Sabancı Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Forumu tarafından Orta Avrupa Üniversitesi (Central European University) ile ortak düzenlenen Savaş, Hafıza ve Toplumsal Cinsiyet Konferansı'nın ikinci oturumunda kadının savaş alanındaki varlığı ve rolü tartışıldı.
"Kadınların Savaş ve Askerlik Anlatıları" başlıklı oturum, Cynthia Enloe moderatörlüğünde konuşan beş katılımcı ile gerçekleşti. Kadının savaş alanındaki rolünün tartışıldığı oturumda, "militarist kadın"ların tarih yazımında yok sayılmasının kabul edilemeyeceği ve günümüz feminist düşüncenin asker kadınların varlığını önyargısız bir şekilde tanıması gerektiği sonucuna varıldı.
Ulusal onur için savaşa gittiler
Bergamo Üniversitesi'nden Gianluca Schiavo, İtalyan iç savaşı sırasında Mussolini'nin silahlı kuvvetlerine gönüllü olarak katılan kadınların anılarından yola çıkarak savaş alanındaki kadın deneyiminin siyasiden çok manevi bir mücadele olduğundan bahsetti.
1943'te patlak veren iç savaş için Mussolini'nin halkı gönüllü askerliğe çağırmasının ardından pek çok İtalyan kadın, faşist orduya katılmak için orduya yazılmış; böylece "kadın yedek birliği" kurulmuştu. Altı bin kadın askerden oluşan birlik, 300 de şehit vermişti.
Schiavo, iç savaşın ardından demokratik İtalya'nın kuruluşuyla birlikte bu kadınların varlıkları tamamen unutturulmak istendiğini söyledi; "Kadın askerler birden halk arasında tabu haline geldi".
Cephede savaşan İtalyan kadınların, savaşın hemen sonrasında yaratılmak istenen 'iyi anne, sadık eş' modeline uymadığı için tarihten silindiğini belirten Schiavo, günümüz feminist düşüncenin ışığında İtalyan tarihindeki bu karanlığın aydınlatılması gerektiğinin altını çizdi.
Schiavo'nun konuşmasında tekrarlanan motiflerden biri ise "ulusal onur" oldu. İtalyan kadın askerlerin büyük çoğunluğu ülkelerinin onurunun zedelendiğinden duydukları rahatsızlık sebebiyle orduya katılma ihtiyacı duymuştu.
Savaşla olan bağlarını siyasetten ve ideolojiden arındıran kadınlar, verdikleri karara daha manevi bir anlam yüklüyordu.
Savaşan İtalyan kadınlardan Lucia Cera'nın günlüklerinden derlenen alıntılar dikkat çekti: "Kaybetmek ve hatta ağlamak bile kabullenilebilirdi, ama onurunu kaybetmek asla!"
"Solucanlar arasında başka bir solucan gibi hissetmemek için savaşa gittim, Mussolini'yi ya da onun faşist rejimini desteklediğim için değil."
"Yenildik mi? Hayır! Görev tamamlandı. Ben kişisel savaşımı kazandım."
"Erkekler gidiyorsa, ben de..."
Çin hukuku tarihçisi Karen Turner ise Vietnam-ABD savaşı sırasında Amerika'ya karşı savaşmak için orduya katılan Kuzey Koreli kadınların anılarından yola çıkmıştı.
Turner, savaşa giden Kuzey Koreli kadınların da tıpkı diğer ülkelerdeki kadın askerler gibi uzun bir süre tarihte hak ettikleri yeri bulamadığını söyledi. Coğrafyalar değişse bile ana akım tarihçilerin kadın askerleri yok saydığı gerçeği bir türlü değişmiyordu. Uzun bir süre tarihin bahsetmediği Vietnamlı kadın askerlerin, halk tarafından savaşın bitiminin 30. yıldönümü olan 1995'de televizyonda gösterilen bir belgesel sayesinde ilk kez fark edildiğini söyleyen Turner, kısaca konuştuktan sonra konu hakkında kendisinin Hanoi'de hazırladığı filmden klipler gösterdi.
