“CHP–DEM ilişkilerinin geleceği Türkiye’nin demokrasisini belirleyecek” diyen IstanPol Direktörü ve siyaset bilimci Seren Selvin Korkmaz, İmralı tartışmalarından “cellat” polemiğine uzanan gergin gündemin seçmen davranışını sanıldığı kadar hızlı değiştirmediğini vurguluyor.
Korkmaz’a göre bugün yaşanan tartışmalar, sosyal medyada büyüyen bir fırtına gibi görünse de asıl belirleyici olan partilerin uzun vadeli tutumları olacak.
Kürt meselesindeki çözüm arayışının toplumsal rızadan koparıldığı her durumda sürecin “kriz üretmeye mahkûm” olduğunu söyleyen Korkmaz, “CHP ile DEM Parti arasındaki köprüler korunursa Türkiye kazanır” diyerek hem sürecin risklerine hem de mümkün olan demokratik çıkışlara dikkat çekiyor.
Korkmaz, bianet için anlattı.
CHP’nin İmralı’ya gitmeme yönündeki kararı sizce hem CHP tabanında hem de DEM Parti seçmeninde nasıl bir etki yarattı?
CHP’nin İmralı’ya gitmeme kararının CHP ve DEM Parti seçmeni üzerindeki etkisini değerlendirirken kısa vadeli tepkilerden ziyade daha uzun soluklu bir bakış açısı geliştirmek gerektiğini düşünüyorum.
Türkiye’de siyasetin yapılış biçimi, seçmen davranışının nasıl şekillendiğine ilişkin değerlendirmelerimizi çoğu zaman sosyal medya ve medya yankı odalarının sınırları içine hapsediyor. Oysa seçmen tepkisi sandığımız şey, çoğu zaman refleksif değil; düzenli, uzun vadeli ölçümlerle anlamlandırıldığında gerçek resim ortaya çıkıyor.
Bu nedenle, CHP’nin bugün İmralı’ya gidip gitmeme kararı üzerinden “CHP tabanı alkışlar mı, karşı blok tepki gösterir mi, DEM Parti seçmeni bunu nasıl okur?” gibi bazı genellemeler yapmak mümkün olsa da, bu yorumların doğrudan ve hızlı bir şekilde seçmen davranışına yansıyacağını düşünmüyorum.
Bu tür başlıklar daha çok elit düzeyinde tartışılan, siyasetçilerin ve kanaat önderlerinin pozisyonlarıyla şekillenen konular.
Dolayısıyla bu etkinin gerçek anlamda nasıl bir karşılık bulacağını ancak zamanla, daha kapsamlı verilerle görebiliriz. Bu nedenle, bugünkü tartışmaları seçmenin anlık tepkileri üzerinden değil, sürecin genel yönü ve aktörlerin uzun vadeli tutumları üzerinden okumak çok daha isabetli olacaktır.
“CHP’nin İmralı’ya gitmeme kararını doğru buluyorum”
Bu kararı genel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce siyasi dengeler açısından doğru bir adım mıydı?
CHP’nin İmralı’ya gitmeme kararına yönelik çok farklı tepkiler verildi; ancak bu kararı hem CHP seçmeni hem de partinin uzun vadeli pozisyonu açısından değerlendirdiğimizde tutarlı bir hamle olduğunu düşünüyorum.
CHP tabanı açısından bakıldığında, bu karar partinin kendi seçmeninin beklentileriyle uyumlu. Öte yandan hem Özgür Özel hem Ekrem İmamoğlu, çözüm sürecinin destekçisi olduklarını ve süreç ilerlediği sürece sorumlu bir biçimde katkı sunacaklarını açıkça ifade ettiler. DEM Parti tabanı için ise Öcalan’la görüşmenin sembolik ve siyasi anlamını elbette anlıyorum.
Bu talep, DEM’in kendi siyasi tarihinin ve temsil ettiği kitlenin beklentilerinin doğal bir uzantısı. Fakat CHP’nin İmralı görüşmesinin dışında durmasının da belirli ve anlaşılır gerekçeleri var. Çünkü ortada oldukça sorunlu, şeffaf olmayan, aktörler arasında bile soru işaretleriyle dolu bir süreç yürütülüyor.
