Semyon Semyonoviç, gözlüğünü çıkarıp çam ağacına baktığında çam ağacının üstünde kimseyi görmez.
Semyon Semyonoviç, gözlüğünü takıp çam ağacına baktığında gene çam ağacında kendisine yumruğunu sallayan bir köylü görür.
Semyon Semyonoviç, gözlüğünü çıkarınca çam ağacında gene kimseyi görmez.
Semyon Semyonoviç gene gözlüğünü takıp çam ağacına bakınca çam ağacında gene kendisine yumruğunu sallayan bir köylü görür.
Semyon Semyonoviç, bu olguya inanmak istemez ve bu olgunun bir görsel yanılsama olduğuna karar verir."
Bu meselin yazarı Danyil Karmz 1942 yılında Kruşçev'in rehabilitasyon programı altında bir zindanda açlıktan öldüğünde çocuk kitapları dışında hiçbir eseri gün yüzü görmemişti. Absürd edebiyatın en ilginç örnekleri, 1980 yılının Gorbaçov ışığını bekledi.
20'li yılların sonlarına doğru Stalin'in çağdaş, deneysel sanata olan düşmanlığı ve onun güdümündeki gazetelerin "araştırmacı" muhbirliği sonucu yazar dostlarıyla birlikte oluşturmuş olduğu grubu dağıtıp kendisine görece güvenli bir alan olan çocuk edebiyatını seçti.
Ama gene bir Leningrad gazetesi, üslubunu "sinsi gericilik" ilan edince 31 yılında "bir takım manasız şiirlerle halkı sosyalizmi inşa yolandan saptırmak" suçuyla sürgün edildi. Daha beterini görecek olan büyük şair Anna Ahmadova'nın acılı bir mizahla "görece vejeteryan" tamlamasıyla adlandırdığı dönemdi. Sürgünü kısa sürdü. Ama yayınevi ona uzak duruyordu. Açlık günleri başlamıştı. 1941 yılının Ağustos'unda bir akşam apartmanının kapıcısı onu birkaç dakikalığına aşağıya çağırdı. Terlikleriyle tutuklandı. Suçu, umutsuzluk propagandasıydı.
Deli taklidi yaparak bu suçtan paçayı kurtardığı söylenir. Ama hapisten ve işkenceden kurtulamadı. Büyük ihtimalle açlıktan öldü. Ardında bir yığın yayınlanmamış kara minyatür bıraktı. "Mavi Defter, Numara 10" da bunlardan biri:
"Bir zamanlar gözleri ve kulakları olmayan kızıl saçlı bir adam vardı. Aslında saçı da yoktu, dolayısıyla ona teorik olarak kızıl saçlı deniyordu. Ağzı olmadığı için konuşamazdı. Burnu desen, o da yoktu. Kolları, bacakları bile yoktu. Midesi yoktu, sırtı yoktu, omurgasıyla iç organları da yoktu. Hiçbir şeysi yoktu. Dolayısıyla kimden bahsettiğimizi bilmemize bile imkân yok. Aslında en iyisi artık ondan söz etmemek."
Onu, farklı şeyler yazdığı için, farklı ufuklar hatırlattığı için affetmeyen otoritenin kanlı nefreti üstüne düşünüp duruyorum şu aralar. Acı verme, eritme, parçalama konusunda son derece tutarlı ve ısrarlı olabilen bu nefretin; ancak güce, iktidara ait bir nefretin taşıyabileceği bu sistemli vahşetin adımlarını izlemek için önümüze sıkça örnek çıkıyor memleketimizde.
O tekinsiz kadın
Otorite Sema Pişkinsüt'ten hıncını bir türlü alamıyor. Öğretmen yakaları, bir türlü başa çıkamadığı gür saçlarına veremediği biçimler, tayyörleri ve ses tonuyla ortak bilincimizin sevimsiz, 'sinir' kadın imgesine pek yakışan bu milletvekili, bir zamanlar TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı'ydı.
Partisine yakışmayan bir cevvallikle tartışmasız tarihi bir yükü sırtlandı. Hiçbirimiz o komisyona yönelik en ufak bir umut beslemezken elinde falakalar ve Filistin askıları, karşımıza çıkıverdi. Tutuklu ve hükümlülere sistemli işkence uygulanmakta olduğu, ilk olarak parlamentonun bir organı tarafından kabul ediliyordu. Bu kadın, basbayağı çetin cevizdi. Filistin askısına sopa diyen muhterem vali ve hempası muktedirlerin memleketinde tekinsiz bölgeye adım atmıştı. Bir parlamenter olarak da adında demokratik ve sol kelimeleri bulunan partisine yakışanı hatırlatan bir çalışma yapmıştı.
O sıralar başına gelmedik kalmadı. Kasaba eşrafı kılıklı adamlar tarafından adı yıpratılmaya çalışıldı. Atacağı adımların önüne setler çekildi. Partisi tarafından destek görmedi, zapturapt altına alındı. Geçmiş doktorluk yıllarından beri haysiyetinden başka hiçbir şeyin peşine takılmadığını biliyorduk. Başhekimliği sırasındaki uygulamaları da onun güçlü, etik sahibi, dolayısıyla tekinsiz bir kadın olduğunu gösteriyordu. Mücadeleden yılmayacağını hissediyorduk. Nitekim hassas hanım ve şair kocasının partisinde muhalefet bayrağına sarıldığında başına gelenler hiçbirimizi şaşırtmadı. Bu sevimli olmak için taklalar atmayan kadın, başkanlığa aday olduğu kongrede az kalsın linç ediliyordu.
