Bir gün soğanın fiyatı, sonrakinde patlıcanın, biberin fiyatı manşetlerde, başka gün etin kilosunun fiyatı gündemde.
Türlü gerekçeler sıralanıyor, devletin başı önce soğan tüccarını, ardından marketçiyi, manavı "vatan haini" ilan ediyor. "Bekamız tehdit altında!"
Gerçi beka kavramın mütemmim cüzü siyasal coğrafya ve bütün göndermeleri de ona ama bu sorun semt pazarlarındaki fiyat etiketlerinde yazılı rakamların çok ötesinde, köklü ve kapsamlı bir sorun.
Küresel tekellerin denetiminde endüstriyel tarım
Yediklerimizi ne kadara satın aldığımız kadar ne yediğimiz ve onların nasıl, nerede ve kimler eliyle üretildikleri ve ne tür değişimlere uğradığı da bu konuyla yakından alakalı. Çok anlaşılır bir şekilde fiyatlardaki artışla halkın gündeminde yer eden gıda ürünleri, medyada sıklıkla pazar ilişkileri sınırlılığı içinde, bazen de insan sağlığı yönünden ele alınıyor.
Bu, meselenin bir yönü ve karşımızda çok katmanlı bir sorun var: Büyük ölçüde küresel tekellerin denetimine girmiş endüstriyel tarım. Ve bir tarihselliği olan bu konunun, sağlığımız ve ekoloji üzerinde yıkıcı etkileri var. Ayrıca, üretim ilişkilerinde yaşanan dönüşüm eşliğinde kırsaldaki hacimli bir nüfusun mülksüzleşmesi ve çarpık kentleşme de konunun başka boyutu.
15 yazar 16 makale
Abdullah Aysu ve M. Serdar Kayaoğlu'nun derlediği, Epos Yayınları'ndan çıkan "Köylülükten Sonra Tarım: Osmanlıdan Günümüze Çiftçinin İlgası ve Şirketleşme" adlı kitap, işte bütün yönleriyle bu çok katmanlı sorunu ele alıyor. Kitapta Abdullah Aysu, Ahmet Atalık, Beyza Üstün, Esin Candan, Gökhan Günaydın, H. Ahmet Şahinöz, Nadide Karkıner, Nevzat Evrim Önal, Özgür Bor, Özkan Leblebici, Seda Bakırcı, Tayfun Özkaya, Yavuz Dizdar, Yıldırım Koç, Yücel Çağlar'ın makaleleri bulunuyor.
Türkiye nasıl "karbon-kopya" ülke oldu?
Dünyada ve Türkiye'de tarımın endüstrileşmesi, gıda ve hayvancılığın birkaç küresel şirketin tekeli altına girmesini, tohumculuk ve GDO sorunu ile konuya girilen kitapta, kapitalist tarıma geçiş ve dönüşen üretim ilişkileriyle birlikte toprak mülkiyetindeki el değiştirme, bunların etkisiyle yaşanan göç ve etkileri, Osmanlıdan günümüze tarihselliği içinde ve devletin bütün bu süreçlerdeki rolü de irdelenerek ele alınıyor.
Türkiye'de devletin niteliği üzerine geçmişte ve bugün yapılmış tartışmaları da içerir şekilde konu etraflıca tartışılıyor. Bir makalede ise konu, toplumsal cinsiyet eşitliği yönünden de inceleniyor.
Ormanlar ve su havzalarının da ele alındığı kitapta, 1980 ve 2000'li yıllarda yaşanan dönüşümlerle Türkiye'nin IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü'nün küresel tarım politikalarını benimseyerek, "karbon kopya" ülkeler arasına katıldığı anlatılıyor.
Her şeyin uzmanlar eliyle ve kapital sahibinin çıkarına standartlaştırılarak, insanın bir müşteri-makineye dönüştüğü modern topluma eleştirisiyle bilinen Ivan Illich'in Türkçe'de "İşsizlik Hakkı" adıyla yayınlanan bir kitabı var.
Oradaki bir cümlesini tam burada hatırlatmakta fayda var: "On sekizinci yüzyılın sonlarına dek dünyadaki yiyeceğin yüzde doksan dokuzu, tüketen kişinin bir çan kulesine ya da minareye çıkarak görebileceği kadar sınırlı bir alan içerisinde üretiliyordu."
"Raf ömrü uzadıkça kronik hastalıklar arttı"
Oysa bugün artık binlerce kilometre uzakta fabrikaya dönüştürülmüş tarla ve seralarda üretilerek marketlere taşınan, raf ömrünü uzatmak için kimyevi ve fiziksel işlemlere tabi tutulan ve ne bozulan ne de küflenen "ürünlere", yılın her mevsiminde ulaşılabiliyor.
Yavuz Dizdar, nüfus artışıyla gerekçelendirilen tarımdaki, yani gıdadaki endüstrileşme sürecinin temel gerekçesinin "standart kalitede toplu üretim" yapılması olduğunun altını çiziyor. Endüstrinin, bunun yolunu da raf ömrü uzatılmış gıdalarda bulduğunu anlatarak, tohumdan, sebze meyveden şekere, etten süte, yoğurda kadar pek çok üründe raf ömrünün hangi yollarla uzatıldığını anlatıyor.