Nitekim DEM Parti kurmaylarının açıklamalarında da bu belirsizliklere ve eksikliklere sık sık vurgu yapıldığını görüyoruz. CHP ise tam da bu nedenle sürecin tek bir aktöre ve tek bir mekâna indirgenmemesi gerektiğini savunuyor.
Çözümün, daha kapsayıcı ve şeffaf bir çerçevede ilerlemesi gerektiğini söyleyerek kendine özgü, tutarlı bir pozisyon aldı. Bu yaklaşım, hem siyasi dengeyi gözetiyor hem de sürecin toplumsal meşruiyetini genişletmeyi hedefliyor. Bu çerçevede değerlendirildiğinde, CHP seçmeninin bu karara genel olarak olumlu yaklaşacağını düşünüyorum.
Parti, bir yandan sürecin destekçisi olduğunu ifade ederken diğer yandan yönteme dair rasyonel itirazlarını ortaya koyarak dengeli bir tutum benimsedi. Dolayısıyla, siyasi dengeler açısından bakıldığında bu kararın CHP adına doğru bir adım olduğunu söyleyebilirim.

Oylama yapıldı: Komisyon İmralı'ya gidiyor
Bu süreçten en çok hangi siyasi aktörün kazançlı çıktığını düşünüyorsunuz? Bazı kesimler bu kararın AKP’ye yaradığını iddia ediyor; siz bu yoruma katılıyor musunuz?
Bu süreci değerlendirirken birkaç boyutu birlikte ele almak gerekiyor. Öncelikle şunu net biçimde söylemek lazım: Türkiye’de barışa, demokrasiye, Kürt meselesinin çözümüne ve adalete yönelik atılan her adım bu toplumun geneline fayda sağlar. Ekonomik açıdan da siyasal ve sosyal açıdan da çözüm süreçleri Türkiye’nin istikrarına katkı sunar. Dolayısıyla nihai amaç barış ise, bu süreç hepimiz için kazanımdır.
İkinci olarak, eğer bugün yürütülen süreç bir “siyasi yeniden dizayn” girişimi olarak işletiliyorsa ve iktidar bu sürecin üzerinden DEM ile CHP arasında mesafe açmayı, muhalefeti tartışmalarla meşgul etmeyi hedefliyorsa, burada ortaya çıkabilecek gerginliklerin kazananı elbette iktidar olur.
Ancak hem DEM Parti’nin hem CHP’nin liderliklerinin ve kurmaylarının bu konuda oldukça özenli davrandığını görüyoruz. Her iki parti de kendi taban hassasiyetlerini gözetmek zorunda olsa da, genel olarak demokratik süreçlere zarar verecek bir çatışmadan kaçınma çabası içinde.
Bununla birlikte siyasetin doğası gereği zaman zaman gerilimlerin arttığı, söylemlerin sertleştiği dönemler olabiliyor. Benim burada kritik gördüğüm nokta şu: DEM ile CHP arasında, birbirlerini anlamaya ve ortak demokrasi mücadelesine dayalı zemin zedelenirse, bundan en çok fayda sağlayacak aktör iktidar olur. Bu nedenle her iki partinin de sürece dair özenli tutumlarını sürdürmesi Türkiye’nin geleceği açısından son derece kıymetlidir.
Bugün verilen tepkiler anlık olarak bir aktörü avantajlı gösterebilir; fakat bu durumun kalıcı olup olmayacağını süreç belirler.
Özetle, eğer muhalefet içi dengeler korunur ve süreç demokratik bir çerçevede ilerlerse, bu Türkiye’nin yararınadır. Aksi durumda, oluşan gerginlikleri kendi lehine çeviren tarafın iktidar olacağını söylemek gerekir. Ancak bugünden “kesin bir kazanan” ilan etmek için henüz erken.
“Özgür Özel’in bu travmatik hafızayı görünür kılması doğru geliyor”
Son günlerde ortaya çıkan “cellat” tartışması siyasetin genel atmosferini nasıl etkiliyor? Bu tartışmanın seçmen davranışına bir yansıması olur mu?