Ho Chi Minh'in 1963'te halkı gönüllü askerliğe çağırdığı Kuzey Kore'de gönüllülerin yüzde 70'i kadındı ve çoğu çocuk denecek yaştaydı.
Savaşa gönüllü olarak giden genç kadınların döndüklerinde fazlasıyla zayıf, hasta ve yaşlanmış olduklarından evlenemediklerini ve aile kuramadıklarını anlatan Turner, böylece bu kadınların toplum içinde marjinalleştirildiğini söyledi.
Kadın askerleri toplumdan ve günlük hayatlarından uzaklaştıran başka etkenler ise savaş sırasında topraklarının satılması, evlerinin el değiştirmesi ve kimilerinin ailelerinin de onları savaş sonrasında eve almak istememesi oldu.
Klipler, kadın askerle ile yapılan röportajlardan seçilmişti. Pek çoğunun anlattıkları İtalyan kadın askerler ile paralel bir şekilde ulusal onur vurgusu içeriyordu. Kadınlar savaşa gitme kararlarını gururlarını ve onurlarını koruma güdüsüyle savunuyorlardı.
Bir kadın, annesinin savaşa gitmesine izin vermemesine rağmen iki erkek kardeşi savaşta şehit olduğu için kaçtığını anlatıyordu.
"Kardeşlerimin öcünü almalıydım. Hem erkekler gidebiliyorsa, ben de giderim!"
"O zamanlar 'devletimizin ihtiyacı var, üstelik arkadaşlarımız da gidiyor' diye düşünerek savaşa gitmiştik. Oysa şimdi baktığımda yetişkinlerin ailelerini korumak için, bizlerinse ülkemizi Amerika'dan korumak için gittiğini fark ediyorum."
"Burada savaş var, biliyorsunuz değil mi?"
Oturumda Türkiye coğrafyasından bir örnek de vardı. Yıldız Teknik Üniversitesi'nden Setenay Nil Doğan, Türkiyeli Abhaz kadınlarının Abhaz savaşına olan katılımından bahsetti. Konuşma sırasında iki örneğe yoğunlaşıldı.
Doğan'ın paylaştığı ilk örnek, üç çocuk annesi Birgül'dü. Gazeteci kimliğiyle savaş alanına giden Birgül, 11 ay boyunca bölgede kaldı. Kendilerine özgürlük savaşçısı diyen Abhaz silahlı güçlerinin içindeki tek kadın olan Birgül'ün hikayesi, kadının savaş alanındaki rolünün karmaşıklığını açıkça gösteriyordu. İğne yapmayı bile bilmemesine rağmen önce hemşire görevi verildi. Ancak bir süre sonra Birgül hem silahıyla nöbet tutmaya, hem topladığı meyvelerden reçel yapmaya, hem de yaralılara bakmaya başladı.
"Böylece tüm askerlerin 'anne, kız kardeş' olarak gördüğü Birgül, savaştaki erkeklerin gözünde kadınlığından ve cinselliğinden arındı."
Doğan, Birgül'ün çocuklarının savaştan döndüğünde annelerini tanıyamadığını ve oradayken "mutasyon geçirdiğini" söylediklerini belirtti. Birgül'ün mektuplarında savaş sırasında sıkça annelik ve askerlik rolleri arasında kaldığının görülüyordu; savaş şartları bile kadını annelik gibi kendisine mal edilen rollerden arındıramıyordu.
Diğer örnek Adapazarı'ndan dört genç Abhaz kızın oluşturduğu gruptu. Doğan'ın anlattığına göre kızlar, Abhazların onuru uğruna savaşa gittiklerini söylemelerine rağmen Türkiye'de bu kızların sevgililerine kaçmak için savaşa gittiği hakkında dedikodular çıkmış ve ailelerinin "kızlarına sahip çıkamadıkları" için kınanmıştı.
