Yine hırsız girdi sandım. Kitaplık ömrünü tamamlamış meğer. 25 yıl, 9 ev, çeşitli su baskınları görmüş kitaplığım sonunda pes etmiş.
Oda küçük olduğu için yürüyecek yer yok.
Toplayacak gücüm de...
Kendime yürüyecek kadar yer açıp, çay yapmak için mutfağa yöneliyorum. Güç toplamam lazım.
Gözlerime inanamıyorum.
Mutfağı su basmış. Hem de pis su. Bulaşık makinesinin hortumu çıktığı için.
Bir daha yatarken bulaşık makinesini çalıştırma Nazmiye.
Pis sular odaya / kitaplara ulaşmasın diye hızla suları temizliyorum. Yerdeki dolabın içinde bulunan tencere, tava ve bilumum eşya da pis sular içinde.
Yoruluyorum onları görünce.
Çaydanlığı ateş koyup kahvaltı hazırlıyorum.
Odada kitaplar arasında sehpaya yer açıp, kahvaltıyı orada yapmaya karar veriyorum. Kahvaltı yaparken kitapları ne yapacağımı düşünürüm.
Yazın köylülerden aldığım minik dağ çileğiyle yaptığım reçeli de çıkarıyorum.
Öyle güzel ki, ve o kadar az kaldı ki çabuk bitmesin, diye az yiyorum, "Bu kadar güç yeter bu günlük," diye düşünerek.
Kahvaltılıkların olduğu tepsi elimde odadan çıkarken sendeliyorum. Düşmemek için uğraşırken tepsi elimden düşüyor.
Zeytin, peynirlerin arasında gözlerim reçel kasesini arıyor. Yok!
Kase sayamayacağım kadar çok parçaya bölünmüş, reçel ise zeytin, peynir ve kitapların üzerine süs olmuş.
Sanki dökülen yarım kase reçel değil de, kilolarcaymış gibi oda, mutfak ve hole yayılmış. Tabii cam kırıkları da.
Hangisine yanayım bilemiyorum bir an: Yemeğe kıyamadığım reçele mi? İşime iş katmasına mı?
Keşke cimrilik etmeyip reçelin hepsini yeseydim.
"Keşke" ne kadar gereksiz ve anlamsız bir kelime!
Neden kendimi bu kadar çok yorgun hissediyorum.
"Düşmemeyi öğrenmişim hiç değilse!" diye avunmaya çalışıyorum.
Düşmemeyi öğrenmek yetmiyor demek ki, düşmemeye çalışırken elimdekileri düşürmemeyi de öğrenmem lazım demek ki! Bu öğrenilebilir mi acaba?
Denerim. İşim ne?
Kitapları bıraktığım gibi bırakamam cam kırıklarını. Toplamaya başlıyorum. Reçelli cam kırığı toplamak ne kadar zormuş bilmezdim.
Öğrendim.
Kahve yapıp pencerenin önüne geliyorum, dinlenmek için.
Gökyüzüne bakıp, "Ne güzel bir hava!" diyorum.
Dışarıda egemen renk gri. Grinin tonlarında bulutlar kaplamış gökyüzünü. Ve sisli. İncecik bir yağmur yağıyor.
Bu havaya, "Ne güzel bir hava!" dememe şaşıyorum bu koşullarda.
Şaşırmak hoşuma gidiyor, bu yüzden kendimi iyi hissediyorum birden.
Ve Ahmet'i hatırlıyorum...
Yıldız Üniversitesi önünde eliyle oto stop işareti yapmış, heykel gibi duruyordu. Hava çok soğuktu. Duruşu dikkatimi çekti. Gelen arabalara doğru bakmıyordu. Başını hafif yukarıya doğru kaldırmış, "kendini beğenmiş" denebilecek bir şekilde duruyordu. Önünde durup, "Çengelköy'e gidiyorum isterseniz gelin," dedim.
Bindi. Kemerini taktı. Bana hiç bakmadan teşekkür etti.
Dimdik oturuyor ve karşıya bakıyordu.
Değişik bir hali vardı. 15 - 16 yaşlarında görünüyordu. Çocuk yüzü, iri bedeni vardı.
"Nerelisiniz?" diye sordum. Anadolu gezisinden kalan bir alışkanlık.
Sadece başını değil, bütün bedenini döndürerek "Adapazarı," dedikten sonra yüzüne şaşkınlık ifadesi yerleşmeye başladı yavaş yavaş.
"Biliyor musunuz bir yıldır benimle konuşan ilk kişi sizsiniz!" dedi.
"Haftada iki kez geliyorum İstanbul'a ve hep otostopla geçiyorum köprüyü. Kimse konuşmuyor benimle," dedikten sonra yine tüm bedeniyle dönüp dışarıya bakmaya başladı.
Geliş nedenini sordum. "Psikologa geliyorum," dedi.
"Ben de gitmiştim bir zamanlar, iyi geliyor mu bari?" diye sordum.
"Bilmiyorum," dedikten sonra gözlerini hiç kırpmadan baktı bir süre, sonra konuşmaya başladı.
Adeta hiç nefes almadan;1999 Ağustos depreminde evlerinin yıkıldığını, annesi, babası ve iki kardeşinin, en sevdiği okul arkadaşlarının ve tanıdığı herkesin öldüğünü, onu yıkılan evlerinin altından nasıl çıkardıklarını, çadır kentte yaşlı bir kadınla paylaştığı çadırı, depremzedelere ücretsiz hizmet veren bir psikologa gitmek için geldiğinde, saatlerce arabaların kendisini almasını beklediğini anlattı.
Yıllardır ilk kez konuşuyormuş gibi tüm ayrıntılarıyla anlattı her şeyi. Ne diyeceğimi/düşüneceğimi bilemez hale gelmiştim ve köprünün ortasına bile ulaşamamıştık henüz.
Tekrar döndü önüne ve derin bir nefes aldıktan sonra, kendi kendine konuşur gibi bana bakmadan, "Biliyor musunuz hiç arkadaşım yok benim,"dedi.
Bir süre konuşmadan gittik. Ben diyecek bir şey bulamıyordum.
Köprünün ortasına gelince, "Bakın manzara ne kadar güzel!" diyebildim kırık bir sesle. Döndü, şöyle bir göz atıp, "Evet ama hava güzel olsa daha güzel olurdu. Hava çok kötü!"
Aslında ben de onun gibi derdim, ama o öyle söyleyince, "Evet ama bu havanın da ayrı bir güzelliği yok mu?", "Denize gri de yakışmamış mı?", "Buna kötü hava demek haksızlık olmaz mı?" gibi cümleler kurdum hayatımda ilk kez..
"Değişik bir yaklaşım!" dedi. Sanki sevinmişti duyduklarına. Sonra dönüp manzaraya bakmaya başladı.
Köprünün sonuna yaklaşmıştık ki, "Aslında bir arkadaşım var ama yaşı benden büyük," dedi. Ben de, arkadaşlık için yaşın bir önemi olmadığını, benim de kendimden büyük ve küçük arkadaşlarım olduğunu söyleyince, gülümseyerek "Biliyor musunuz o sizsiniz!" dedi. Arabaya bindiğinden beri ilk kez gülüyordu.
Gözlerime hücum eden yaşları görmesin diye başımı çevirdim.
Artık hiçbir havaya "kötü hava" diyemiyorum, sanırım ona yalancı çıkmamak için... (NG/YS)