Bütün bunların arka planına da ışık tutan, akademinin endüstrinin emrine girmesine ve etkin lobilere değinen Dizdar'ın, paylaştığı bilgiler de çok çarpıcı.
Dizdar; normal gelişiminden çok daha hızlı sürede kesilecek büyüklüğe ulaşan, göğüs eti suni müdahalelerle uçan hayvanlarınki gibi büyük hale getirilen ve köy tavuğu iki saatten önce pişmezken yarım saatte pişen piliçler elde etmek için endüstrinin biyolojik bilimlere yaptığı yatırıma da değiniyor:
"Piliç endüstrisi vardığı noktada tıptan en az 50 yıl daha ileri görünmektedir!" Yavuz Dizdar, bir endüstriyel ürün halini alan gıdanın insan sağlığına etkilerini de anlatıyor: "Görünen aşikârdır, raf ömrü uzatıldıkça kronik hastalıklarda da paralel bir artış söz konusudur."
GDO'nun hikayesi
Bir diğer makalede Genetiği Değiştirilmiş Organizmaları (GDO) anlatan Ahmet Atalık, Rockefeller Vakfı'nın 1943'te Meksika'da başlattığı çalışmalarla başlayan ve "Yeşil Devrim" diye adlandırılan, onun ardından da 1990'larda "Biyoteknoloji Devrimi" olarak adlandırılan süreç içinde ele alıyor.
"Açlığın sonlandırılması" sloganıyla meşrulaştırıcı söylemine kavuşan, çağın büyülü sözcüğü "verimlilik" ile dokunulmazlık zırhına büründürülmeye çalışılan GDO'ya ilişkin anlatıları, Atalık, tablolar halinde paylaştığı somut verilerle çürütüyor. Daha da önemlisi GDO'lu tohumlarla tarım yapılan alanlarda ortaya çıkan bağımlılık ilişkileri ve ekolojik yıkım.
Öncelikle, çok daha fazla tarımsal ilaç kullanımı gerektiren ve bu ilaçların da yine o GDO'lu tohumu üreten firma tarafından piyasaya sürülmesi, çiftçiyi tekelleşmiş birkaç şirkete bağımlı hale getirmekle kalmıyor, topraktaki mineralleri daha hızlı şekilde tüketen bu tohumlar giderek daha fazla ilaç kullanımını da zorunlu kılıyor.
Bunun kaçınılmaz sonucu ise çevrede yarattığı tahribat. Oysa GDO savunucularının ileri sürdüğü argümanlardan biri, GDO'lu tarımın çevreye zarar vermeyeceğiydi.
GDO'nun kullanıldığı ülkelerin ve ürünlerin bilgisini veren Atalık, sağlığa yönelik etkilerine dair de bağımsız araştırmacılarca yapılmış çalışmaların ürkütücü sonuçlarını paylaşıyor.
GDO'lu tohum üreten şirketlerin, mülkiyet hukukunu öne sürerek kurduğu hegemonya ile araştırmaları denetim altına alma ve olumsuzlukları gizleme çabalarına da değinilen makalede, Türkiye'deki seyri de inceleniyor.
2009 yılında bu konuya ilişkin çıkarılan bir yönetmelik çerçevesinde GDO'lu 3 soya çeşidi ile 16 mısır çeşidine yem amaçlı kullanılmak üzere izin verildiği, gıda amaçlı kullanılmak üzere GDO'lu mısır, soya, pamuk, kanola, patates ve şekerpancarına ait 29 çeşidin de Biyogüvenlik Kurulu'nda incelendiği bilgisi paylaşılıyor.
Köylü, çokuluslu şirketlerin müşterisi oldu
Tayfun Özkaya'nın Türkiye'de tohumculuğun tarihini dönemler halinde anlattığı kitapta Özgür Bor ise, neolitik çağdaki başlangıcından itibaren ele aldığı tarımın, neoliberalleşmeyle birlikte günümüzde finansallaşmasını inceliyor. Bolat, bu süreçte köylünün bir üretici olarak kendi kültürel ve ekonomik kimliğini yitirip, çokuluslu şirketlerin müşterisine dönüştüğünü, bu mekanizmanın sonucunda tekelci fiyatlama ile tarımsal girdilerin maliyetlerindeki artışın yol açtığı gıda güvenliği tehditlerine dikkat çekiyor.
Cumhuriyetin topraksız köylü korkusu
Abdullah Aysu ve M. Serdar Kayaoğlu'nun derlediği "Köylülükten Sonra Tarım" kitabın ikinci bölümünde yer alan makaleler ise, toprak mülkiyeti meselesi ve bununla paralel olarak mülksüzleşen köylülerin kentlere göçü.
Osmanlı dönemindeki tarımsal düzen, köylülüğün durumu ve toprak rejimi üzerine bilgilerin yer aldığı bu bölümdeki makalelerde, daha o dönemden başlayarak tarımın kapitalistleşmesi doğrultusundaki gelişmeler anlatılıyor.
