Uzun zamandır bekleniyordu, bazıları ertelenmesi için çok uğraştı, olmadı, devreye İdare Mahkemesi bile, nasılsa, girdi, canlı yayınlarda yaptırmayız diye bas bas bağırıldı. Sonuçta "İmparatorluğun Son Döneminde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Konferansı" 24-25 Eylül günlerinde İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde yapıldı.
Aslında konferans üzerine yazmak bana kalmadı elbette. Günlerdir memleketin en sıkı kalemleri bu işle uğraşıyorlar. Ama ben, toplantının sadece bir gününü izlemiş olmama rağmen arkadaşım Talin Sucuyan'ın toplantının hemen ardından Bianet'e yazdığı yazının son cümlelerini bir çağrı addettim, üzerime alındım, kaleme sarıldım.
Çocukluğumun bir bölümünü Bakırköy'de geçirdim. İlkokul arkadaşlarımdan Bahar Öztürk'ün bayramlarında bize de getirdiği o şahane sakızlı paskalya çöreklerinin tadını hala anımsıyorum.
Yani ben İstanbul'da azınlıkları bilerek büyümüş şanslılardanım. Sonrasında ortaokulda da, lisede de pek çok Ermeni, Yahudi ve Rum sınıf arkadaşım oldu.
İlkokulda ne öğrendik?
Din ve azınlık olmak o zamanlar aramızda konuşulan bir şey değildi ama "bu konuşulamayacağından değil, gerek olmadığından konuşulmuyordu," diyordum ki şimdi "acaba mı" diye ekliyorum.
Yani demem o ki, Baskın Oran gibi ilk kez 17 yaşında görmedim Ermenileri. Ama Ermenilerin 1915'te korkunç şeyler yaşadıklarını öğrenmem o günlere rastlıyor.
Konferans gündeme geldiğinden itibaren hep düşündüm, biz ilkokulda, ortaokulda 1915 olaylarıyla ilgili neler öğrendik diye. Hatırlayabildiğim hiçbir şey yok.
Biz ne Ermenilerin "bizi kestiğine" dair bir şeyler öğrendik okullarda, ne de bizim onları tehcire mecbur bıraktığımıza dair. Biz Ermenilerle ilgili Birinci Dünya Savaşı'ndaki "Ermeni çeteciler" dışında hiçbir şey öğrenmedik.
Bunu düşünmeye başladığımdan beri diğer okullarda neler öğretildiğini de öğrenmeye çalışıyorum. Benim yaşıma yakın olan herkesin hatıraları benimle benzer.
Hemen hiçbiri Ermenilerle ilgili bir şey hatırlamıyorlar okul müfredatlarından... Bu aynı zamanda tuhaf bir durum. Normalde "hain Yunan", "Türk'ü satan yabancı edebiyatı" ile süregelen 1980'lerin müfredatında Ermenilere dair bir şey olmaması, en azından bizim hatırlamayacağımız kadar yüzeysel geçmiş olması tuhaf.
Uzun zamandır "Ermenilerin Türkleri katlettiğine dair" bir politika yürüten ulusal kanadı düşünürsek hele...
İsimlerden başlıyor
Talin Sucuyan'ın yazdıklarıyla konferansın ikinci günü tebliğ sunan sosyolog Melisa Bilal'in söylediklerini birleştirince onlarla hemen hemen aynı yaşlarda biri olarak kendi kafamdaki "ermeni" olgusunu tanımlamaya, çözmeye çalıştım.
Mesela tanıdığım Ermenilerin isimlerini düşündüm. İlk tanıdığım Ermeni, arkadaşım Bahar'ı, ortaokuldaki ilk yakın arkadaşım Neda'yı, babaannesine "yaya" dediğinde ne kadar çok şaşırdığımı düşündüm.
Sonra Maral'ı düşündüm, isimlerinden giderek. Bu isimlerin Neda haricinde hemen hiç birinde Ermeni tınlaması olmadığını fark ettim birden. Bahar Öztürk'ün, "Türk" de eklenmiş soyadıyla bazıları için ne kadar da "püripak Türk" durduğunu düşündüm.
