Konu çarpıcıydı, milattan önce on bir binli yıllardan bu yana Mezopotamya kültürünün etkileri ve izleriydi konuşulanlar.
Her biri kendi alanında uzman konukları ilgiyle dinlerken konuşmacılardan birinin kaçak kazı ve define arayıcıları sözü beni bir anlığına salondan koparıp Yılmaz Güney'in Umut filmine götürdü.
Son yüzyılın hikayesi
Hayatı boyunca milli piyango biletine bir amorti bile çıkmamış paytoncu Cabbar'ın define peşinde koşarken delirmesinin hikâyesi biraz da bizim son yüz yılımız arkeologyasının hikâyesi değil miydi ?
Değil miydi ki; neredeyse hepimizin çocukluğu elimize nereden ve nasıl geçtiği bilinmeyen çok kıymetli (!) bir harita ya da bez parçasının izinden giderek bir Ermeni gömüsü bulma serüvenine tanıklık etmesin. Ya da eski çağlardan kalma kıymetli bir heykelcik veya roma sikkesinin hayali bizleri zenginleştirmesin.
Sonra yakın zamanlardaki Zeugma'yı, Rumkale'yi düşündüm. Hani Fırat'ın suları altında kalanları. Medya oralara ilgi göstermeye başladığında ora sâkinlerinin basına yansıyan sözleri ilginçti. Demişlerdi ki; Siz geldiniz ama sonuna yetiştiniz. Yıllardır buraları kaçak kazıcılar bilir ve ne bulurlarsa da götürürler.
Papazın suratıdır diye
Sonra yirmi yıl önce gittiğim Lice yakınlarındaki Bırkleyn mağaralarını düşündüm. Mağaranın girişindeki Asur kralı Tıglatpiliser ve Salmanazar'ın kaya yüzeyindeki kabartmalarına epeyce bir zaman bakakalmıştım.
Bakakalmış ve özellikle stellerin yüzlerinin tahribatına anlam verememiştim de! Nedenini iyi bilen bir arkadaş anlatmıştı: Köylüler papazın suratıdır diye elleriyle ulaşabildikleri kadarını zedelemişlerdi.
Sonra, evet biraz daha sonra, konuşmacılar bizim ülkemizin sinek avlayan "ölü müzeler"inden söz ederlerken, Amsterdam'da müzeye girmek için 45 dakika kuyruk beklendiğinin tanıklığını hemen anımsadım. Ve bir de Paris'te yılda izleyici sayısının dört yüz binin altına düştüğünde sorgulanan müze yöneticilerini düşündüm.
İlk yerleşimler
Ve bu kadar büyük zenginliklerin üzerinde oturup da o zenginliklerin küçük bekçileri bile olamamayı bir yana bırakın, farkında bile olamamanın derin hüznünü düşünmeden de edemedim.
Oysa anlatıyorlardı işte konunun uzmanları. Bu bölge, yukarı Mezopotamya dedikleri Güneydoğu coğrafyası, öyle kıyıda köşede değil kültürel gelişmenin merkezinde bir bölgeydi. Uygarlığın temelleri bu coğrafyada atılmıştı.
İlk toplu yerleşim mekânlarının izlerine buralarda rastlanmıştı. Orta Asur döneminin en önemli ticaret yolları Diyarbakır'ın üç ilçesinden; Lice, Silvan ve Ergani'den geçiyordu.
Bu üç ilçedeki kalıntı ve buluntular boşuna değildi. Ama Çayönü, Göbekli tepe, Nevala Çori, Bırkleyn sadece birkaç defa kazmanın ucuyla dokunulup yerinde bırakılmanın derin acısını yaşıyorlardı.
Ne kadar az kazı, o kadar iyi
Doğrusu, olacağı da buydu. Çünkü bu ülkede Kültür Bakanlığı vardı. Ve ne kadar az kazı olsa o kadar iyidir, diyordu. Bu söz neredeyse bütün konuşmacıların üzerinde mutabık kaldıkları bir sözdü.
Yoksa bu kadar binler yıllık kültürlerin izinden yürüyen bir kavimler kapısının Uygarlık tarihinin taşrası gibi, ya da Arkeolojinin üvey evladı gibi değerlendirilmesi nasıl açıklanabilirdi.
Ve bütün bu duygular ve duygusallık içinde iken, ve de konuşmacıların hiç biri bu coğrafyanın bir ferdi olmadığı halde bu kadar bu coğrafyaya anlam yüklüyorken hafızam beni yine neredeyse yirmi yıl önce Televizyonda izlediğim "Kökler" dizisine götürdü.
Hemen her insan önce ailesinin köklerini merak eder derler ya! Sonra da kavminin. Sahi biz neyi merak ediyoruz ? (ŞD/NM)