Öncelikle “Stockholm Sendromu” ya da “celladına âşık olmak” gibi kavramların siyasal tartışmalarda kullanılmasını doğru bulmadığımı açıkça söylemeliyim.
Bu kavramlar geçmişte CHP’ye oy veren Aleviler için de kullanıldı; bugün eğer kasıt Kürtler ise –ki Özgür Özel bunun böyle olmadığını söyledi– yine de siyaseten isabetsiz, hatta yaralayıcı bir dil olduğunu düşünüyorum. Bu tür kavramlar, hiçbir siyasi parti seçmeninin davranışını açıklamak için kullanılabilecek doğru çerçeveler değil.
Buna karşın Özgür Özel’in Kürt meselesine yaklaşımında ben samimiyet görüyorum. Retorik bir dil değil, meselenin gerçek ağırlığını ve tarihsel yaralarını kavrayan bir yaklaşım hissediyorum.
Son yıllarda yaşanan acıları düşündüğümüzde –Taybet Ana’nın cenazesinin günlerce yerde kalması, Aysel Tuğluk’un annesinin cenazesine yapılanlar, bir cenazenin buzdolabında saklanmak zorunda bırakılması– bunların her biri toplumun vicdanında derin yaralar açtı. Bir ülkede cenazenin gömülme hakkı bile güvence altında değilse, aslında nasıl bir zeminde “Kürt meselesini” konuştuğumuzu anlamak gerekir.
Bu nedenle Özgür Özel’in bu travmatik hafızayı görünür kılması, yanlış anlaşılmış bir ifade varsa bunu telafi etmeye çalışması bana hem anlamlı hem de doğru geliyor. CHP'nin bu kadar sahici ve sorumluluk alan bir dille Kürt meselesine yaklaşması, parti açısından önemli bir eşiktir.
Benzer şekilde, Ekrem İmamoğlu’nun kurultay günü çözüm sürecine destek verdiğini açıkça ifade etmesi de bu yeni yönelimin bir parçası.
CHP’nin parti programında ana dil hakları, yerel yönetimlerin özel yetki alanlarına ilişkin düzenlemeler gibi konularda ortaya koyduğu açılımlar da bu yeni yaklaşımın kurumsal zemininin güçlendiğini gösteriyor.
Dolayısıyla tartışmayı sadece tek bir söz üzerinden değil, CHP’nin bütün bu yeni yönelimlerini, söylem değişimini ve samimiyet çabasını bir arada değerlendirerek okumak gerektiğini düşünüyorum. Bu yaklaşım hem siyasetin normalleşmesine hem de Türkiye’nin Kürt meselesine yönelik daha kapsayıcı bir çözüm iradesinin oluşmasına katkı sunacaktır.
CHP ve DEM Parti arasındaki ilişkiler bu tartışmaların ardından nasıl bir seyir izler sizce? Bu süreç karşılıklı güveni zedeledi mi?
CHP ile DEM Parti arasındaki ilişkilere bakarken, her iki tarafın da sorumlu davranması halinde bu ilişkinin Türkiye’nin demokratik geleceği açısından çok kıymetli bir noktaya evrileceğini düşünüyorum.
Eğer siyasi aktörler birbirlerinin tarihsel deneyimlerini, acılarını ve maruz kaldıkları anti-demokratik müdahaleleri anlamaya ve anlamlandırmaya çalışırsa, bu hem Kürt meselesinin çözümü için hem de Türkiye’nin demokrasi mücadelesi için güçlü bir zemin yaratır.
Kürt siyasal hareketi bugüne kadar ağır bedeller ödedi; ifade alanları daraltıldı, siyasetçileri tutuklandı, partileri kapatıldı, siyaset yapamaz hâle getirildi. Buna rağmen siyaset üretmeye devam ettiler.
Bugün dönüp baktığımızda benzer anti-demokratik müdahalelerin Cumhuriyet Halk Partisi’ne yöneldiğini görüyoruz. Türkiye’de otoriterleşme sadece iktidarın tercihlerinden değil, zaman zaman muhalefetin isteyerek ya da istemeden katkıda bulunduğu bir süreçle bugüne geldi.