Benden sonraki hayatlarında Ermeni olmak onlara "ne yaptı", "bir şey yaptı mı" diye düştü aklıma. Hemen çağın aracına sarıldım, Bahar Öztürk hakkında hiçbir şey bulamadım internette ya da aslında çok fazla buldum.
Tahminimden çok daha fazla Bahar Öztürk vardı çünkü. Neda beni hiç şaşırtmadı mesela, konferanstaki tebliğini sarsıla sarsıla dinlediğim Melissa Bilal ile birlikte Ermeni kadınlar üzerine, ilk Ermeni feministler üzerine araştırmalar yaptığını gördüm. Diğerlerine de baktım, baktım...
Sonra bir süredir yaptığım işten dolayı dolandığım kentlerin aslında zamanında Ermenilerin çok yoğun olduğu yerler olduğunu anımsadım. Kars'ı düşündüm, kentteki yoğun Rus etkisinin yanında adı konulmamış binaları, camiye dönüştürülmüş kiliseleri. Kentteki insanları anımsadım ve sonra da Kars'a dair en tuhaf anımı...
Kafkas Üniversitesi'nin tarih hocası
Nisan ayıydı, bir dizi toplantı için ayağımın çok alıştığı kente bir kez daha gittim. Kafkas Üniversitesi'nden 10'dan fazla üniversite öğrencisiyle bir araya geldik. Bir süre konuştuktan sonra laf sınır kapısının açılması üzerinden Kars ve Ermenistan'a geldi, oradan da "Ermeni sorunu"na...
Öğrenciler herkes gibiydi, o yıllarda neler olduğuna dair net bir fikirleri yoktu. Ama anlattıkları bir şey, Kafkas Üniversitesi'ndeki tarih hocalarının net fikirleri olduğunu kanıtlıyordu.
"Üniversitede herkesin alması gereken bir tarih dersi var ve bu dersi alanlar her yıl Ermenilerin Türkleri nasıl soykırıma tabi tuttuğuna dair ödevler hazırlamak zorunda. Bunu hazırlamayan sınıfı geçemiyor, biz de evde oturup hayali senaryolar yazıyoruz".
Bu sözleri ilk duyduğumda inanmamıştım. Ancak bir sonraki gün, 24 Nisan'dı ve Kars'ın yerel gazetelerinde "Ermeni mezalimi" haberleriyle doluydu.
Ve haberlerin ortasında da bir önceki gün öğrencilerin söz ettiği tarih hocası. Haberin içeriği tam da söz edilen ödevlerdi, hoca vakur bir tavırla öğrencilerinin "Türklerin soykırıma uğradığını kanıtladıklarını" anlatıyordu...
Ev sahibimiz
Ev arıyorduk kaç zamandır, sonunda bulduk. Ermeni bir ev sahibimiz oldu. Gerçek adı Ermenice olmasına karşın kendisini Türkçe bir isimle tanıtan bir adam ve Ermenice adını rahatça söyleyen bir kadın...
Ev sahiplerimizle ilk günden itibaren çok iyi anlaştık ama evi bulmamızı sağlayan emlakçiyle bir tatsızlık yaşadık. Ben işi daha da büyütmeden önce ev sahibimize de danışmak istedim, duyabileceğim en zor cevabı duydum. "yapmasanız, biliyorsunuz, bizim ismimiz farklı..."
Bütün bunları neden yazdım? Biraz Melissa Bilal yüzünden aslında. "Yersizlik ve kayıp" üzerine Türkiye Ermenilerinin yaşadıklarını o kadar güzel anlattı ki bize konferansta, ben de bir yerlere kayıt düşmeliyim diye düşündüm.
Kendi Ermenilerimi yazmalıyım diye düşündüm, yazmalıyım ki, herkes yazmalı ki, Etyen Mahçupyan'ın da dediği gibi kendimizle barışmanın bir yolunu bulalım... (ÇM/BA)