Doğan, bu kızların aktif bir şekilde silahlı çatışmanın bir parçası olmamasına rağmen kamuoyunun çok ilgisini çektiklerinden bahsetti. Çoğunluğun geçici ve çocuksu bir heves ile savaşa gittiğini düşündüğü kızlar aslında çeyiz paralarını yol parası yapmışlardı. Üstelik "macera için gitmedik" ve "eteklerimizi erkeklere bırakıp cepheye gittik" gibi çarpıcı açıklamalarda da bulunan kızlar aktif olarak savaşmadıkları halde savaş eyleminin sadece erkeklere özgü olmadığını gösteren semboller haline geldiler.
Türkiye'ye döndüklerinde kızların zorluk yaşadığından ve tepki gördüğünden de bahseden Doğan, savaşa kaçan kızlardan birinin annesinin "kocaya kaçsanız daha iyiydi," dediğini de söyledi. Savaş atmosferinde kadının yerinin ve adının olmadığını gösteren unsurlardan biri de Abhaz birliğinde onları karşılayan asker ve kızlar arasında geçen şu konuşma oldu:
- Burada savaş var biliyorsunuz değil mi?
- Biz de savaşa geldik!
Bu dört cesur kız sayesinde Abhaz askerleri kadının da savaşı "bilebileceğini" ve aktif olarak bir parçası olmayı seçebileceğini fark etmeye başladı.
Görünmez failler: Kadınlar da savaş suçu işler!
Christina Morus ise Yugoslavya savaşı sırasında kadın askerler tarafından işlenen savaş suçlarının göz ardı edildiğini vurgulayan bir konuşma yaptı. "Savaşın Görünmez Failleri" adını verdiği konuşmaya Kenneth Burke'un ünlü sözü "Her görüş biçimi aslında bir de görmeyiş biçimidir" ile başlayan Morus, öncelikle asker kadınlar tarafından işlenen korkunç suçları anlatan birtakım alıntılar paylaştı.
Morus, bu alıntıların kadın savaş suçlularının yargılanması gibi bir süreç esnasında değil, aksine erkek savaş suçluları yargılanırken rastgele anlatılmış hikayelerden ortaya çıktığını özellikle vurgulayarak kadınların işlediği savaş suçlarının neredeyse savaş suçu sayılmadığı bir noktaya gelindiğini gösterdi.
"Kimsenin aklına, kadınların da savaş suçu işleyebileceği gelmiyordu. Savaş suçu işlediği kanıtlanan kadınların ise aşık olduğu adamın peşinden gitmek için ya da ruhsal bozuklukları sebebiyle orduya katıldığı söylenebiliyordu. Anormalleştiriliyorlardı."
Lahey'de bulunan Eski Yugoslavya Ceza Mahkemesi'nin şimdiye kadar yargıladığı pek çok suçludan yalnızca biri, yerel mahkemelerde yargılanan yaklaşık 3000 suçlunun ise otuzu kadındı. Morus, yargılananların da kadın kimliğinin arkasına sığındığından bahsetti.
"Yargılanan kadın savaş suçluları, savaş ortamında sahip oldukları bu karmaşık rolün bilincinde olduğundan cinsiyetlerinin arkasına sığındı," diyen Morus, sanıkların "masum kız "ya da "fedakar anne" rollerine vurgu yaparak bu tür suçları işlemiş olamayacaklarını iddia ettiğini söyledi. Yargılanan kadınlar, haklarında çıkan haberlerde "eflatun elbisesi ve boynundaki altın hac ile çok zarif göründüğü..." gibi tabirlerle anlatılırken, savaş suçu ve askerlik kavramlarının erkillikten kurtulmasının zor olduğu çok açık.