Ancak CHP’nin değiştiğini ve dönüştüğünü görmek lazım. Parti hem eylemlerini hem demokratik duruşunu hem de Kürt meselesine ve muhafazakârlığa bakışını ciddi biçimde yeniledi.
Bugün CHP’nin hedefte olmasının temel sebebi de tam olarak bu dönüşümün onu iktidar alternatifi hâline getirmesi. Nasıl ki 2015 sonrası DEM Parti “kingmaker” olmasın diye hedef hâline geldiyse, bugün de CHP “king” olabileceği için hedefte.
Bu nedenle iki parti arasındaki ortaklıkların güçlendiğini görüyorum. Tabanlara baktığımızda da benzer bir eğilim var.
DEM Parti ve CHP seçmenleri –özellikle genç seçmenler ve hareketli seçmen grupları– birbirine yaklaşan tabanlar hâline geldi.
Ortak beklentileri demokrasi, adalet ve güvenli bir gelecek. Partiler içindeki daha radikal gruplar elbette ses çıkarıyor; fakat bu radikalliğe göre hareket edilirse iki partinin de karşılıklı güveni zarar görür.
Asıl mesele, Türkiye’nin demokratik geleceği için CHP ve DEM Parti arasındaki köprülerin korunması ve güçlendirilmesidir. Bu iki parti birbirini anladıkça, ortaklaşma alanlarını büyüttükçe hem Kürt meselesinde hem demokratikleşme sürecinde daha sağlam adımlar atılabilir
“CHP kendi tabanını sürece dair ikna etmeye çalışıyor”
Bu tartışmalar Kürt seçmenin genel eğilimleri üzerinde bir kırılma yaratır mı, yoksa geçici bir gündem olarak mı kalır?
Bu tartışmaların hem Kürt seçmeni hem de CHP seçmeni üzerinde nasıl bir etki yaratacağını değerlendirirken, günlük reflekslerin ötesine geçip sürecin bütününe bakmak gerekiyor. Karşılıklı sağduyu, yapıcı yaklaşım ve her iki partinin de kendi ilkeleri, tabanları ve duruşlarıyla uyumlu bir tutum geliştirmesi burada belirleyici olacak.
Ben taban hassasiyeti tartışmalarına iki yönüyle bakıyorum. 2023 seçimleri öncesinde Pervin Buldan’ın “bir oy Yeşil Sol’a, bir oy Kılıçdaroğlu’na” çağrısı yaptığını hatırlıyoruz.
O dönem DEM Parti tabanı hassas değil miydi? Elbette hassastı; hatta bazı yerlerde CHP’ye mesafeli, hatta karşı bir duygu vardı. Buna rağmen bu tabanı dönüştürebildiler ve sonuçta Güneydoğu illerinin birçoğunda CHP, İzmir’den bile yüksek oy aldı. Bu, taban yönetimi ve siyasal sorumluluk açısından önemli bir örnektir.
Bugün benzer bir durum CHP için geçerli. CHP tabanındaki tepkilere rağmen CHP sürecin arkasında duruyor.
Oysa CHP’nin tabanı da çok hassas: belediye başkanları tutukluyken, 19 Mart davası devam ederken, geçmişte yaşanan pek çok kırılma ortadayken, bu hassasiyetler bir “bir gün bir şey denildi, ertesi gün başka bir şey denildi” diye kolayca unutulacak şeyler değildir.
Dolayısıyla hem DEM Parti’nin hem CHP’nin taban hassasiyetlerini anlamak, bu tepkilerin neden var olduğunu görmek ve meseleyi bütüncül değerlendirmek gerekiyor.
Benim altını çizmek istediğim nokta şu: Siyasi süreçler anlık reflekslerle, sosyal medyada parlayan tepkilerle değil, tabanların nasıl yönetildiğiyle, liderliklerin sorumluluğu nasıl taşıdığıyla belirlenir. DEM Parti nasıl ki 2023’te tabanına sorumluluk yükleyip onu dönüştürebildiyse, bugün CHP de aynı biçimde kendi tabanını sürecin önemine ikna etmeye çalışıyor.