İnce duyarlıklı çift, ona reva görülen muameleyi hepimizin gözüne bakarak bir güzel hazmetti. Sema Pişkinsüt sadece karakol bodrumlarında görev bekleyen askıları, falakaları gün ışığına çıkarmakla kalmıyor, varlığını hissettirdiği her yerde riyakârlığın en müstehcen yüzüyle aşikâr olmasının da tetikleyicisi oluyordu.
İşkence raporlarının yayınlanmasının üstünden bir buçuk yıl geçmişken Ankara Cumhuriyet Başsavcı vekilinin hazırladığı fezleke, yargılanması talebiyle dokunulmazlığının kaldırılmasını istiyor işte. Otoritenin onunla işi bitmedi besbelli. Hazırlanan raporlardan bir tek o sorumlu tutuluyor. Görüştüğü işkence mağdurlarının isimlerini vermediği için suçlanıyor. İşkence mağdurlarıyla işbirliğiyle suçlanıyor açıkça. Devlete onların adını verseydi ne güzel tembih edileceklerdi kim bilir.
Pişkinsüt'ü dokunulmazlığını kaldırmakla korkutmaya çalışan yüce Türk adaletinin unuttuğu nokta, dokunulmazlık kalkanının bu kadının umurunda olmadığı. Daha önce kendi isteğiyle komisyona gidip dokunulmazlığını kaldırtıp yargı önüne çıkmışlığı var. Ama onun varlığına tahammül edemeyen o kör nefret, onu susturmakla, linççi kalabalığın önünde bir başına bırakmakla yetinmeyecek. O kör nefret, bu kadını yok etmek istiyor. Yok etmekle de yetinmez. O kadın hiç yaşamamış, şu dünyaya hiç kayıt bırakmamış olsun istiyor.
İçişleri Bakanı Yücelen'in işkence üstüne yayımladığı genelge gazetede Pişkinsüt haberinin hemen altında çıkmış. Bakanımız işkencenin Türkiye'ye pahalıya mal olduğunu, çok tazminat ödettiğini ve itibarını olumsuz etkilediğini belirtiyor. Bu şanlı Devlet, işkenceyi hâlâ bir imge sorunu olarak görüyor. Zengin bir memleket olup gerekli tazminatı rahatça ödeyebilse Türkiye'nin işkenceyle ilgili bir sorunu kalmaz onlara göre. Pişkinsüt ve benzeri münafıklar yüzünden Türkiye'nin imgesi sarsılıyor, şu yoksul haliyle bir yığın tazminat ödemek zorunda kalıyor. Kör nefretin gözleri bu yüzden hep onun ve benzerlerinin üstünde.
Öteki tekinsiz
Araştırmacı muhbir gazeteciler Nadire Mater'in dosyasının kapanmasına da karşı. O kadının da yaptıklarının yanına kalması aynı kör nefreti kışkırtıyor. "Mehmedin Kitabı" yargılandı. Aklandı. Bu çalışması için kendisine burs sağlayan vakfa kitabının girişinde teşekkür etmiş olması neyi kurtarır. Vakıflar acul muhbirler tarafından karıştırılmış. Olsun. Çok okunduğuyla gurur duyan delikanlı yazarlar iddiaları açıkça çürütülmüş olsa dahi lekeleme kampanyasının mantığına iyice hakim. Hata ettik, yanlış bir iddianın peşine takılmışız diyecek dilleri yok onların. Kör nefretle biledikleri kalemleri bu tekinsiz kadını da yok edene kadar yılmayacak. Mater, kimilerinin onu ısrarla göstermek istediği gibi sinsi bir işbirlikçi. Vatan haini. Tarihe ısrarla şanlı olarak geçmesi istenen savaşa karşı çünkü. Militarizmin bekçileri tarafından affı imkânsız. O, tarihimizde ilk olarak, Mehmetçik adıyla şehitliğin anonim kefeni dışında tanıyamadığımız gençleri konuşturdu. Dikkatsiz muhbirlerin en büyük itirazının o gençlerin adı adresinin saklı tutulmuşluğuna olduğunu hatırlatayım. Savaşın vahşetini dile getiren vatan hainlerinin kimliklerini açıkça bilselerdi onlara sağ çıkamayacakları yeni savaşlar uydururlardı.
Ölüm orucunda hafızasını kaybedip ebedi çocukluğa dönen sanığı tahliye edeceğine ısrarla duruşmaya çıkarmaya çalışan DGM de o kör nefretin gözerimini açık ediyor. İntikamcı otoritenin doymak bilmeyen nefretini.
Ama yağma yok. Vahşi muktedirler tarafından hedefe dikilmiş insanlara sahip çıkanlar da olacaktır. Rütbe peşindeki muhbirler, işgüzar vahşet memurları, bunu böyle bilsin. Kruşçev'in muhalif ve tekinsizlerin 'rehabilitasyon'u dönemindeki yoğun korku iklimine olan özlemle ne kadar yanıp tutuşsanız, ne kadar kör nefretin gözleriyle daha çok kan isteseniz, nafile. Nefretiniz dışında hiçbir şeyiniz kalmamış. Günden güne hayalete dönüşüyorsunuz.
"Aslında en iyisi artık sizden söz etmemek."
İşkence hâlâ bir imge sorunu olarak görülüyor. Zengin bir ülke olup gerekli
tazminatları kolayca ödeyebilse Türkiye'nin işkence sorunu falan kalmayacak.