Kadın savaş suçlularının hem Yugoslavya'daki farklı etnik grupların milliyetçi hareketleri tarafından, hem de feministler tarafından ötekileştirildiğini ve iki tarafın söylemlerinde de yok sayıldığını belirten Morus, tarihin doğru anlatılabilmesi için öncelikle bu kadınların varlığının tanınması gerektiğini söyledi.
"Günümüzde feminist teori, savaş alanında kurbanlaştırılan ve barışa katkıda bulunan kadınları fark etmenin ötesine geçmeli," diyen Morus, savaş öykülerinin eksiksizce anlatılabilmesi için kadınların da savaş suçu işlemiş olduğu ve işleyebileceği gerçeğinin tanınması gerektiğini vurguladı.
"Tarihin savaş ve silahlı çatışma durumlarını yalnızca erkil bir bağlamda değil, kadınları da kapsayarak işleyebilmesinin tek yolu bu."
İsrail'de sessizliği bozan savaş karşıtı kadınlar
Son olarak Orna Sasson-Levy, "Sessizliği Kıran Kadınlar: Savaş Karşıtı Sesler Olarak İsrailli Kadın Askerlerin Tanıklıkları" başlıklı bir konuşma yaptı. Zorunlu askerlik yapmak durumunda olan İsrailli kadın askerlerin deneyimleri, diğer dört ülkedeki kadınlardan çok daha farklıydı.
Levy, edindikleri deneyimleri tanık olarak anlatan bu askerlerin ordudaki tüm kadınları temsil etmediğini, yalnızca savaş karşıtı ve sol görüşlü kadınların araştırmaya katıldığını belirtti. Onlar tüm kadınların sesi olamasalar da, İsrail'in militarist aktivitelerine kadın gözünden getirdikleri eleştiriler çok değerli. Üstelik diğer konuşmalarda görüldüğü gibi anormalleştirilen, marjinalleştirilen bir pozisyonda değiller; kadın askerlerin varlığı İsrail'de oldukça olağan.
Ordunun maskülen yapısından yakınan tanık kadınlardan biri, erkeklerin askerlik hakkında fazla heyecanlı ve hevesli olmasını yadırgadığından bahsetmiş:
"Önümde erkek askerler "Evlerini darmaduman ettik! Çok eğlenceliydi. Çok çılgın bir andı. Her şey birbirine girdi," gibi şeyler söyleyerek kahkaha atıyorlardı. Onların bu hevesi bence komik. Bunu duyduğumda benim ilk düşündüğüm şey, evdeki kadının şimdi ortalığı nasıl toplayacağı oldu."
Filistinli ailelerinin evlerinde silah araması yapan İsrailli kadın askerler ise evin bir köşesinde hiç hareket etmeden korkuyla bekleyen kadınları gördüklerinde çok kötü hissettiklerini belirtiyorlar: "Aslında evrensel bir kadın dayanışması var ve ben bu eve girdiğim anda bu dayanışmaya ihanet ediyorum."
Yani İsrailli kadınlar ülkelerinin onuru için ya da Filistin karşıtı oldukları için orduya katılmıyorlar. Büyük bir kısmı orduyu siyasi görüşlerini meşrulaştırmalarına yardımcı olacak bir deneyim olarak görüyor.
Levy, bir tanığın İsrailli yerleşimci kadınlardan birinin bomba seslerinden ağlayan oğluna "Ağlama oğlum, bu kötü bir ses değil, bak müzik gibi!" demesinden tiksindiğini de belirtti. Böylece tanıklık yapanların Filistin topraklarında yaşayan İsrailli yerleşimci kadınlarla bir "dayanışma" içinde olmadığı anlaşılıyor. Bu noktada askerlerin siyasi görüşleri, kadın dayanışmasının önüne geçiyor ancak yine de hepsi savaşın erkilliğinin onlara ne kadar saçma ve komik geldiği konusunda hemfikir. (EK/HK)