Bu, her iki parti için de kritik bir demokratik olgunluk testidir. Ama bu demek değildir ki tabanın duyguları önemsiz ve partiler sürece şartsız destek sunmalı.
Seçmenin gerçek gündemi çok daha net: huzur, güven, demokrasi, barış ve ekonomik ferahlık. Türkiye’de siyasetin başarı ölçütü de bence tam olarak buradan geçiyor. Bu ihtiyaçlara cevap veren aktörlerin güçleneceğini, tartışmayı bu zemine çekenlerin de seçmen nezdinde karşılık bulacağını düşünüyorum.
Bugün konuştuğumuz pek çok tartışma, aslında sosyal medya dinamiklerinin ya da geçmiş siyasi kırgınlıklarının bir yansıması. Oysa gerçek olan şu: Türkiye toplumu huzurlu, adil ve demokratik bir gelecek istiyor. Siyasi aktörler bu beklentiyi merkeze aldıkları sürece, tartışmalar sağlıklı bir zemine oturacaktır.
“CHP’nin İmralı kararı kendi politikası ile tutarlı”
CHP’nin bu kararı, partinin “demokratik çözüm ve barış” söylemiyle çelişiyor mu, yoksa stratejik bir tercih mi olarak okunmalı?
Ben CHP’nin İmralı kararını çelişkili bir tutum olarak görmüyorum; aksine bu tutum CHP’nin kendi siyasal çizgisiyle uyumlu. Bu süreçte CHP’den beklentileri anlıyorum, ancak zaman zaman CHP’den beklentilerin gerçekçi olmayan bir şekilde çok yukarıya çekildiğimi düşünüyorum.
DEM Parti açısından İmralı’yı bir referans noktası olarak görmek anlaşılabilir; fakat CHP açısından, barış sürecinin başlangıç çıtasını İmralı’ya koymak makul değil.
Eğer Türkiye’de kalıcı bir barış ve çözüm isteniyorsa ve bunun toplumsal meşruiyeti hedefleniyorsa, CHP’ye göre bunun yolu yalnızca İmralı’dan geçmez.
Çözümün birçok demokratikleşme adımı vardır: KHK mağduru akademisyenlerin serbest bırakılması, siyasi tutukluların serbest bırakılması, kayyum uygulamalarının sona erdirilmesi, haksız tutuklamaların giderilmesi…
Bunların her biri barışa toplumsal destek kazandıracak adımlardır. Eğer “toplumun rızasına ihtiyaç yok, süreç tepeden çözülür” deniyorsa, o başka bir modeldir. Ama CHP bu sürecin meşruiyeti açısından önemli görülüyorsa –ki bunun önemsediğini görüyoruz– o zaman CHP’nin tekil bir davete katılıp katılmamasını büyütmek yerine, CHP’nin süreç boyunca sergilediği genel tutuma bakmak gerekir.
Son 20 yılda Türkiye değişti, toplum değişti, siyasal fay hatları değişti; CHP de bu dönüşümün dışında değil. Bu yalnızca liderlik değişiminden ibaret bir dönüşüm değil. CHP’nin muhafazakârlara bakışı değişti, Kürt meselesine yaklaşımı değişti, söylemleri ve kadroları değişti; buna paralel olarak tabanı da değişti.
Partiler toplumsal dönüşümden bağımsız varlıklar olamaz; kimileri istediğimiz yönde, kimileri istemediğimiz yönde dönüşür. CHP de Türkiye’nin son 20 yıldaki dönüşümünün bir tezahürü olarak değişti.
Tabii CHP’nin Kürt meselesi konusundaki politikalarının hâlâ eksik olduğunu düşünüyorum. Söylemde eksikler var; Kürtlerle etkili iletişim kurabilecek kadrolar açısından eksikler var. Ama aynı zamanda bunun farkında olan ve bu yönde çaba gösteren bir parti görüyoruz. CHP’nin yeni parti programında Kürt meselesi açık bir biçimde ele alındı: ana dil hakkı, yerel yönetimlerin yetkileri, bölgesel eşitsizliklerin giderilmesi gibi konular net şekilde yer aldı. Bu önemli bir eşiği ifade ediyor.
