ın kitaplarında bir satış patlaması olduğunu da açıklanması gerekir. Marx, tam da bir kriz döneminde, sırf nostalji olsun diye okunacak bir kişi değil. Tam tersine Marx krizin temeli olan ekonomik sistemi şimdiye kadar en geniş ve isabetli biçimde çözümleyen kişi. Hemen şunu da belirtelim, krizin yakın zamanda durulmazsa (ki durulmayacak) kitaplarının satışı artacak ikinci kişi Lenin olacak.
Sürecin analizinde sol açısından Marx’ın temel belirleyici olması uzun bir süre devam eden Marksizm’in krize girdiği tartışmasına da pratik anlamda bir tür cevap vermektedir. Hem ülkemiz hem de dünya bazında, Marksizm krizde değil, Marksistler krizdedir.
Ve ilginçtir, krizin nedeni sürecin tahlilinde ve ne yapmalının cevabında değil, çoğu kez gündeme gelmeyen biçimde nasıl yapmalının cevapları üzerindedir.
Cevapları aramadan önce Marx’ın “insanlık çözebileceği sorunlarla uğraşır” önermesini akılda tutmak gerekir. Çünkü bu önerme maddi yaşamın ilişkileri içinde çözümsüzlüğün olmadığının net biçimde gösteren bir konumlanmaya aracı olmaktadır.
Marksist politika üretim araçları sorunu
Marx’a dayalı olarak ya da onun baskısı ile politika üretenlerin, belki de son 40 yıla damgasını vuran, en önemli sorunu kendi politika üretim araçlarını bir sorun olarak tanımlamamış olmasıdır.
Toplumsal üretim araçlarına vurguyu bu kadar baskın yapan bir takipçiler topluluğunun, bizzat kendi üretim araçlarına tabu biçiminde yaklaşmış olması, mevcut politika krizinin en temel nedenidir.
Kapitalizmin 20.yüzyıl içinde varlığını devam ettirmek için en az 3 defa, hem ekonomik hem de politik anlamda, üretimaraçlarını değiştirmesi bile Marksistlerin ilgisini sınırlı biçimde çekmiştir.
Politikanın kendisinin yeterliliğinin onun toplumsal üretim koşullarının da yeterliliği olarak tanımlanması Marksistlerinin temel hatalarından birisidir.
Açık tanımlayalım: Marksizm’le ilişkili politik yapılanmaların neredeyse tamamı (sadece ülkemizde değil) öz itibari ile kapitalist üretim ilişkilerine dayalı biçimde örgütlenmiştir.
Bireylerin, liderlerin tek belirleyici olduğu ya da dar bir yönetici grubun herkesi yönettiği bir örgütlenme aracının iddia ettiği eşitlikçi düzeni kendi içinde yaratabilmesinin mümkün olmadığı artık kanıtlanmıştır. Ayrıca bir dönem tarihsel koşulların da etkisi ile işe yarayan bir toplumsal biçimin artık geçerliliğinin kalmadığının da göstergesidir.
Bu üretim biçiminin işe yaramadığının en önemli göstergelerinden birisi de eşitlikçi politik söyleme rağmen kitlelerin bir türlü sola doğru kaymayışlarıdır. Bu nedenledir ki, içinde yer aldıkları eşitsiz ilişkilerden çıkıp, bir başkasına girmeye gönüllü olanların sayısı oldukça azdır.
Kitlelerin sola kaymasını engellerin başında politika üretim araçlarının olduğunu söylemek, tarihsel koşulların payını göz ardı etmek değildir. Ancak sonuçta var olan tarihsel koşullar içinde, sisteme karşıt bir politika yapanlar o sistemin üretim araçlarının aynısını kullandığı sürece, kitlelerin algılarının içine girmesi her zaman zor olacaktır.
Marksistler bir şekilde öncelikle politika üretim araçlarına doğru eğilemedikçe şu anki halini sürdürmeye devam edecektir. Kitleselleşmesi, yakın geçmişte olduğu gibi, dönemsel olmaktan öte gidemeyecektir. Marksistler ve/veya sol olası en katılımcı ve döngüsel üretim ilişkilerini yaratmaya öncelik vermek durumundadır.
Sivil Toplum: Cehenneme giden yolun iyi niyet taşları
Son 10 yılda dünyadaki sorunların çözüm araçlarından birisi olarak sivil toplumu ön plana çıktı. Sivil toplum anlayışı (tekil örnekleri bir kenara bırakırsak) sistemi sistem içinde düzeltme girişimleri olarak var olmuşlardır. Ancak dünyanın geldiği noktada sivil toplum anlayışı iyi niyet taşları ile cehenneme giden yolu döşeyen bir varoluş sergilemek dışına çıkaramamıştır.
Don Kişot’un en fazla bilinen hikâyesi, canavar sandığı yel değirmenlerine saldırmasıdır. Sivil toplum bu hikâyedeki canavar ve yel değirmeni kurgusunun tersten ve zararlı biçimde ele almaktadır. Sivil toplum aslında canavar olan sistemin (kapitalizmin) üretim yapan ve yararlı bir yel değirmeni olduğu iddiasını taşımaktadır.
Sivil toplumun bu dünyaya katkısı, niyetlerinden bağımsız olarak, kapitalizmin gözünde de bir hiçtir. Çünkü kapitalizm kendi varlığını korumak için insanlık adına ne varsa yıkmaktan kaçınmayan bir sistem olduğunu defalarca kanıtlamıştır.
Bu nedenle de sivil toplumun dünyanın herhangi bir yerinde sistem içi iyileştirme çabaları, köle sahibinin hasta olan kölesinin iyileşmesi için doktor çağırması kadardır. Elbette köle sahibi iyileşmesi işine gelecek kölesi için doktor çağıracaktır. Geri kalanı onun ilgi alanına dahi giremeyecektir.
Sivil toplum anlayışı hakkında bu uzun ve sert girişimizin nedeni, yaşanan krizin çözümü için sivil toplum anlayışının kendine görev çıkarma ihtimalinin yüksek olmasıdır.
Ancak bu krizde ilk darbeyi yiyeceklerden birisi de sivil toplum kuruluşları olacaktır. Sistemin mali desteği ile var olan sivil toplum yakın süreçte en başta istediği mali desteği edinemeyecektir.
İşte bu noktada bizi ilgilendiren varlığı için sistemden gerekli desteği alan sivil toplumcu anlayışlar olacaktır. Sistemin özüne dokunmadan köle sahibi, köle ve doktor metaforu içinde kalan sivil toplum anlayışlarına, krizin tanımlanması ve çözümlenmesinde sınır koymak ciddi önem taşıyan bir tutum olacaktır. (DEZ/EÜ)
* Son