Osmanlı'daki dönüm noktalarından biri 1858'de toprakta özel mülkiyete izin veren Arazi Kanunnamesi. Böylece o güne kadar artık ürünün bir kısmına el koyarak büyük servetler biriktiren yerel seçkinler, artık mülk sahibi sınıflara dönüşür.
Toprağın mülkiyeti meselesi ve tarımın Cumhuriyet dönemindeki seyrinin de ele alındığı bu bölümde, ancak kısmi olarak gerçekleştirilebilen toprak reformu, yani topraksız köylülerin toprak sahibi yapılması meselesi de ağırlıklı yer tutuyor.
Ve bu tartışma, Türkiye'nin toplumsal formasyonu üzerine makale yazarlarının ileri sürdüğü farklı tezlerle yürütülüyor. Geçmişte bu konuda yapılmış tartışmalara da makalelerde yer veriliyor.
Örneğin Yıldırım Koç konuyu, iki farklı üretim biçiminin ve bunların hakim sınıfları olarak feodal toprak sahipleri ile Cumhuriyeti kuran burjuvazi arasındaki bir çatışma olarak ortaya koyarken, Nevzat Evrim Önal buna karşı çıkarak, meseleyi Türkiye burjuvazisinin kırsal ve kentsel kesimleri arasındaki sınıf içi bir çatışma olarak görüyor.
Yarıcı, ortakçı, maraba olarak farklı türde sözleşmelerle toprağı işleyenlerin isyanından ve mülksüz köylü yığınların kentlere göç ederek proleterleşip rejim için tehdit oluşturmasından çekinen devletin, aldığı tedbirlerle Türkiye'de tarımın ağırlıklı olarak küçük meta üretimi niteliği taşımasında belirleyici olduğu ifade ediliyor.
Toprak reformu ile güdülen bir diğer amacın da merkezin, otoritesine tehdit olarak gördüğü yerel seçkinleri zayıflatması olarak anlatılıyor. Ancak büyük toprak sahibi kırsal burjuvazi, türlü sebeplerle kitle desteğinden yoksun bir şekilde kendi çıkarlarını hedef alan bu reform girişimlerini akamete uğratır. Makalelerde bu ve benzeri tartışmalar etraflıca yürütülüyor.
Tarım ve kadın
Kitaptaki dikkat çeken yazılardan biri ise Nadide Karkıner'in "Anadolu'da Devletten Oğula Ataerkil Tarım" başlıklı makalesi. Karkıner, ataerkinin hakimiyet altına alıp, bilgisini ve emeğini değersizleştirdiği kadınların tarımdaki konumu ve rolünü anlatıyor. Karkıner, neolitik devirde tarımı keşfederek (her ne kadar kendilerini tabi kılacak olsa da) uygarlığın gelişiminin önünü kadınların açtığını hatırlatıyor.
2000'li yıllar: Küresel piyasanın tam hakimiyeti
Türkiye açısından, kitabın alt başlığındaki çiftçinin ilgasının tamamlandığı süreç ise 2000'li yıllar. 1980'lerde uygulamaya konulan neoliberal politikalar bu dönemde zirvesine ulaştı. Kitaptaki makale yazarlarından Nevzat Evrim Önal'a göre, kriz koşullarının neredeyse sürekli hale geldiği, sermaye iktidarının bir bütün olarak istikrarsızlaştığı 1990'larda içine düşülen dağınıklık 2001 krizinde emperyalizmin müdahalesiyle son buldu.
Ekonominin yönetimi, Dünya Bankası'ndan gönderilip bakan yapılan Kemal Derviş, "Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı"nı yürürlüğe koydu.
Bu dönemde "15 günde 15 yasa" çıkaran Meclis bir kanun fabrikası gibi çalıştırılarak, IMF ile yapılan stand-by anlaşması çerçevesinde "yapısal uyum" için gerekli düzenlemeleri yaptı. Özelleştirmeler ile tarımın uluslararası şirketlerin ve piyasanın kontrolü altına girmesi süreci ve köylülüğün yıkımı tamamlandı. Derviş'in uygulamaya koyduğu bu politikalar AKP iktidarı döneminde de genişletilerek sürdürüldü.
Bu bölümde özelleştirilen işletmelerden Tekel'de çalışan işçilerin, Türkiye gündeminde önemli bir yer tutan direnişi de anlatılıyor.
Beyza Üstün'ün su havzalarının sermaye birikimine açılmasını anlattığı makalesine de yer verilen kitap, derleyenlerden Abdullah Aysu'nun isyanlar ve köylü mücadelelerini anlattığı makalesi ile son buluyor. (SA/PT)
Künye:
Köylülükten Sonra Tarım: Osmanlıdan Günümüze Çiftçinin İlgası ve Şirketleşme
Derleyenler: Abdullah Aysu, M. Serdar Kayaoğlu
Yayınevi: Epos Yayınları. 2014, 693 sf.