Kadrolar konusunda da değişim başladı. Sezgin Tanrıkulu’nun bu alandaki yalnızlığının aşılması, Emine Uçak Erdoğan gibi isimlerin partiye katılması önemli. Bu kadroların daha da genişlemesi gerekiyor.
Ayrıca CHP’nin lider söylemi değişti. Bugün daha cesur, DEM Parti ile ilişki kurmaktan çekinmeyen, Kürt seçmenin de önemli bir kısmının takdir ettiği bir CHP var. Bu da Türkiye’de yeni bir siyasal normalleşme zemininin oluşması açısından kıymetli.
Özetle, ben CHP’nin İmralı kararını bir çelişki olarak değil, partinin dönüşen çizgisi içindeki tutarlı bir adım olarak görüyorum. Süreci değerlendirirken tek bir hamleden ziyade, CHP’nin son yıllarda attığı bütün adımlara ve geçirdiği dönüşüme bakmak gerekiyor.
DEM Parti açısından bu süreç nasıl bir sınav niteliğinde? Bu tartışmalar onların tabanını etkileyecek mi?
DEM Parti açısından bu süreci bir “sınav” olarak nitelendirmiyorum. Çünkü DEM Parti ve ondan önceki siyasal gelenek, Türkiye’de uzun yıllardır çok ağır baskılara, sistematik zulme, kapatılma ve tutuklama girişimlerine rağmen siyasal varlığını koruyabilmiş, demokrasi mücadelesini sürdürebilmiş bir hareket.
Kürt meselesinin çözümüne dair taleplerinden vazgeçmemiş olmaları bile başlı başına bir husus. Bu nedenle yeni bir sınav demeyelim. Ancak DEM Parti’nin bu süreçte önemli bir sorumluluğu olduğunu düşünüyorum.
Bugün çözüm tartışması, demokratikleşme adımlarından kopuk, toplumsal rızanın yeterince inşa edilmediği, daha teknik bir müzakere başlığı gibi sunuluyor. Oysa DEM Parti kendisini Türkiye’nin demokrasi cephesinde konumlandıran bir parti; bu uğurda bedel ödemiş, hatta zaman zaman tabanı tarafından eleştirilme riskini göze almış bir parti.
Bu nedenle DEM Parti’nin sorumluluğu şu: Çözüm meselesini toplumun çok daha geniş kesimlerine anlatmak ve bunun Türkiye’nin bütünü için neden hayati olduğunu açıklamak. Bu görevi sadece CHP’ye ya da Türk seçmene hitap eden aktörlere bırakmak doğru değil. DEM Parti, yalnızca Kürt tabanına seslenen bir dille değil, Türkiye toplumunun genelini ikna edecek bir stratejiyle ilerlemeli.
Bugünün siyasal gerçekliği de bunu gerektiriyor. Bazı talepler, idealler elbette önemlidir; fakat siyaset sadece ideallerle değil, içinde bulunulan koşullarla da yapılır.
Koşulların elvermediği durumlarda söylemi yumuşatmak, talepleri yeniden ölçeklendirmek ya da topluma dokunan ortak sorunlara bağlamak stratejik açıdan daha etkili olabilir. Böylece çözüm meselesi yalnızca bir kimlik talebi değil, herkesin hayatına değen bir demokratik dönüşüm süreci olarak anlatılabilir.
Aynı şekilde CHP’nin de bu süreçte sorumluluğu var. İki partinin de sosyal medyadaki keskin söylemlerden etkilenerek birbirine karşı konumlanması, demokratik blok açısından zarar verici olur. DEM Parti ve CHP’nin doğrudan birbirini muhatap alması, sağduyulu hareket etmesi ve ortak zemini koruması hem sürecin sağlığı hem Türkiye’nin demokratik geleceği açısından kritik.
Özetle, bu sadece politik aktörlerin değil, hepimizin paylaştığı bir sorumluluk: Toplumu ikna eden, demokrasiye yaslanan, geniş kesimlere hitap eden bir çözüm dilini birlikte üretmek.
Medyada ve sosyal medyada yaşanan tartışmalar, partilerin kamuoyu algısını ne ölçüde değiştirebilir sizce?
Ne yazık ki bugün medya ve sosyal medyada sağduyulu, aklıselim yaklaşımlar pek öne çıkmıyor. Ne kadar kutuplaştırıcı, reflekslere hitap eden, kışkırtıcı bir dil kullanırsanız o kadar alkış alıyorsunuz. Ama bu durum Türkiye’nin içinde bulunduğu süreç açısından son derece tehlikeli. Çünkü Türkiye’nin bugün demokrasiye, normalleşmeye, kutuplaşmanın azalmasına ihtiyacı var. Bu noktada siyasi partilerin liderliklerine büyük sorumluluk düşüyor.
Ben, medya ve sosyal medyada tartışmayı genişletecek, çeşitlendirecek, makul bir zemine çekecek ortamlar daraldıkça, kamusal söylem giderek daha uçlara sıkışıyor. Açık tartışmanın olmadığı yerde makul geri çekilir; fikir ve ifade özgürlüğünün sınırlı olduğu ortamlarda ise geriye yüksek ses, sert polemik ve kutuplaşma kalır.
Eğer gerçekten çözüm isteniyorsa –bu hem iktidarın hem muhalefetin yararınadır– yapılması gereken en temel şey sürecin şeffaf ve açık bir biçimde tartışılabilmesinin önünü açmaktır. Sürece ilişkin soru işaretlerinin, kaygıların ve beklentilerin özgürce konuşulabildiği bir atmosfer yaratılmadıkça, sağlıklı bir toplumsal zemin oluşmaz.
Dolayısıyla çözüm iradesi varsa kutuplaşmayı azaltmak, tartışmanın tonunu düşürmek, makul olanın yeniden görünür olmasını sağlamak gerekir. Aksi hâlde bu süreç, toplumun geniş kesimlerini ikna etme kapasitesinden uzaklaşır ve yalnızca kriz üretir.
Önümüzdeki seçimler açısından bu gelişmelerin etkisi ne olur? CHP ve DEM Parti oylarını koruyabilir mi?
Önümüzdeki seçimlere daha çok zaman var; bu nedenle bugünden kesin bir tablo çizmek mümkün değil. Ancak CHP ve DEM Parti’nin oy tabanını koruması ya da genişletmesi birçok faktöre bağlı olacak. Türkiye’de seçmen tabanları artık çok daha hareketli ve sosyoekonomik değişimlerle birlikte dönüşüyor.
Yakında yayımlayacağımız –Ozancan Özdemir ve Edgar Şar’la birlikte hazırladığımız– İstanPol raporunda da gösterdiğimiz gibi, sosyoekonomik dönüşüm CHP’nin tabanını genişletiyor. Son yıllarda CHP’nin tabanının genişlediğimi; buna karşılık DEM Parti’nin ve AK Parti–Cumhur İttifakı’nın bazı tabanlarında daralmalar olduğunu görüyoruz. Bu bile tek başına seçmen davranışının artık eskisi kadar sabit olmadığını gösteriyor.
Öte yandan çözüm süreci ve etrafındaki bu tartışmalar, muhalefet blokunu bölmeye çok müsait bir zemin yaratıyor. Her gerilim, hareket hâlindeki seçmen gruplarını belli yönlere savurabiliyor. Bu tablo içinde dört farklı siyasal yöneliş ortaya çıkıyor: iktidar, CHP, DEM Parti ve süreç karşıtı milliyetçi blok.
Zaten iktidarın temel hedefi de muhalefet içindeki bu ayrışmayı derinleştirmek. Birleşik bir muhalefet blokundan ziyade, birbirinden kopuk seçmen kümeleri yaratmak istiyor.
Seçmen davranışı üzerinde etkili olacak faktörler yalnızca çözüm süreci değil:
– Aktörlerin uzun vadeli pozisyonları,
– Süreci nasıl yönettikleri,
– İktidarın bu tartışmaları suistimal edip etmemesi,
– Ve en önemlisi Türkiye’de her gün daha derinden hissedilen gerçek hayat koşulları: ekonomik kriz, adaletsizlik, güvencesizlik…
Bu nedenle seçmen davranışını anlamak için daha uzun vadeli ve daha bütünlüklü bir bakış gerekiyor.
Tüm bu tablo içinde kritik olan şu:
CHP ve DEM Parti arasındaki ilişkilerin sağlıklı yürütülmesi, Türkiye’de demokratik muhalefetin devamı açısından belirleyici olacaktır.
Bu iki partinin birbirini anlaması, gerilimleri yönetebilmesi ve demokratik ilkeler etrafında ortak bir zemin koruyabilmesi, hem süreç açısından hem de seçimlere giderken muhalefetin gücünü koruması açısından hayati önem taşıyor.
Bu süreç, Türkiye’deki genel siyaset kültürü ve uzlaşma mekanizmaları açısından ne gibi mesajlar veriyor?
Bu sürecin yürütülüş biçimi, Türkiye’deki siyasal kültürün yapısına dair çok önemli mesajlar veriyor. En çok dikkat çeken noktalardan biri, toplumsal rızanın ya da toplumun sürece dâhil edilmesinin yeterince önemsenmemesi.

Hatta bazı parti temsilcilerinden “tabanın hassasiyetine bakmaya gerek yok”, “tabanın sesini duymaya gerek yok” gibi ifadeler duyuyorum ve bunu çok yanlış buluyorum.
Elbette siyaset toplumu dönüştürür; liderler yön gösterir, siyasi aktörler cesur hamleler yapabilir. Ancak bu, toplumun kaygılarını, endişelerini ve beklentilerini tamamen bir kenara bırakmak anlamına gelmez. Aksi hâlde seçmenin hassasiyetleri, tepkileri ve talepleri nasıl görünür olacak? Toplumu dışarıda bırakan bir çözüm mekanizmasının uzun vadede sürdürülebilir olması mümkün değil.
Çözüm süreçlerinin bazı aşamaları elbette kapalı kapılar ardında yürütülebilir, lider düzeyinde ilerleyebilir. Buna itiraz etmiyorum. Ancak bugün yürütülen süreç, toplumsal talepleri ve hassasiyetleri göz ardı eden, hatta zaman zaman onları gereksiz gören bir yaklaşımla ilerliyor gibi görünüyor. Bu da Türkiye’de yıllardır süregelen “böl, parçala, yönet” siyasetinin yeni bir versiyonuna dönüşme riski taşıyor.
Bir dönem Türkiye’de Kürtler şeytanlaştırılırken, CHP seçmeni ya da başka toplumsal kesimler makbul ilan edilebiliyordu.
Bugün rollerin tersine çevrilmesi de aynı kültürel sorunun devamı. Bu bir demokratikleşme hamlesi değil, aktörlerin yer değiştirdiği bir siyaset mühendisliği pratiği gibi okunuyor.
Yine de bu eleştirileri yaparken şunu özellikle vurgulamak isterim:
Barışa dair atılan her adımı değerli buluyorum. Sürecin yürütülüş biçimine dair sorunlar olsa da, gerçekten çözüm iradesi varsa, her küçük adım Türkiye’nin geleceği açısından önemlidir.
Özetle, mesele yalnızca teknik bir müzakere değil; Türkiye’nin siyasal kültürünün, demokratikleşme kapasitesinin ve toplumsal kesimlerin birbirine duyduğu güvenin yeniden inşa edilmesi meselesidir. Eğer gerçekten çözüm isteniyorsa, toplumun rızasını, hassasiyetlerini ve beklentilerini ciddiye alan kapsayıcı bir yol haritasına ihtiyaç var.

Erdoğan'dan 'İmralı ziyareti' yorumu: Sürecin önünü açan, sürece katkı sunacak bir karar

DEM Parti: İmralı tutanakları açık bir şekilde komisyonda okunmalı

Erdoğan'dan Özel’e: Cellat görmek istiyorsan aynaya bak

Bakırhan'dan Özgür Özel'e tepki: Cellat defterini açacaksak hepiniz borçlu çıkarsınız

Özel: Haysiyet cellatlarından özür duydunuz mu?
(EMK)












